FİNAL PART 2
- Dilan Durmaz
- 1 Kas 2024
- 60 dakikada okunur
“Zeliha halam geldi, Zeliha halam geldi!”
Yer yatağında yatsam da ani seslerde yine düşecek gibi oluyordum. Yüreğim korkuyla ayağa kalktı ve üzerimdeki pikeyi sıktım. Ürkerek gözlerimi açtığımda uyumadan önce bu kadar yorgun hissetmiyordum. İlk hissettiğim bedenimin yorgunluğu oldu sonra olduğum yeri sorguladım. Yabancısı olduğum bir ev, bir yatak, bir duvar…
Evimde değildim. Birkaç saniyemi aldı babaannemin evine geldiğimi hatırlamam. Gözlerimi ovuşturdum ve camdan dışarı baktım. Güneş bile tümüyle doğmamıştı, saat sabahın körüydü. Beni uyandıran ses yeniden bağırdı. “Zeliha halam geldi!”
Sezen…
Pikeyi kaldırdım üzerimden ve yatağın boşluğuna baktım. Fetih neredeydi? Dünyanın en zor sorusu gibi geldi bana bir süre. Zihnim bomboştu ve biraz daha uyumak istiyordum. Bayram namazı. Evet bayram namazına gitmiş olmalıydı. Sezen bütün evi ayağa kaldırmaya devam ederken sesi gittikçe uzaklaşıyordu. Panduflarımı giydim, üzerime beyaz yün hırkamı aldım ve odadan çıktım. İlk işim Mustafa ve Reşat’ı kontrol etmekti. Neyse ki, havai fişek patlasa uyanmayacak kadar uykuları ağırdı da ablalarının bu yükselişleri onları etkilemiyordu. Yarı açık gözlerimle merdivenlere yöneldim. Sezen’e koşma diyecek gücü bile bulamadım kendimde. Çok uykum vardı. Kızımın aksine. Gözlerim kapalı indim merdivenleri. Sezen biraz cebelleşti kapının anahtarıyla ama ben varana kadar açtı.
Kapı açıldığı gibi soğuk bir rüzgâr evin içine düşman gibi sızdı, beni ürpertti ama Sezen’i durdurmadı. Neyse ki pandufları olmadan kendini çıplak hissettiği için ne kadar büyük heyecanlanırsa heyecanlansın giyiyordu. Yoksa şimdi yalın ayak çıkacaktı dışarı. Dış kapının önünde siyah bir araba gördüm. Zeliha bagajın önündeyken Emir valiz çıkarıyordu. Sanırım o da üşüyordu çünkü benim gibi ceketine sarılmıştı. Saçlarını tümüyle düzleştirmişti ve Sezen’in “Hala, hala, hala!” üçlemesiyle kapıya döndü. Sabahın bu vakti demedi, yol yorgunu demedi ve dünyanın en muhteşem şeyini görmüş gibi mimikleri ışık hızında değişti.
Gülümsedim. Zeliha… Benim güzel kızım.
Sezen’le her muhatap olduğu an gibi yere çöktü ve boylarını eşitledi. Kollarını açtı, Sezen’i bekledi ve özlemle kucaklaştılar. O saçlarını artık zaman zaman düzleştirse de, kıvırcıklığı yeğeninin saçlarında yaşıyordu. Onlarınki sahiden oldukça dolu ve dramatik bir kavuşmaydı. Birbirlerini öptüler, sarıldılar, kucaklaştılar, sevdiler… Aralarında öylesine derin bir sevgi vardı ki, Zeliha için Sezen’in sadece halası demek çok büyük haksızlıktı. Onu bebeği gibi severdi, ablası gibi korur, halası gibi ilgilenirdi. Sezen’se onu her şeyi gibi benimserdi. Bazen bana ve babasına bile küstüğünde halasını arardı. Zeliha ikna etmezse barışmazdı da bizimle. En sevdiği öğretmeniydi bir de. Bazen bizden sıkılır, ödevleri için Zeliha’yı görüntülü arardı. Elbette bu Zeliha’yla zevzeklik yapmak için ürettiği bir bahaneydi. Yoksa biz oldukça sakin ve anlayışlıydık ödev yaptırmak için.
“Ya benim prensesim,” dedi Zeliha ve birkaç buse kondurdu. “Ya benim küçük first lady’im. Ya benim küçük meleğim,” ağabeyinden aldığı huylardan biriydi bu insanın yüzünü ezip büzüp severdi. Emir’le göz göze geldik. “Günaydın yenge,” dediğinde gözlerini zorlukla Zeliha’dan aldı da yüzüme baktı. Ona doğru bir adım attım ve sarıldım öperek. “Günaydın hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk yengem,” omzunu sıvazladım ve yere çökmüş iki bebeği işaret ettim. “Unuttular bizi.”
“Öyle, hatırlamaları da zor artık. Biz bize takılacağız.”
Dün eve gelirken kullanılan araç yolun başında gözüktüğünde sürücü koltuğunda Fetih’i gördüm. Yan koltuğunda da Osman Bey oturuyordu. Fetih dikkat çekmek için tüm ışıkları yaktı. İlgi delisi…
“Hu huuu,” diye seslendim Zeliha’ya doğru. “Ben de buradayım!”
Sezen sanki Emir’i yeni görmüş gibi ellerini yanaklarının iki yanına koydu ve “Dayıııı!” dedi şaşkınca. Tam bir şovcuydu ve babasıyla bu konuda korkunç bir benzerliği vardı. Emir’i en başından görmüştü ama ilgilenmek istememişti o an. Tüm gerçek buydu. Emir’i de çok severdi. Hatta çevremizdeki insanlarda ilk üçe girerdi ama Zeliha’yı görünce aklındaki herkes siliniyordu.
“Güzelim!” dedi Emir onun coşkusuna yetişmeye çalışırken. Hiç yere çökmedi ve direkt Sezen’i kucakladı. Pijamasını düzeltti “Ya sen,” dedi ve bir yanak arası bıraktı. “Ya sen her gördüğümüzde böyle güzelleşecek misin? Ne yediriyorsunuz yenge?” dedi bana bakmadan. Saçlarını arkaya doğru aldı ve yüzünü sevdi kızımın. Dayısı… Sezen, Zeliha büyüsünden çıktığı an tüm algısını Emir’e açtı ve ondan iltifat duymak hep hoşuna giderdi. Kıkır kıkır güldü. “Bu nasıl bir güzellik kızım? Aklımı kaçıracağım bak!”
Yakaladığı elinin üzerine buseler konduruyordu, bir hanımefendiye yapar gibi. Zeliha’yla birbirimize yaklaştığımızda tanıdık parfüm kokusu doldu burnuma. Üstünde vintage uzun bir elbise, yine aynı şekilde bir ceket vardı. “Efsun abla! Çok özledim ben seni!”
“Yalan söyleme sen Sezen’i özledin!”
Boynuna sardım kollarımı ve birbirimizi sıka sıka sarıldık. İkimiz de üşümüştük, sarılınca geçti sanki. Başına dokundum ve saçlarını okşadım. “N’olur İstanbul’a atan!” dedim açıkça. Zeliha’yla sarılınca içimde ince bir keder oluyordu artık. Bu mesafe çoktu.
“N’olur Van’a gelin!” diye karşılık verdi. İmkânım olsa durmayacaktım, farkında değildi. Yüzünü ellerimin arasına aldım ve yüzüne baktım. Sarılmak değil, yüzüne bakmak istiyordum. Evet, benimki en çok yüze hasretti. Zeliha mesleğe başladığından beri üzerine bir yetişkin hırkası giymişti ve ben o geçişi görememiştim. Her yüz yüze geldiğimizde hayretle ona bakıyordum. Zeliha artık adeta yetişkin bir kadındı! Yüzünden gözünden öptüm babası gelip “Hayırlı sabahlar,” demeyene kadar kimse de kopmadı birbirinden. Gelenlere baktık. Osman Bey ve eşi sanırım gece biz uyuduktan sonra gelmişlerdi, uyanmamıştım.
“Aaaaa,” dedi Zeliha ağabeyine bakarken. Sonra biraz ciddileşti ve “Hayırlı sabahlar baba,” dedi. Gevezelik yapacaktı. Ondan önce görevini yetirmesi gerekiyordu. Birkaç adım attı ağabeyine doğru. “Aaaa Fetih Bey verin elinizi öpeyim,” Fetih’in tam önünde durdu ve yükseldi, saçlarına baktı. “Saçlarınız görmeyeli daha çok beyazlamış, buyurun oturun bir yere yorulmuşsunu…” Fetih direkt olarak başını kolunun altına aldı ve Zeliha’yı iki büklüm yaptı. Boğmaz herhalde diyerek müdahale etmedim ama Zeliha çırpınmaya başladı. Zeliha bana, Emir’e ve babasına sesleniyordu. Ben Fetih dedim, Osman Bey de Fetih dedi ama ne zamanki Emir abi dedi, Fetih döndü ona baktı.
Huysuz Fetih’ten daha kötü bir şey varsa sabah erkenden uyanmış huysuz Fetih’ti.
Emir’le Zeliha’nın beraber geleceğini biliyordu, her zamanki gibi bilse de huysuzluk yapmaktan geri durmadı. Döndü bir Emir’e bir de arabaya baktı. Suratsızdı yine. Zeliha başardı ve kurtuldu Fetih’ten. Saçlarını düzeltti dehşetle. “Ben artık öğretmenim!” dedi parmak sallayarak. “Sen bana küçük çocuk gibi muamelesi yapamazsın! Öğretmenim diyeceksin bana! Zeliha öğretmenim diyeceksin, konuşmadan önce söz alaca,”
“Şu tepeyi görüyor musun?”
Evin tepesini gösteriyordu.
“Seni oradan aşağı sallandırırım.”
“Sen yaşlandıkça huysuzlaşıyorsun,”
“Zeliha,”
“Of iyi tamam git sarılmayacağım sana,” tam babasına doğru gidecekken Fetih engel oldu da tuttu. O biraz şey severdi… Rezil eder öyle severdi. Ama severdi, çok severdi. İlk kızını bu kez boğmadan sarmaladı. Zeliha’yı çok özlüyordu, biliyordum. Az önce dövüşmemişler gibi sarıp sarmaladılar birbirlerini. Osman Bey, “Kızım,” dediğinde bana söyledi ama Sezen de “Dede!” diye bağırdı. Adamın yaşlı yüzünde torununu görünce adeta bu havada çiçekler açtı.
“Hoş geldiniz,” dedim ona yaklaşırken. Elini öptüğümde alnımdan öptü babacan bir tavırla.
“Hoş bulduk kızım, nasılsın?”
“İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”
“Allah’a şükür sizi gördüm,” buradaki sizden kasıt tümüyle Sezen’di. “Daha iyi oldum.” Kızı gibi o da Sezen’i kucaklamak için eğildi. “Benim güzel torunum,” dedi Sezen’i kucaklarken. Sezen onların ilk göz ağrıydı. Her dönem, her şeyin en tazesini hiç erinmeden Sezen’e gönderirlerdi. Sezen’le sık sık konuşur, sadece onu görmek için gelirdi. Bana bazen durup dururken fotoğraf atmamı isterdi. Sezen’i öyle çok özlerlerdi. Sanırım Osman Karadere Zeliha’da bastırdığı tüm duyguları Sezen’de ortaya çıkarıyordu.
“Selamın aleyküm, abi. Günaydın,” dedi Emir ve Fetih’e bir adım yaklaştı. Tokalaştılar ama sarılmadılar. Fetih’in gerginlik buna izin vermedi ama elini de sıkıca tuttu bırakmadı.
“Bayram namazına gittin mi?” diye sordu tok bir sesle. Emir mahcupça gözlerini kaçırdı. Ahiret sorularına maruz kalacaktı yine.
“Yok abi gidemedim, yoldaydık.”
Gittim diye yalan söylemesi mi yoksa Fetih’in gazabı mı daha kötüydü? Fetih yaşlı dedeler gibi cıkladı. Huysuz herif herkesin canını sıkacaktı. “Zaten senede iki kere bayram,” dedi Emir’in elini bırakırken. Orta yere konuştu ama Emir’in kafasına atıyordu taşları. “Bu iki seferde de vazifesini yapmayana ne diyeceksin ki?” koluna girdim ve “Ya sana ne?” diye fısıldadım.
“Nasıl bana ne?”
“Çocuk yoldayım dedi ya,”
“Küçülsün de cebime girsin.”
“Fetih çok ayıp,” desem de huysuz huysuz yürüdü yanımda. Zoruna gidiyordu. Emir ve Zeliha’yı tümüyle kabullenmişti. Sezen’in doğumundan sonra da Emir’le arasını tamamen düzeltmişti ama bazen sinir oluyordu onlara. Çok da yan yana görmek istemiyordu ama bilmesi gereken bir gerçek vardı…
Beni tümüyle kolunun altına çekti, “Niye uyandın sen bu saatte?”
“Sezen sağ olsun, Zeliha hala diye ayağa kaldırdı evi.”
“Uykun var mı?”
Ona sokuldum iyice. “Çok…”
“Kucaklayayım mı seni odaya kadar?”
“Yok ama uyuyalım biraz daha,” dedim. Arkamızdan bir ordu geliyordu. Elbette kucaklayamazdı ama sıcacık yatağımıza girip geri uyuyabilirdik. Uykum tam olarak bırakmamıştı beni. Fetih saçlarımla oynadıkça uykuya da hemen daldım zaten. Umarım o da uyanana kadar sevecen bir adama dönüşürdü.
***
“Anne, anne, anne!”
Sezen bazen, daha kendini üç yaşında sandığı için yatağa destursuzca zıplıyordu. Zıplayabilirdi elbette ama benim bedenim babasının deyişiyle kabak çiçeği hassasiyetindeydi. Kaval kemiğimde çok derin bir sancı hissettim ama Sezen olduğunu pek tabi farkında olarak acımı içime gömdüm. Yer yatağı olunca daha çok hızını alamamıştı. Acı yüzümden geçmeyene kadar başımı yorgandan kaldırmadım ama acı da Sezen’in buseleriyle geçti zaten. “Anne uyan!” dedi dinç bir ses. Bayramlıklarını giymiş, dün ördüğüm saçlarını henüz açmamıştı. “Bugün bayram! Uyan anne uyan!”
Gözlerimi açtığım gibi parmak uçlarımızı birbirimize dokundurduk ve yüzümüze sayısız hızlı öpücük kondurduk. Sezen’i bağrıma basarken kokusunu içime çektim birkaç saniye. Bu bana günün doğduğunu hissettiriyordu her sabah. “Günaydın,”
Gözlerinden anlaşılıyor ki o da uyumuştu birkaç saat daha. “Günaydın. Halam geldi, dedem, babaannem, büyük halamlar… Herkes geldi anne! Babam bayramlıklarımı giydirdi, saçlarımı açacaktı izin vermedi. Sen açar mısın?”
“Tabi ki açarım güzelliğim. Baban nerede şimdi?”
“Reşat ve Mustafa’yı giydiriyor,”
“Yardım etmeye gidelim mi?” dedim biraz gönülsüz bir sesle. Kızımla yatak sefası yapmak çekiyordu canım.
“I ııı. Boş ver,”
“Bence de yat bakalım kucağıma,” dedim ve bunu bekleyen Sezen hemen boylu boyunca üzerime yattı. “Halan uyuyor mu?”
“Hayır uyandı, o da bayramlıklarını giyiyor.”
“Aferin size.”
“Anneee ilk kimin bayramını kutlamalıyım?” diye sordu merakla.
“Bizim?” dedim dümdüz düşünerek. Biz aşağıya inmeden ailecek bayramlaşırdık zaten ama o da bunu sormuyordu. “Hayır aşağıda.”
“En büyük büyükannen olduğu için bence onunkini kutlamalısın.”
“Sonra, dedemin mi babaannemin mi? İlk dedeminkini kutlarsam babaannem üzülür mü?”
Sezen böyle bir çocuktu. Daima insanları üzmekten korkardı. Birine öncelik verdiyse sanırdı ki arkada kalan buna üzülecek. Birine bir şey söyledi mi mutlaka diğerine de söylerdi. Birini öptü mü diğerini öpmezse üzülür sanırdı. Bir başkasını eksik hissettirmekten ürkerdi. Bir başkasını kırmaktan korkardı. Ve bu durum bilirdim ki bazı insanlarda çok büyük vicdan azabı yaratırdı. Sezen bazı insanların yüzüne bakınca, derin bir pişmanlık yaratan bir çocuktu. Halbuki sadece gülümserdi. Sezen sadece gülümserdi ve bazı insanların yüreği yanardı. Bilirdim.
“Hayır bir tanem niye üzülsün? Sen hangisini istiyorsan ilk onunkini kutla. Hatta birazdan hazırlanınca aşağı inmeden İstanbul’daki herkesi arayalım. Fatma teyzeni arayalım ilk, onun bayramını yapalım. Sonra Şeftali, Eros ve Karabaş’tan başlayalım.”
“İlk Fatma teyzeninkini mi kutlayayım?”
“Evet anneciğim, sonra diğerleri.”
Belki babaannesi ve dedesi arasında bir problem olmazdı ama Reşat ve Mustafa doğduğundan beri bizimle olan Fatma Hanım, her ne kadar Sezen’in hayvan sevgisini anlasa ve sevse de kendi bayramı kutlanmadan evdeki diğer çocuklarımız kameraya istenirse bozulabilirdi. Sezen’in birkaç kez poposuna vurdum ve “Hadi kalkalım,” dedim. Sezen’in de yardımıyla ilk yatakları topladık. Sonra ben üzerimi değiştirdim ve dün gece başucuma koyduğum kıyafetlerimi giydim. Saçlarımı topladım makyajımı yapmadan önce ve Sezen’in saçları için ayna karşısına geçtim. Aslında bu tam olarak örmek değildi. Yalnızca saç bukleleri kabarmasın, bozulmasın diye geliştirdiğimiz bir toplama şekliydi. Saçlarını yavaş yavaş açtım ve elime döktüğüm yağ ile şekil verdim.
“Emir dayın uyandı mı?”
“Evet ama babam ona kızdı.”
“O niyeymiş?”
Ucu papatya olan tokaları aldım elime ve Sezen’in saçlarının arasına kondurdum yavaş yavaş. Bayram için almıştık ama bu kadar muazzam durmasını beklemiyordum. Yarın da ben takacaktım bunlardan.
“Halamın yanına gidecekti, izin verirsen üstünü giyecek dedi.”
Ya sabır…
“Anneeee biliyor musun ben bugün büyük dedemin fotoğrafını gördüm. Böyle padişahların koltukları vardı ya benim kitabımda, öyle bir koltuğa oturmuştu. Babam dedi ki benim de o koltukta fotoğrafım var. Sen gördün mü anne o fotoğrafı?”
Fetih Ali Karadere’nin padişah koltuğundaki fotoğrafı… Bu tümüyle abartı olabileceği gibi mümkündü de… Sonuçta Karadereler biraz şeydi… Şey.
“Hayır görmedim de, babana padişah koltuğuna benzettiğini söyledin mi?” diye sordum çekinerek. Bu sorunun cevabı evetse ve Fetih sabah sabah kızı tarafından padişahlara benzettiyse tüm gün ortalıkta ağa gibi dolaşacaktı. Buna maruz kalsın istemiyordum kimse.
“Evet benim babam bir padişah!” dedi coşkuyla ve ellerini kaldırdı havaya.
Sezen, Sezen…
“Ya…” dedim iğneleyici bir tonda. “Bak aklıma ne geldi? Biz bayadır şarkımızı söylemiyoruz? Bugün söyleyelim mi?”
“Hangisi?” merakla bana baktı. Aslında bu tam olarak bizim şarkımız değildi. Benim bazen Fetih’in sinirlerini bozmak için Sezen’le beraber söylediğim bir şarkıydı. Sezen’e bu şarkıyı öğretmemin en büyük sebebi de seneler önceki o cümlemdi.
Umarım demiştim, teknoloji o kadar gelişir ki bu şarkı durmadan kafanın içinde çalar da kapatmak istesen de kapatamazsın!
Teknoloji o kadar gelişmişti ki Fetih Sezen istemeyene kadar, susturamıyordu kızını.
“Bu devirde kimse sultan değil…” Heyecanla açıldı ağzı ve sandalyenin üzerinde doğruldu. “Bezirgân değil, hükümdar değil. O kadar güvenme hiç kendine kimse şah değil padişah değil.”
Hali hazırda şarkı söylemeyi çok seven, sesi de pek güzel olan kızım hiç durmadan mırıldanmaya başladı. Saçlarına papatyalar kondurdum, makyajımı yaptım ve yeni pabuçlarımızı giydik. Kapımız tıklatıldığında ikimiz de çoktan hazırdık.
“Gelebilirsiniz!” son sesli harf dudaklarımızdan uzaya uzaya dökülürken kapının önündeki beyefendinin nasıl gülümsediğini bilmek için görmeye hiç gerek yoktu. Kapı büyük bir el tarafından açılsa da minik bir el tarafından itildi. İlk Mustafa Kemal girdi içeri sonra Reşat Esat. Birbirleri arasında ufak bir yarış başladı, sarsak adımlarla koşa koşa bana ilerlediklerinde Sezen’i kucağımdan indirdim ve halıya doğru çöktüm. Kollarımı açtım, belki bedenen çok büyük değildim ama kollarımı açtığımda üç bebeğim de sığıyordu iki kolumun arasına. Biraz sarsıldım geriye doğru sendeledim ama sırtım koltuktan destek aldı. Sezen’in doğurduğu gün, ikizlerimle beraber en güzel saatine vardı. Yüzümün her bir yanını öptüler, sevdiler. Tamamen çöktüm halıya ve onlara yere yatırıp gıdıklayana kadar beni sevmelerine izin verdim. Bu sabah iyi taraflarından uyanmış olmalılardı ki aynı kıyafetleri giymeyi kabul etmişlerdi. İki bayramlık almıştık, olur da aynısını giymek istemezler diye. Babası Mustafa Kemal’in kendisi gibi dalgalı olan saçlarına dokunmamıştı kabarmasınlar diye. Esat’ınsa saçlarını geriye doğru taramıştı. İkisinin de mavi papyonu, beyaz gömlekleri vardı. Fetih kızının saçlarına bakarken ayakkabılarını giydirdim. Papyonlarını düzelttim ve fotoğraflarını çektim. Öyle ki ancak sıra bize geldi. Boy aynasından eş zamanlı gördük birbirimizi. Aynadaki yansımamızdan süzdük birbirimizi ve yine orada göz göze geldik. Benim üzerimde boyumu olduğundan uzun gösteren beyaz bir tulum vardı. Saçlarımı at kuyruğu yapmıştım, altıma da aynı beyazlıkta topuklu bir ayakkabı giymiştim. Sırtımdaki ve koynumdaki benler göze çarpıyordu, yüzüm yaptığım makyajla parıldıyordu. Fetih’se beyaz gömleğini giymişti, altına siyah kumaş pantolonunu çekmişti. Bayramlıklarımız yeniydi, belki aynı belki benzer parçalar vardı ama yine de almıştık.
Çünkü benim ailem için bayramlar önemliydi. Kurduğum aile için de içine doğduğum aile için de. Suna annemi kaybettikten sonra biraz önemini kaybetmişti. Hatta çok dışarıya çıkmazdım o dönem, insanların bayramlaşmasını görmek istemezdim. Biraz kıskanırdım, biraz da üzülürdüm. Çünkü benim bayramlaşacağım kimsem olmazdı. Herkes ailesiyle bayram kahvaltısı yaparken rahatsız da edemezdim. Bayramlığımı da en son on sekiz yaşımda almıştım zaten. Sonra gel zaman git zaman, kendi aileme kurmuşken ama bayramları çoktan kutlamayı unutmuşken eşim bayrama iki gün kala bayramlık almadık demişti bana. Son bayramlığımın üzerinden neredeyse yedi sekiz yıl geçmişti. Bayramlık mı alacağız, ben çocuk değilim ki demiştim. Çünkü bana bayramlıklar hep anne babalar tarafından çocuklarına alınır gibi geliyordu. Küçük olmak altın kural değildi burada, birinin çocuğu olmak altın kuraldı. Eşim kaşlarını çatmıştı, niye yetişkinlere bayram değil mi diye sormuştu. O gün elimden tutmuştu, bayramlık almaya gitmiştik. O benim için ne kadar kıymetli bir şey yaptığını pek anlamamıştı muhtemelen ama bayramlıklarımı ütüleyip yatağımın yanına koyduğumu görünce biraz şaşırmıştı. O gün bugündür biz her bayram, bayramlık alışverişine çıkardık. Ben çocukların eşyalarını ütülerken Fetih’se benim eşyalarımı askılar yatağımızın dibine koyardı ve çocuklar olduktan sonra da bayramlık sırasını hiç bozmamıştık. Daima ilk bana alırdık, aksini yapmaya kalkışalım, aksi talep edilsin hemen müdahale edilirdi. Önce sana derdi, önce annenize… O yüzden Sezen’e sorsak bayramlık ilk kime alınır diye, o kesinleşmiş bir kural gibi ilk annelere alınır derdi. Çünkü öyle öğrenmişti
Fetih’e bakarak gülümsedim. Biraz minnetle. Bana her kaybettiğimi geri verdiği gibi bayramlıkları ve bayramları da geri verdiği için. “Teşekkür ederim,” dedim ona doğru bir adım atıp.
“Benim güzel eşim olduğun için mi?”
“Bayramlıklar için…”
“Vazifem. Ben de teşekkür ederim.”
“Senin güzel eşin olduğum için mi?”
Başını salladı, “Hem onun için hem de,” dedi ve arkasına baktı. Çocuklarımıza “Bana bayramlıklarını giydireceğim üç çocuk verdiğin için.”
Dişlerimi göstererek gülümsedim, tebessüm için çok fazla bir andı bu. “Rica ederim, ben de sonuçtan çok memnunum.”
“İnan benim kadar olamazsın.”
“İnan olurum,” dedim. Yarıştırılamayacak, yarışamayacak bir noktadaydık. Ona sorsak kim bilir neler sunardı, bana sorulsa hiç susmazdım. Belimden sardı beni, alnımın orta yerine bastı dudaklarını. “Çok güzel olmuşsun,” dedi.
“Sen de,”
“Güzel mi olmuşum?”
“Evet, güzel olmuşsun.” Burunlarımızı birbirine sürttüğümüzde, sus çizgime dokundu bu kez dudakları.
“Fotoğraf çekelim!” diye bağırdı Sezen eline çoktan telefonu almışken. Mustafa’yı ben kucakladım, Reşat’ı Fetih. Sezen’i ortamıza aldık, kamerayı elbette ki ben tuttum. Moda ikonu gibi onlarca poz değiştirdi Sezen bir yerden sonra dayanamadık, çocuklar önümüze oturdu da Sezen’i kucakladık. Bir de öyle çektik. Evet birazdan Burcu benimle alay edecek olsa bile fotoğraf paylaşacaktım. ‘Bir de hastage ekle aile, bayram, engüzelbayramaileyle, diye Efsun’ derdi. Hiç umursamıyordum. Tüm mecralarda paylaşasım geliyordu bazen ve paylaşıyordum. Ailemi paylaşmayacaktım da ne yapacaktım? Hem ben Fetih’in o sosyal medya yargısını kırmıştım, Burcu’nun alaylarına mı kulak asacaktım? Adam çok uzun bir süre paylaşıma izin vermemişti. Kamerayla çocuklarına biri yaklaşınca fenalık geçiriyordu.
Hepimiz sırayla bayramlaştık ilk ben ve Fetih birbirimizi öptük sonra sırayla çocuklarımızı, çocuklar harçlıklarını aldı, telefonla başta Meltem teyzeleri aradık. Burcu da yanlarındaydı. Evlilik arifesindeydi ama morali bozuktu. Bu zamanların stresli geçtiğini biliyordum ama çiftler arasında böylesine yoğun kavgalara sebep olduğunu bilmiyordum. Belki de benim evlilik arifem olmadığı ya da evlendikten sonra olduğu için. Benim ilk evliliğim zamanında Fetih’e yabancıydım. Benim ikinci evliliğim dönemindeyse Fetih’e körkütük aşıktım ve o zaten benim eşimdi. O geçiş hissi yoktu. O yüzden aramızda bir bozulma da yoktu. Burcu bu konuyu konuşmak istemediğini söyledi ben de ona Sezen’in amcasıyla lütfen iyi olun, birbirinizi üzmeyin, siz üzülürseniz kızım da üzülür, hem artık evleniyorsunuz dedim. Her şeyi kızıma bağladığım için biraz sinirlendi ama Sezen’i kamerada görünce bir ısırmadığı kaldı ekranı. Sonra Sezen’in Merthan amcasıyla, Zafer amcasıyla, Ayşen teyzesiyle, Sıla ablasıyla, Fatma teyzesiyle ve Eros, Şeftali, Karabaş üçlüsüyle teker teker bayramlaştık.
Artık aşağı inebilirdik. Merdivenleri ben önden Fetih arkamdan yürüdü. Kahvaltı kokusu buram buram tüm evi sarmıştı. Midem guruldadı. Kocaman bir masa kurulmuştu biliyordum. İçeri girdiğimizde herkesin gözleri bize döndü. Gülizar halam ve kızları, Atakan ve şu an burada olmasa da muhtemelen annesi ve daha fazlası. Öylesine kalabalıktı ki bir an Sultan babaannemi göremedim. “Günaydın!” diye şakıdım herkese doğru. Bizi görmeyen de gördü ve yavaşça ayaklandılar. Babaannemin elini öptüm ilk, o bana harçlık da verdi her bayram olduğu gibi. Sezen büyükannesinden sonra direkt dedesine koştu. Bir an Zühre Karadere’yle göz göze geldim.
Senede birkaç kere denk gelirdik, içimdeki onu her gördüğümde oluşan o tuhaf his seneler geçtikçe kaybolmuştu ama bayramlarda biraz gerilirdim. Çünkü sırayla bayramlaşırken onunla direkt olarak yüz yüze gelmek istemezdim ve bu çocuklarım hissetmeden olsun isterdim. Ona karşı bir öfkem de, kızgınlığım da, nefretim de yoktu. Eşimin annesiydi ve çocuklarımın babaannesiydi. Dümdüzdüm. İyi kötü hiçbir yere sapmıyordum. Bana bir şey sorduğunda ya da çocuklarıma dokunduğunda tutulup kalmıyordum. Onu Sezen’le atlatmıştım. Sorularına cevap veriyordum, gülümsemesine karşılık veriyordum, yaşlanmıştı bazen zorlandığı bir şey olursa sağlığı konusunda bir doktor olarak yardım ediyordum ama elini öpmüyordum. Sarılmıyordum da. Bunu yapmak istemiyordum. Çocuklarıma sarılabilirdi, çocuklarım isterlerse babaanneleriyle uyuyabilirlerdi, o isterse yemek yerken çocuklarımdan birini dizine yatırabilirdi, ben doğum yaptığımda kundak da yapabilirdi ama ben kendisinin elini öpemezdim. Eşine amca derdim. Siz diye hitap ederdim ama Osman amca derdim ama kendisine Zühre Hanım demekten öteye gidemezdim. Bunun için kendimi zorlamamıştım da zaten. Düşmanlık yoktu ama anne kızlık da yoktu.
Olamazdı, olmamalıydı da zaten.
Benim kendimi Sezen’in baskısına kaptırdığım ve zorladığım bir dönem olmuştu. Hamileydim o dönem ve Sezen inadına babaannesinin ve dedesinin evine gitmek istiyordu. Onları evsiz sanıyordu o ana kadar çünkü biz hiç gitmemiştik. Biz de gelip kalsınlar dediğinde evleri var demiştik ve Sezen’in uçsuz bucaksız bir merakı başlamıştı o dönem. Korkunç bir dönemdi, hamileliğim tüm duygularımı daha da kızdırmıştı ve Sezen hassasiyetim çok yüksekti. Fetih ilk kez kızına kızmıştı, ısrarını kızarak bastırmıştı, Sezen çok inatçıydı ben çok zor bir dönemdeydim. Nasıl olmuştu bilmiyordum ama tamam gidelim demiştim. Güvenmiştim kendime. Kızım için yaparım sanmıştım. Hem zaten Zühre Karadere’yi görmek beni artık rahatsız etmiyordu. Ona güvenmiştim biraz. Kızım babasının halasının amcasının doğduğu yer görsün istemiştim hem. Fetih’le çok büyük bir çatışma içine girmiştik ama biz anne kız zaten Fetih’i zorlayarak bazı şeyleri burnundan getirmeyi severdik.
“Şimdi babamın odası da mı var?”
“Evet! Hem de ne odası? Katı var, kat! Kocaman bir kat babanın!”
Anne olmak, çok iyi bir yalancı da yapıyordu bazen sizi. O katı hayal etmek, avucumun altında olan emniyet kemerimi sıkıştırdı, elimde ezip büzdü, nefesimi kestim. Ben ne yapıyordum? Derin bir nefes aldım ve gülümsedim, farkındaydım ki Fetih sessizlik yemini etse de beni izliyordu.
“Vaaaov!” dedi Sezen. O kadar heyecanlıydı ki yerinde duramıyordu ama tuhaftır heyecanını hiç görmüyordu gözüm. Hiç umursamıyordu içim ve onunla heyecanlanmıyordu kalbim. Anne olmak her şeyi yapmayı gerektirir miydi?
“Sizin odanız var mı?”
Karnıma bir ağrı girdiğini hissettim. Hamileliğe mi aitti yoksa kalbimin vurduğu bir ağrı mıydı bilmiyordum. Çenem titredi. Korkuyla cama baktım. Bu taş duvarları hatırlıyordum. Ellerimi iki bacağımın arasına sıkıştırdım. Bunu neden yapıyordum? Bir beş dakika daha geç varsaydık, Fetih’e gitmeyelim diyecektim. Rengi sararmıştı ve bu yolculuğa çıkmadan önce bana soğuk bir sesle demişti ki; keşke baştaki o kaba saba adam olarak bıraksaydın da beni, ben seni zorla bu evde tutsaydım Efsun. Kavga mı edecektik? Etseydik. Çirkin kelimeler mi kullanacaktım? Kullansaydım. Leş bir adam mı olacaktım? Olsaydım. Varsın olsaydım ama ipleri senin eline vermeseydim, sana olan saygım sevgimle yan yana durmasaydı. Araba durduğunda biz kıpırdamadık ama Sezen hızla indi. “Dede,” diye bağırdı neşeyle. “Dede dede dede!”
“Ama değmez mi bu neşesine?”
“Değmez!” dedi taşlaşmış bir sesle. Sanki Sezen’den bahsetmiyorduk. “Değmez Efsun. Bazen bazı şeyler evladın için bile değmez. Değmez.” Arabadan inerken iki gizli göz yaşı akıttım. Kapıda hâlâ birileri duruyordu. Sezen hemen uzun elbisemin eteğine yapıştı. “Anne bu abiler kim?” dedi, bu merakı bana çok tanıdık geliyordu. Ben de böyle başlamıştım her şeye. Sıkıca elinden tuttum. “Onlar bizim sitedeki güvenlikler gibi,” dedim sadece. Gözlerim batıyor, midem bulanıyordu. “Hep mi duruyorlar?”
Başımı salladım. Elini salladı onlara “Kolay gelsin,” dedi. Tıpkı benim gibi. Eski ben gibi. Şimdiki Efsun, onlar farklı insanlar olsa da selam bile veremedi. Bize kapı açıldı öylece baktım. Ne kadar süre dururdum orada bilmiyordum ama Sezen çekiştirdi beni. Kapının girişinden eve baktı. Dudakları kocaman açıldı ve dedi ki “Atatürk mü yaptı burayı?”
Tarihi her eski yapıyı Atatürk yaptı sanırdı. Ne ben ne de babası cevap verdik. Daha merdivenler gözükmüyordu ama ayaklarım titremeye başlamıştı. Sezen daha çok çekiştirdi beni, Osman Karadere ve eşi kapının biraz ötesinde duruyordu. Gözleri parıldıyordu. Bir daha hayal edebilirler miydi bizim bu eve geleceğimizi? Edemezlerdi. Sezen elimi bırakıp koştuğunda girebildim. Kapı eşiğinden çıktım ve o merdivenleri gördüm. Birinci katı gördüm. Sonradan çıkılan o katı gördüm. O odayı hissettim ve bedenim şiddetle titremeye başladı. Korku geçmişle beraber zuhur etti. Zühre Karadere geçmişti ama bu ev olduğu gibi oradaydı. Canavardı hâlâ. Bu ağrı karnımdaki iki bebekten bir uyarıydı. Hızla arkamı döndüm ve Fetih’le çarpıştım. “Çıkalım, çıkalım, çıkalım…” dedim defalarca. “Sezen’i kandır çıkalım. Çıkalım Fetih, yapamıyorum, çıkalım.”
Fetih kulağımın dibinde ardı ardına küfretti. Ağza alınmayacak tonla şey söyledi. Yine burnunda getirdim. Yine boynumdan büyük işlere giriştim. Yine ona saygı duymadım. Yine kendime saygı duymadım. Yine onun bana saygı duymasına izin vermedim. “Hadi gidiyoruz,” dediğini duydum, ben hızla evden çıktım. Arabaya geçtim. Gözlerimi kapattım bir ileri bir geri sallandım. Yaşlar gözlerimden süzülüyordu. Bazen çocuğumuzun mutluluğu için bile değmiyordu. Bir anne mutlu değilse çocuğun mutluluğu nereye kadar sürebilirdi ki?
Kaç dakika sonra bilmem Sezen’le Fetih arabaya bindi. “Anne,” dedi Sezen. “Dedem bizi başka evlerine götürecekmiş, piknik yapacakmışız orada!”
O gün bu konu için kendimi son zorlayışımdı. Bir daha Sezen için bile yapmamıştım çünkü benim mutlu olmadığım hiçbir senaryoda Sezen de mutlu olamazdı. O günün akşamı Sezen biraz bana bir başka konuda gönül koymuştu, Fetih; kızımızı kucaklayıp demişti ki, “Annen senin için neleri sindirdi bir bilsen, bir ömür boyu dizinin dibinden ayrılmazdın.”
Tüm gece bu cümleye uyanıp uyuyarak ağlamış durmuştum. Fetih’le Urfa’dan ayrılmadan önce bir süre kaldığımız bahçeli evdeydik. Bizim yaşadığımız şey normal bir gelin kayınvalide sorunu değildi ve biz pembe bir masalın içinde de değildik. Bazı şeyler sürdürülmese de unutulmamalıydı. Bazı kötülüklerin en büyük cezası zaten unutulmamasıydı. Zühre Karadere’nin üç tane torunu vardı, üçünün de annesi bendim ve o bana her baktığında, çocuklarıma her baktığında, çocuklarım onu her sevdiğinde bana yaptıkları aklına geliyordu. O ölene kadar bir ceza çekecekti ama yargıç ne ben ne de oğluydu, vicdanının ta kendisiydi.
Bana gülümsediğinde başımla selam verdim ve diğer misafirlere teker teker sarıldım. Osman amcanın elini öptüm, en son da Atakan’a sarıldım. Evet… Maalesef Atakan da benim boyuma yaklaşıyordu her gördüğümde. Birkaç seneye beni o da geçecekti. Görünen o ki Kürşat da daha gelmemişti. Beyefendi yurt dışından ülkenin en doğusuna geleceği için hep en geç gelirdi. Yoğun ve önemli biriydi. Onu artık daha kısıtlı görürdük ya da onun canı aniden yeğenlerini görmek isterse görebilirdik.
Fetih’le yan yana oturduğumuzda Zeliha halasının, Reşat Zühre Hanım’ın, Mustafa da dedesinin kucağındaydı. Fetih annesiyle sanırım bu bayram da bayramlaşmamıştı. İnsanlar bir süre sadece çocuklarımızdan bahsettiler. Onların güzelliğinden, büyümelerinden, kime benzediklerinden bahsettiler. Güzide hala Melek için “Vallahi Melek hastaneye gitmeseniz sana da ikiz derdim,” dedi. Devran dün geceki Fetih bozgunundan sonra usluca oturuyordu Melek’in yanında. Henüz abuk subuk bir şey dememişti.
“Ay hala deme öyle ya, ben ikiz falan taşıyamam. Bir tanesini zor taşıyorum. Efsun yenge bu tarz bir durumun ultrasında gözükmemesi mümkün değil, değil mi?” diye sordu. Bir hamile telaşı vardı üstünde ve her şey ona mümkün gelebilirdi. Anlıyordum kendisini.
“Yani senin için artık mümkün değil. Bazen mesela geç gözükebiliyor bazı hamileliklerde ama bu kadar geç değil merak etme.”
“Senin ne zaman gözükmüştü?” dedi. Fetih’le birbirimize baktık. Bu bizim için kolay bir soruydu. “İlk ultrasonda,” dedik aynı anda. “Yani ben hamileliğimi ilk haftalarımda fark etmediğim için ultrasona girince zaten biraz büyümüştü bizimkiler. Kendilerini de hemen belli ettiler.”
“Nasıl bir histi abi?” diye soruverdi Devran düşünceli bir sesle. Umuyordum ki babalığa odaklanmaya çalışıyordu. Fetih’in gözleri boşluğa daldı. O anı belki şimdi kötü anımsamıyordu ama elbette ki tümüyle güzel bir an da değildi. En azından onun için.
Sezen kulağını karnıma dayadı ve büyük gözleriyle bir şey duymayı bekledi. Karnımda bir bebek olma fikrini henüz kabul etmemişti. “Duyuyor musun?” dedi Fetih. “Ne diyor kardeşin?”
Sezen küçük ellerini benim dizime bastırarak üzerime doğru çıktı ve kulağını karnıma bastırdı bu kez. Karnım aç değildi muhtemelen hiçbir ses duymayacaktı. Yavaşça kaldırdı başını ve aşağı yukarı salladı. İkimiz de pür dikkat onu izliyorduk. “Sezen dedi,” dedi kendinden oldukça emin bir sesle.
“Aaaa,” dedim şaşkınca. “Bir daha dinle bakalım anne diyecek mi?” yeniden kulağını karnıma dayadı. Küçücük elleriyle kumaş pantolonumu sımsıkı tutuyordu. Dikkatle dinledi. “Yok,” dedi ama. “Demedi.”
Ama Sezen dediğini duymuştu… Burnunu kırıştırdı ve “Beğenmedim,” derken yatağın üzerinden inmek için babasına uzattı ellerini. İstemsizce kahkaha attım. O az önce kardeşini mi beğenmemişti? Fetih kucakladığı gibi yanağından öptü. “Neyi beğenmedin kızım?”
“I ıı. Beğenmedim,” dedi tekrardan. Ultrason için yatakta hazır bekliyordum. Belki de bu ilk görüşe Sezen’i getirmek biraz yanlıştı. O karartıdan oluşan görüntü karşısında bir beğeniye kapılması mümkün değildi. Sezen’e gülüşlerimiz arasında Elif Hoca odaya girdi. Kapı önünde duraksadı ve bize baktı.
“Ay bu görüntü karşısında izninizle biraz ağlayacağım,” cebinden çıkardığı peçeteyi göz pınarlarına bastırdı Yeşilçam filmi oyuncuları gibi. “Elimde büyüdünüz çocuklar. Daha Sezen’in ilk ultrasonu dün gibi aklımda… Fetih’in beni yoldan çevirişi ama sizin eşiniz hamile değil diye serzenişleri… Aferin bak Fetih, mesai saatlerim içinde gelmeyi öğrendin ikinci çocukta. Tebrik ediyorum seni,”
Her bulduğu fırsatta Fetih’e bulaşmaktan asla geri durmuyordu. Fetih sevimsizce güldü hatta, ha ha diye heceledi. “Dün gece gelecektik ama kızım uyuyordu, annesi uyandırmaya kıyamadı.”
“Dün gece nöbetçi değildim Fetihciğim,”
“Olsun Elif Hanım, uyanır gelirdiniz.”
“Eşimle uyuyordum Fetihciğim gelemezdim,”
“Sizin eşiniz hamile değil ama Elif Hanım,” dedi yine. Sezen’in anlam veremediği şekilde kahkahalara boğulduk. O kadar komiklerdi ki sırf birbirleriyle daha çok muhatap olsunlar diye üçüncü çocuk bile yapılırdı. Abartma Efsun. Tamam…
“Sen konuş böyle konuş, sinir krizleriyle gelip Efsun istifasını yazsın diye benden kâğıt isterken ben de sana güleceğim böyle,” diyene kadar Fetih de gülüyordu ama tüm tadı kaçtı.
“Biz dersimizi aldık,” dedi bana bakarak. “Değil mi sevgilim?”
“Ben o dersi alttan alıyorum galiba…”
Elif Hoca öylesine güldü ki neredeyse oturup öyle gülmeye devam edecekti. Fetih’in nasıl bozulduğuna lafımdan dönerim diye bakmadım. “Ay Efsun ya dile benden ne dilersen! Ben bu kadar bozamıyorum bu adamı, evet şimdi bakabiliriz bebeğimize. Sezen, hoş geldin bebeğim.” kızımın elinden tuttu ve öptü. Fetih’in de nispet yapar gibi kolunu sıvazladı.
Elif Hoca yanımdaki sandalyeye otururken ekranı kendine çevirdi biraz daha. Artık çoğunluğu göremiyordum.
“Fetihciğim konuşmuyor muyuz?” diye seslendi arkaya doğru. Fetih yavaşça karnımı açtı ve elimden tuttu. Karnıma değen jelle biraz ürperdim.
“Fesuphanallah,” dedi ağzının içinden. “Kalp atışını dinleyebilir miyiz?”
“Bilmem dinleyebilir miy…” Elif Hoca’nın şakayla kaynayan sesi beklenmedik bir anda kesildi ve ekrana daha dikkatle baktı. Az önceye kadar kahkahalarımızla inleyen oda hızla buz kesti. Fetih yatakta yanıma oturmuştu, hızla doğruldu. “Ne oldu?” diye sordu. Kalp atışı demişti en son. Kalbim gümbürdemeye başladı. Neden evet demiyordu?
“Bir sorun mu var?”
Sessizce ekrana bakıyordu, bir yakınlaştırıp bir uzaklaştırıyordu. “Bir şey mi oldu?” diye sordum yine. Nefesimi tutmadım, nefes alamamaya başladım. Neden evet demiyordu? Kalp atışını dinleyebilirdik. Sus Efsun, sakın. Düşünme bile!
Fetih’le ellerimiz iki büklüm oldu sıkmaktan. Dirseklerimi yatağa bastırıp doğrulmaya çalıştım “Sakin ol Efsun,” dedi Fetih bana. Bu kadar korkuyla bana sakin ol dememeliydi. Öylesine çöktük ki Sezen’e de sıçradı. Huysuzlandığı an sulanmış gözlerimle ona baktım.
“Sezen’i biri gelip alabilir mi Elif Hanım?” diye sordu Fetih.
Hayır. Aynı şeyi düşünüyorduk. Korkuyla titredim yerimden, “Fetih,” diyebildim. Bir şey yapsın istiyordum.
“Bir sakin olun yahu! Ne düşünüyorsunuz siz?”
Ekranı biraz bana doğru çevirdi ve iki ayrı yeri sırayla yakınlaştı. Sezen için neyse benim için de aynı görüntüydü bu. Hiçbir şey göremiyordum. “Benim gördüğümü sen de görebiliyor musun?”
“Şu an hiçbir şey göremiyorum.”
“Kalp atışını dinleteyim de hangisinin? İkiz. Bak görüyor musun?” dedi ve sırayla ikisini de tekrardan gösterdi. “Görebiliyor musun Fetih? Ailenizde ikiz var mı?”
İkimize de sırayla baktı. Kalp atışını duymak istiyordum, odaklanamıyordum. “Var,” dedi Fetih ama ben yanıt veremedim.
“Ah Efsun inanamıyorum! Evet! Burada yanılmıyorum, ikiz. Görebiliyorsun değil mi?”
“Kalp atışı…” dedim yeniden. Beni buna ikna etmeden yeni bir şeye ikna edemezdi. Önce bir ses duydum, en az benim kalbim kadar hızlı atıyordu. “Bu ilki,” dedi sonra bir ses daha duyduk. Bu benimkinden bile daha gürdü. “Bu da diğeri. İkiz bebek geliyor! Çok heyecan verici değil mi?” Elif Hoca iki kalp atışı arasında gidip gelirken Fetih’le birbirimize bakıyorduk öylece. O korkuyu atamamışken şaşkınlık binmişti bir de yüzümüze. Kalp atışları odada yankı yaparken bizden çok Sezen tepki gösteriyordu. Elif Hoca da bir yerden sonra ona anlatmaya başladı zaten bizden umudu kesince.
“Senin ailende ikiz var mıydı ki?” dedi şaşkınca. Ekrana baktım. İkiz. Anlayamıyordum adeta. Bu ne demekti? İkiz bebek. Aynı anda doğurmak, aynı anda büyütmek…
“Bilmiyorum. Belki üst nesillerde… Muhakkak. Bilmiyorum. Fetih.”
Sezen’e baktı. “İkizin doğumu…” dedi. Saçlarını karıştırdı hunharca. “İkiz doğumlar daha mı zor oluyor?” dedi. Sezen’e neden baktığını anladım o an. Doğum anını düşünüyordu. Belki de haberi aldıktan sonra ilk kez aklına gelmişti. O doğum, zamanında Fetih’i ikinci çocuk fikrinden uzaklaştıracak kadar zordu. Sıkıntıyla yerinde kıpırdandı ve gözlerini yumup açtı birkaç kez.
“Yani… Anneden anneye değişiyor,” dedim ve Fetih için bir kâbusu başlattım. Benim zor olan bir anne olduğumdan neredeyse emindi. Benim gibi. Ben bir yerden sonra anı yaşamaya başlasam da Fetih için an ölmüştü. Sadece benim doğum yapacağım gün vardı bugünden itibaren. Dokuz ay boyunca.
“Hamileliğim Sezen’den zor geçti ama doğumum Sezen’den daha kolaydı. Tabi biz bunu bilemeyeceğimiz için çok stresli bir dönem geçirdik. Üstüne hamilelik de zor geçince her şey daha da sarpa sardı. Ben yine bir yerden sonra anda kalmayı başardım tabi. Hamileliğimin tadını çıkardım ama Fetih için aynı şey geçerli değildi,” o dönemler hali hazırda zaten çok uzağımızda kalmamıştı. Hatırlıyordum. Fetih uyumuyordu, herhangi bir şeye odaklanmıyordu, çok kötü besleniyordu, hatta bebeklerimizle bile çok konuşmuyordu. Konuşuyordu ama aniden sessizleşiyordu bazen. Onun saçlarını okşardım çoğu zaman, hep sinesinde uyurdum, benim bazen melankolik günlerim olurdu. Bu hamilelikle alakalı değildi ama Fetih öyle günlerimde bana kızardı. Evet adeta kızardı. Ona veda ettiğimi sanırdı.
“Doğum bir iki hafta daha gecikse antidepresan kullanmaya başlayacaktım,” dedi ilk kez açık bir şekilde. Bu kadar kalabalık bir yerde konuşması tamamen dalıp gitmesindendi. “Her gece Efsun’un doğumunu görüyordum rüyamda.”
Ve söylemedi ama biliyordum ki o rüyaların sonunda ben ölüyordum. Antidepresan kullanmıyordu çünkü uyumak istemiyordu. Korkusu uyuşsun da istemiyordu. Fetih istiyordu ki daima diken üstünde dursun. Usulca eline dokundum parmak uçlarımla. Buradayız demekti bu. Hadi buraya dön demekti.
“Ama işte hiçbir şey korktuğumuz gibi geçmedi. İki tane olunca sadece taşımak beni zorladı ama bir avazda doğurmak denir ya. Öyle oldu,” sonrasında da Fetih zaten bir kuş gibi hafiflemişti. Yeniden baba olduğunun bilincine varmıştı, bana yine bebeği gibi bakmıştı. Onun da işi çok zordu, bir insanın aynı anda bakması gereken en fazla iki bebeği olmalıydı. Dört bebeğe birden bakmak her yiğidin harcı değildi ama Fetih’in harcıydı. Fetih gibi, bileği ve yüreği güçlü adamlar bakabilirdi. Bakmıştı da.
“Ya ben şey duydum aslında, ilk doğumlar zor olur. Sezen’in doğumu belki de o yüzden zor oldu,” dedi Melek tedirginlikle. Evet ilk doğumlar biraz daha zor olurdu çünkü anne de çok tecrübesizdi ama bu ilk kez anne olacak birine söylenmemeliydi.
“Hiç öyle düşünme, ilk doğumu çok rahat geçen anneler de var. İkiz doğumu çok zor atlatan anneler de. Her anne ve her hamilelik o kadar biricik ki bir başkasıyla benzemiyor. Sadece şunu biliyorum ki her şeyin yarısı bir psikolojik temel üstünden gidiyor. Annenin mutluluğundan daha önemli çok az şey var. Özellikle eşi, Devran sana söylüyor, Yusuf sana da söylüyorum,” dedim bastıra bastıra. “Fetih’i örnek alın, ne yapacağınızı bilemediniz mi arayın onu. Sizin önünüze demo olarak koyuyorum onu, çekinmeyin sorun ama bu süreci iyi götürün. Doğurmak ilk canlıdan beri var olan ama önemini hiç kaybetmeyen nadir şeylerden. Çevrenizde aman canım biz beş tane doğurduk böyle nazlanmadık, aman canım o da abartıyor, aman canım onun da eli hep karnında sanki tutmasa düşecek, aman canım biz doğurduk da eve gidip misafire yemek hazırladık diyen yaşı büyük insanlar olacak. Bir yara tazeyken nasıl enfeksiyona açık oluyorsa doğumdan yeni çıkmış bir anne de böyle toksik insanlara açık oluyor.”
“Eşinizi koruyun, gözünüz gibi bakın demek istiyor. Alıyor değil mi o kalın kafanız?” diye sordu. Özellikle Devran’a bakarak. “Okumuş kadın böyle söyleyemediği için ben söyleyeyim. Hatta biz bir ara denk gelince tenhada ben size daha açık şekilde de anlatırım. Şimdi çocuklarım var yeterince açık olamıyorum.”
Ortamdaki tüm erkekler bireyler Fetih’in bakışlarıyla zorbalandı. Masumca köşede oturmuş Emir de dahil. O da korkuyla kafasını salladı sonra kafasını salladığı için de azar yedi, sen evli misin diye. Emir’in acaba niye değilim demesi lazımdı ama demedi. Efendiliğini bozmadı. Zeliha’nın şark görevinin bitmesine az kaldıkça Fetih’in huysuzluğu artıyordu. Bu, yaklaşan bir düğün demekti.
“Velhasıl kelam doğumdan sonra her şey neredeyse hayal meyal kalıyor aklınızda. Bu da bir lütuf. Çocuğunu kucağına alınca tüm acılar geçer demiyorum ama bir acıyı hafifletecek en yegâne şey o acıya değecek bir sonuç elde etmektir. Ediliyor. Tamam değmiş diyorsunuz. Öyle güzel bir heyecan ki… İlk banyoları, ilk heceleri, ilk kelimeleri… Dereceyle su ölçerdik. Hele Sezen… Benim kızım nasıl kendini bu kadar çok alkışlıyor sanıyorsunuz? Sezen doğduğundan beri alkışlanıyor çünkü. Sezen hapşırdı biz alkışladık heyecandan. Benim üç çocuğum da çok erken başladı konuşmaya çünkü biz daha doğmadan sohbet etmeye başladık. Çocuklar bir oyun hamuru gibi gelirler, iyi kötü her şeyi onlara anne baba verir.”
Herkes pür dikkat bizi dinliyordu. Kimse de konuyu değiştirmeyince sıkılmadıklarını düşünüyor daha çok anlatıyorduk. “Annelerine karşı da babalarını örnek alırlar,” dedi Fetih. “Baba anneye nasıl davranırsa çocuk da o şekilde davranır,” dedi. Bunun bir kanıtı gibi Mustafa o an bana göz kırpmaya kalkıştı. Bunu gören Reşat durur mu hemen avucuna bir öpücük kondurup bana fırlattı. “Öyle,” dedim. “Mesela Fetih benim saçlarımı çok okşar, iki oğlum da benim saçlarımı okşayarak uyandırır beni.”
Melek’i hiçbir şey bu son dediğim kadar etkilemedi. Ağzından bir mırıltı çıktı, hemen Devran’a baktı hevesle. Neredeyse ağlayacaktı. Bu haline neredeyse ağlayacaktım. Devran bu kadını üzerse, Fetih’e Devran’a yapacakları için asla engel olmayacaktım. Çok taze bir heyecanı vardı, bu solsun istemiyordum. “Devran… Çok tatlı değil mi?”
Adamın yüzünde sahici bir tebessüm vardı. Başını salladı ve o an Melek’in saçını okşadı. Bu bana biraz da olsa geçti ama Fetih adeta tiksinir gibi izliyordu Devran’ı. Her an buradan bir kafa atacak gibi hatta.
“İlk anne mi dediler baba mı?”
“Sezen baba, Reşat ve Mustafa anne.” Zeliha halasıyla fısır fısır bir şeyler konuşmakla meşguldü ama iki minik bebeğim pür dikkat beni izledikleri için anne dediler. Mustafa da anne dedi. O küçük dilleri kusursuz telaffuz edemedi ama herkes onları anladı. Çünkü kusursuz olmasalar da mükemmellerdi.
“Anneniz size kurban olsun,” dedim yükselerek. Babaannemizin komut vermesiyle hepimiz upuzun bir kahvaltı sofrasına geçtik. Kimse çocuklarımızı vermek istemedi, hatta kucaklarına almak için minik tartışmalar yaşandı. Seviyordum bunu, çocuklarımın hepsine gözümüzün önünde bakılıyordu ama ne ben ne de Fetih yoruluyorduk. Bazen bunu da özlüyorduk, kabul etmeliydik. Hepimiz sofraya daha tam yerleşmemiştik ki unuttuğumuz kapı çaldı. Biraz sert ve aceleci. “Şu çocuk Avrupa yüzü bile gördü ama düzgün kapı çalmayı öğrenemedi,” dedi Zeliha. Sonra cama doğru bağırdı var gücüyle. “Evde yokuuuuz!”
“Ya açsanıza kapıyı!” dedi Kürşat. Ben kalktım yerimden. Tabi ben ayaklanınca masadaki benden küçük herkes ayaklanmaya kalkıştı ama hayır ben, benim küçük erkek kardeşime kapıyı açmak istiyordum. Evet hâlâ küçük, haylaz bir oğlan çocuğuydu. Boyu 2.03 olsa, ağabeyini bile geçse de öyleydi. Öyle de kalacaktı. “Geldiim!” diye seslendim kapıya doğru.
“Yengeem,” dedi o da uzata uzata. Kapıyı açtığım gibi kafamı kaldırdım onu görmek için. Hızla bana sarıldı ve halter kaldırır gibi kaldırdı beni ve indirirken “Hop,” dedi. Allah’ım beni tek eliyle kaldırıyordu kafayı yiyecektim! Tamam bunu Fetih de yapıyordu ama o benim eşimdi, ya Kürşat? El kadar bebekken düşmüştü elime. Abartma Efsun, o zaman da senden uzundu. Ama yine de bu kadar büyümesi hiç etik değildi. Hemen çantasını yere koydu ve içinden bir gömlek çıkardı. Üzerinde ünlü bir basketçinin topu atarken çizilmiş portresinin olduğu kazağı vardı. “Yenge bunu hemen giymem lazım, yoksa haşlayacaklar beni,” ne babası ne de ağabeyi bir bayram günü o kazakla sofraya oturmasını hoş karşılamazdı. Yaşı büyüdükçe buna meydan okumayı bıraktı ve uyum sağlamaya başladı. En azından kapı önünde de olsa çabalıyordu. Biraz buruşmuş gömleğinin düğmelerini iliklerken yaklaştım ve yakasını düzelttim. Ütüsü bozulmuştu ama hiç yoktan iyiydi. Kazağını çantasının içine tepiştirdi ve “Neredeler? Yeğenlerim nerede?”
Bu konuda da gelişmişti, eskiden ilk onları sorardı. Uyuyorlar dediğimde tamam o zaman diyerek telefonu yüzüme kapatırdı hatta. “Yukarıdayız, kahvaltıya oturmuştuk biz de tam.” Adımları zaten kocamandı, bir de merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya kalkıştı. “Kürşat!” dedim arkasında kalırken. Neyse ki nazik bir çocuktu da durdu. “Ah! Özür dilerim Efsun Karadere hazretleri, buyurun,” dedi ve elini bana uzattı. Topuklularımla hızla tırmandım ve elini tuttum. Bir prens gibi bana eşlik etti ve odaya girdiğimizde beni bir tur döndürdü öyle taktim etti. Bir prenses gibi hissettim kendimi. “On yıllık evlilik demiyor, üç çocuk demiyor, durmuyor, çalışıyor, ortamın en güzel kadını olmayı başarıyor!” başta annesine döndü sonra diğer kadınlara. Hayır bunu böyle apaçık söylememeliydi. Utanırdım. Bana gizli söyleseydi. “Özür dilerim ama… Yapacak bir şey yok, gördüğüm ilk gün de topuklu giymişti, bugün yine topuklu var ayağınd…” cümleleri balla değil Sezen’in yüzüyle bölündü. Aniden yüzüne güneş vurmuş gibi elini yüzüne örttü.
“Bu ne parıltı?” dedi abartılı bir sesle. Kızımla en az kızım kadar abartılı konuşan insanlardan biriydi Kürşat. “Bu ne parıltı? Güneş mi geldi masamıza?” adım adım ilerlerken Zeliha daha sıkı tuttu Sezen’i. “Hayır vermeyeceğim uzak dur!”
Kürşat hiç beklemeden aldı Sezen’i bir çırpıda, Zeliha engel bile olamadı. Etrafında döndü birkaç kez, Sezen’le adeta mini bir dans etti. Sonra gitti önce Mustafa’yı sonra Reşat’ı öptü. Onları Sezen kadar nahif değil ama. Isıra ısıra, çocuklarımı havaya atıp benim kalbimi yerinden hoplata hoplata. Zaten tavana yeterince yakındı, nasıl biraz daha havaya atmaya cesaret ediyordu? Fetih’ten de azar işitti, öyle durdu. Önce anne babasını sonra geriye kalan herkesi öptü. Zeliha’yı da öperken biraz hırpaladı. Emir müdahale etmese de devam edecekti. Sonra gitti Emir’in yanındaki boş sandalyeyi aldı ve ittire kaktıra, herkesten uyarı alarak Emir’le Zeliha’nın arasına sıkıştırdı sandalyesini. Gülüyor, böyle saçma bir hareket yapmamış gibi davranıyordu. Emir’le yan yana düştük masada. Kürşat’a bakııyordu ters ters. Alttan dürttüm onu. “Emir…” dedim. Çok üstüne gidiyorlardı çocuğun. Ve cephedeydi, açıkça tepki veremiyordu. Hem babası hem de ağabeyi vardı. “Karadereler…” dedim ve devamını o getirdi.
“Biraz şeydir yenge, biliyorum…”
Biz artık aynı evin gelin ve damadı olarak birbirimizi çok daha iyi anlıyorduk. Sabır çekti ve Zeliha’ya gülümsedi bir kez. Fetih’in de ne hikmet bilmem keyfi yerindeydi. Kürşat bir yerden sonra evin özlenilen evladı olmuştu. Özellikle Urfa’ya çok az geliyordu. Türkiye’ye yolu düştüğünde bu genellikle İstanbul’da oluyordu. Orada da biz vardık zaten. Annesi çok özleyince gittiğini biliyordum sadece. On sekiz yaşında kopmuştu evden, kendine harika bir kariyer inşa ediyordu.
“Annen mi aldı tokalarını?” dedi Sezen’e. Sezen kıvırcık saçlarına ektiğim papatyaları tüm masaya gösterdi. Az kalsın saçları yemeklere girecekti. “Evet annem aldı, bakın, bakın, bakın. Güzel mi?” herkes bayıldığını abarta abarta söyledi sırayla. Bayılıyorlardı Sezen’i şımartmaya. Esat’ı izledim, babaannesinin koynuna minik elini koymuş onu izliyordu. Esat onların söylediğine göre huy olarak da ismini almış amcasına benziyordu galiba. Öyle söylüyorlardı. Çok nahif bir çocuktu, kavga etmezdi, paylaşmayı çok severdi, tam bir beyefendiydi. Sevecendi. Tıpkı onların deyişiyle amcası Reşat gibi. Zaten yüz olarak da baba tarafına daha çok benzerdi. Gariptir babaannesine de düşkündü. Çok az sıklıklarla görmesine rağmen bana yaptığı gibi elini sinesine koyardı. Bu Reşat için bir sevgi haliydi biliyordum. Belki adının sorumluluğunu biliyordu.
Belki gerçekten belki de beynim eşleştirdiği için Zühre Karadere’nin Reşat’a daha düşkün olduğunu düşünürdüm. Çünkü ilk Reşat’ı kucaklardı hep, hep ilk kaşığı ona verirdi. Bu çocuklar arasında hissedilecek bir ayrım değildi çünkü Osman Bey de bir o kadar aynısını Mustafa Kemal’e yapardı. Dengelerdi ve her fırsatta derdi ki Fetih bu, küçük Fetih’i bir daha büyütüyoruz. Bir ateş parçasıydı, her daim kontrol altında tutulmalıydı. Mesela adamcağızın çayı uzanamayacağı kadar uzağındaydı, çay da içmiyordu. Çünkü öncesinde bir yanma merasimimiz olmuştu. Sıkıca tutmuştu oğlumu çünkü her an kafasını sivri bir yerde tutabilirdi.
Osman ve Zühre Karadere iki oğlunu yeniden kucaklarına almış gibi şenlerdi. Gözlerimi çevirdim Zeliha’ya baktım. Elimde değildi, böyle anlarda hep Zeliha’yı kontrol ederdim. İçli içli bakıyor mu diye, insanoğlu bazı hislerin önüne geçemezdi. İnan Zeliha, inan güzel kızım elimde olsa; çocuklarımı değil seni bu kadar sevsinler isterdim. Benim çocuklarım daha az babaanne ve dede sevgisiyle çok rahat büyürlerdi ama ne ben ne de abin tam anlamıyla sana hiçbir zaman yetmedik. Sen yetti sandın ama biliyorum, Sezen’in yaşlarındayken böyle ilgi gör isterdin. Bu ilgiyi de en çok sen hak ederdin.
Fetih’le birbirimizin tabağına bir şeyler koyduk. Kürşat Sezen’le konuşurken bir ara eline telefonu aldı. Ambleminden anladım. Yine bir şeyler yazdı galiba… Uygun bir anda bakacaktım. Artık eskisi gibi bakmazdı, yazmazdı çok ama yine de bırakmamıştı. Ansızın bir gece yazıp atardı. Bize maruz kaldığında özellikle. Arada sırada da yazsa insanlar hâlâ takip ederlerdi. Dönemsel olarak bir tweet viral olurdu ve Kürşat bu etkileşimi severdi. İşin doğrusu ben de severdim. Bir başkasından bizim hakkımızda bir şeyler duymak. Komik yazıyordu bir de deli çocuk! Zaten bulduğum ilk boşlukta da baktım hızla. Seneler önceki tweetini alıntılamıştı.
KüKa (@oylesinebirii63)
Adresten bildiriyorum yengem kendini fotokopi makinesine koymuş da öyle doğurmuş bunu başka açıklaması olamaz.
Hızla artan beğeniler ve yorumlar…
Papatya tarlasına bakın abim gel bakalım dalları sağlam mı diyo bunlar ailecek kafayı yemişlerahgaıujnsjslkql
Çok da durmadan çıktım hemen, Fetih görecekti yoksa. Kürşat rahat durmadı ablasına bulaştı. “Kızım nereden buluyorsun sen böyle eski şeyleri ya?” dedi sinir bozucu bir sesle.
“Eski değil vintage,” diye düzeltti Emir. Kürşat’ın ileri gideceğini anlayınca ensesine dokundu usulca. Sever gibi yaptı ama bu bir uyarıydı. “Sezen’i doyur yoksa ver biz kahvaltısını yaptıralım. Çık aradan,”
“Emir abi!” dedi dehşetle Kürşat. “Sen de iyice yerime göz koydun bak! Burası benim yerim, biz Zeliha’yla hep yan yana otururduk.”
Emir gülümsedi ve anne babasına baktı. Köşeye sıkışmış durumdaydı, ensesine patlatmak istiyordu ama yapamıyordu. Yapmasaydı da zaten! Kürşat’a kimse vuramazdı. O bizim en miniğimizdi. Evet en minik… 2.03’lük bir minik… En az evlatlarım kadar.
“Kürşat birbirinize fiziksel zarar vermeyin diye masanın iki ucuna oturtulurdunuz siz ablanla,” dedi sakince.
Kürşat bize baktı. “Yok ben asla öyle bir şey hatırlamıyorum, değil mi ablam?” dedi ve Zeliha’nın yüzünü gözünü sıkmaya yeltendi. Zeliha tek başına bu 2.03’lük çocukla baş edemezdi ama artık Emir’i vardı. Emir engel oldu ve Sezen’e uzandı. “Sen ver Sezen’i yer değiştirelim hadi, karnını doyursun halası.”
Sezen’e uzanan her engele kızıma sarılarak engel oldu. Sezen koca bedeninin arasında yok olurken sıkıştığı yerden “Ay durun papatyalarım kopacak!” dedi.
Elbette ki en önemli şey papatyalarıydı. Sezen; Emir, Zeliha ve Kürşat arasında kalacakken “Hey hey!” diye girdi araya Fetih. Çok bile dayanmıştı. “Ne yapıyorsunuz siz? Saçma sapan davranmayın, Sezen gel kızım yanıma,” dedi ve kızına uzanmak istedi. Üç kişi aynı anda itiraz etti ama Fetih karar vermişti, kızını istiyordu. “Gel prensesim, bakalım papatyalarının dalları zarar görmüş mü?”
Nasıl kandıracağını da biliyordu sinsi herif! Sezen aralarından çıktı ve koştura koştura babasına gitti. Babasının kucağındayken özenle papatyalarını kontrol ettik. Hepsi yerli yerindeydi. “Yarın ben de takacağım bunları,” diye fısıldadım Fetih’in kulağına. Göz ucuyla bana baktı ve o da usulca kulağıma yaklaştı.
“Ben de benim güzel eşime ne çok yakışırdı, diye düşündüm az önce.”
“Şovcu,”
“Aramızda kalsın sana daha çok yakışır.”
***
“Biz ek gıda tabakları almıştık Sezen’de. Sonra hep onları kullandık. Bak hatta Fetih yaptığımız tabakları çekip klasör yapmıştı telefonunda. Dur göstereyim, Fetiiih! Telefonunu verir misin?”
Çorbanın altını kıstım ve mutfağın dışından gelecek cevabı bekledim. “Masanın üzerinde değil mi?” diye seslendi o da. Ortalığa bakındım evet, telefonumun yanındaydı. Hızla aldım ve şifresini girdim. “Böyle hayvan şekilleri de almıştık, yemekleri meyveleri o şekilleri vererek doğruyorduk. Sezen bayılıyordu. Reşat ve Mustafa çok bayılmadı, iştahları yerindeydi onların ama özellikle iştahsız çocuklar için böyle şeyler ek gıdaya geçerken muazzam oluyor.”
Fetih’in galerisine girdim ve bize ait olan klasörleri atlayıp aşağılara indik. Elbette ki bunları da bir düzen içinde tutuyordu beyefendi. Neyse ki… Yoksa benim o karman çorban fotoğraf galerimde bulmam çok zordu. Reşat ve Mustafa için çok büyük rahatlık olmuştu.
“Sezen iştahsız mıydı?”
“Hayır… Biz çok hevesliydik. Tabi o da bayılır böyle şeylere. Mesela Mustafa direkt ağzına atıyor kedili elma dilimini ama Sezen durup incelerdi. Bak böyle,” dedim ve ona çevirdim telefonu. Hayvan desenli tabaklarımızın içinde yüzlerce özenli tabak hazırlamıştık. Hepsi birbirinden güzeldi. Şimdi iki katını yapmalıydık ama neyse ki tecrübeliydik.
“Fetih abim klasör mü açmış…” dedi Dila kedi gibi bir sesle.
“Evet. Bilirsiniz her şeyi düzenli durmak zorundadır. O kadar çok birbirimize tabakları atardık ki, o toplamış tek bir yerd… Of bir çocuğun ek gıdasında neden kelle paça çorbası olur ya?! Sezen… Bir de itirazsız yerdi!”
Herkes kıkır kıkır güldü. Mutfak masasında çay içme aşamasındaydık. Çorbayı da Reşat ve Mustafa akşam yemek yemedikleri için hazırlamıştım. Zorlamıyorduk, aç değillerse sonra yerlerdi ama biliyordum ki uyumadan önce acıkırlardı.
“Kütük işte,” dedi Güzide hala. “Atsan atılmaz satsan satılmaz.”
“Atakan da böyle miydi?” dedim yanımda oturan ve gülümseyerek bizi izleyen bir diğer halama.
“Onun babası Karadenizli ya. O da oradan yerdi. Mısır ekmeği kemirmeye bayılırdı,” dedi. Allah’ım bu kütük baskınlığında nasıl bozabilirdik baba tarafını?
“Bak mesela siz kahvaltıda tirit yemeye bayılırsınız ya… Tabi Fetih için büyük sevinçti kızının bunları yemesi. İnat etti yaptı. Şu tabağa bak, köşede avokado yatağında lor peynir var, ortada tirit. Sabır…”
“Hangisini yedi Sezen?”
“İkisini de afiyetle yedi. İnan hiç mutfak ayırmaz. Enginarı sever ama en çok etli enginar sever. Evet zeytinyağlı yemeklerin içine et koymaya başladım. Yaptım bu ihaneti topraklarıma,” ben dehşetle anlatsam da insanlar gülüyordu. “Oy kurban olurum!” diye bağıracağım bir görüntü geldi önüme. Hatırlıyordum bunu. Sezen narı kendi ayıklamak istemişti ve üstü başı ağzı yüzü kıpkırmızıyken babasına atacağım kameraya gülümsemişti. Önde iki tane küçük dişi vardı, onlar da kırmızı olmuştu. Sanırım karışmıştı araya. Daldık gittik tabaklarımıza, her seferinde daha fazla şey çıktı. Ta ki Fetih gelip “Hanımlar,” diyene kadar. “Benim hanımı alayım artık.” Yaşlı olan herkes uyumuştu zaten, biz genç ve orta yaşlılar uyanıktık sadece. Fetih eğildi, Zeliha’yı öptü saçlarından kısa bir an sarıldılar. “Hadi sen de uyu, uykun var,” dedi ve elime uzandı. Herkese ayrı ayrı iyi geceler diledim. Ben de yorulmuştum. Gelen giden hiç bitmemişti, bir bayramdı adeta. Hiçbir eksiği yoktu. Bir de çok baklava yemiştim. Babaannem ısrar ettikçe atmıştım ağzıma, sarmaları mezeden saydığımdan söylemiyordum ama midem şimdi biraz rahatsızdı.
“Çocuklar bizi bekliyor uyumak için,” dedi. Odaya girdik. Artık daha büyük bir yer yatağımız vardı. Yatakların uçları artık o kadar da kötü değildi çünkü orta yerleri dolabiliyordu minik bedenlerle. Ben hazırlanırken Fetih laptopunu çıkardı. Ortadakiler çoktan çökmüştü yatağa, çok yorgunlardı. Uyudu uyuyacaklardı.
Makyajımı çıkardım, yüzümü nemlendirdim. “Senin mailin bende açık kalmış olabilir mi?” diye sordu.
“Olabilir. Kapatmayı unutmuşumdur.”
Uzandı gözlüğünü aldı ve ekrana bakmayı sürdürdü. “Bir mail gelmiş, ona bakabilir miyim?” diye sordu.
“Kimden?”
“Türkçe değil, anlamaya çalışıyorum.”
“Aç,” dedim ve geceliğimi üzerime geçirince ben de çöktüm yanına. “Neymiş?” diye sordum ama ekrandaki yazı İngilizce de değildi. Sadece orta yere Zena’nın amblemini koymuşlardı ve profilde saçı olmayan bir adamın yakın çekim hali vardı.
“İtalya’da bir yatırımcı,” dedi. Sonra biraz daha kaydırdı aşağı doğru. “Zena için İtalya’da bir şube açmak istiyor ama Zena’nın sosyal proje kısmına hakimmiş. Bunu da ilerletmek istiyormuş. Görüşmek istiyor seninle.”
Cümleler kopuk kopuk ulaştı bana. İsim hakkının istenmesine biz zaten alışıktık ama İtalya? Yatırımcı? Sosyal proje? “Ciddi misin sen?” dedim şaşkınca. “Dur bakalım bir adam kimmiş neymiş,” dedi. Yeni bir sekme daha açtı ve adamın adını girdi. O küçük profildeki adamın onlarca fotoğrafı çıktı. Fetih girdiği ikinci sitede durdu, siteyi okumaya başladı ama Türkçe’ye çevirmediği için anlamıyordum. Girdi mail adreslerini karşılaştırdı. “Evet var böyle biri, ünlü bir kahve zincirinin de yönetici listesinde. Biliyorum burayı,”
O dünyanın en normal olayını anlatıyor gibi davranıyordu ama konuştukça gerçeklik algımı kaybettim adeta. Beni kandırıyor olabilir miydi? “Sen şaka yapmıyorsun değil mi?”
“Ya kızım gece gec…”
“Efendim baba?”
“Sana demedim güzelliğim. Annenle konuşuyorum. Gece gece ne şakası Efsun? Bir de ben? Bir de sana? Bir de bu konuda?” diye ayrı ayrı sebepler sundu ve hepsi de birbirinden mantıklıydı. Yine de heyecanıma ve imkansızlığına yenildim. Çektim bilgisayarı ve maili kopyalayıp çeviriye yapıştırdım. “Yuh Efsun,” dedi hayretle. “Yazıklar olsun.”
Çat pat bir çeviriydi, çoğu cümle de Fetih’in dedikleriyle örtüşüyordu. Tüm algılarım kısıtlandı, dışarıdan gelen hiçbir şeyi alamıyordum. Uyumuş muydum? Rüya mıydı? “Fetih!” dedim telaşla.
“Bağırmak istiyorsan çıkalım, uyanacaklar!”
Kolundan tuttum onu. “Fetih!”
“Efsun!”
“Fetih gerçek mi bu?!”
“Ne sandın akıllım?”
“Fetih Ayşen’i arayacağım!” dedim. Aklıma direkt o geldi. Telefonu koşarak almak istedim ama “Bu kez istifasını asla engelleyemezsin.”
Doğru söylüyordu! Kendimi zapt edemiyordum. Telefonu Fetih’e verdim. Kalktım üç tur attım odada. “Fetih!” dedim dehşetle. “Ne yapacağız?”
“Öncelikle batmışız gibi davranmayı bırakacağız,” dedi. Öyle mi davranıyordum? Aniden halının ortasına çöktüğümde hayretle bana baktı. Artık olaylarla bu şekilde baş ediyordum. Yaşım ilerledikçe oluşmuştu bu, olduğum yere çöküyordum. Yataktan kalktı ve geldi önümde çöktü.
“Sakin ol!”
“Kalp krizi geçireceğim galiba!”
“Efsun beni çıldırtma!”
“Fetih bir şey yap düşünemiyorum şu an!”
Kötü bir şey olmuş gibi davranıyordum çünkü korkuyordum. “Yarın ben gereken herkese haber verip adamı iyice araştıracağım. Sonra mailine cevap vereceğiz.”
“Ne diyeceğiz?”
“Böyle bir şeye olumlu bakıyorsak görüşme talebini kabul edeceğiz.”
“OLUMLU MU BAKIYORUZ?” dedim dehşetle. Çocuklar da irkildi. Fetih elini ağzıma örttü ama artık çok geçti. “Efsun…” diye heceledi adımı. Kızacak sandım ama güldü bu halime. “Bilmiyorum henüz, hep beraber oturup konuşun, konuşalım. Adam da andaval gibi bu saatte atmış maili. İnsan saat farkını gözetir. Ben nasıl uyutacağım şimdi karımı?”
Ellerimi başıma koydum ve dehşetle Fetih’i izledim. Nasıl yapacaktım? Ayşen’e ne diyecektim? Fetih beni kollarımdan tutup kaldırdı ve yatağa yatırdı. “Sakince uyu Efsun, yarın ola hayrola,” dedi ve Sezen daha fazla sesimize tahammül edemeyip açtı gözlerini.
“Baba,” diye sızlandığında “Sana masal okuyayım mı?” diye sordu babası. Evet! Kesinlikle bunu ihtiyacımız vardı. Fetih şakağımdan öptükten sonra yatağa geçti ve bize masal okumaya başladı.
“Denizkızı daldığı derin uykunun kollarındayken ansızın etrafında yükselen seslerle irkilmiş ve kocaman esnemiş. "Denizkızı, denizkızı! Uyan artık!" demiş biri. "Hadi ama denizkızı oyun oynayacağız, bak seni bekliyoruz!" demiş bir başkası. Sesler o kadar artmış ki bir zamandan sonra gözlerini açmak zorunda kalmış denizkızı. Aralanan gözleri bir başka denizkızını görmüş. Başını diğer tarafa çevirmiş, bir başka denizkızı. Arkasına bakmış bir denizkızı daha. Hayır hayır! Bir başka değil aynısı. Gözleri, saçları, boyları, kuyrukları…Birbirinin kopyası tam beş tane denizkızı. Halbuki uykusundan uyanan denizkızı Sezen onlara tam olarak benzemiyormuş. Biraz utanmış ama kalkmış yerinden ve bir daha bakmış arkadaşlarına. Seslerine kadar aynı olan tamı tamına beş tane denizkızı varmış. Tıpkı uyumadan önce gittiği o oyuncak dükkânındaki gibi. "Sonunda uyanabildin, hadi saklambaç oynayacağız. Seni bekliyorduk. Sobe benim, başlayalım artık. Sayıyorum, saklanın!" demiş denizkızlarından en köşede duran. Sobe olan denizkızı saymaya başladığı an diğer denizkızları da saklanmaya başlamış. Bir, iki, üç, dört, beş... Yirmiye kadar saydıktan sonra saklandığı kayalıktan ayrılan sobe, yavaş yavaş etrafta gezinmeye başlamış ve ilk kuyruğunu gördüğü denizkızından sonra kayalığa doğru süzülmüş. "Deren sobe sobe!" diye seslenmiş hemen. Halbuki o Deren değilmiş. Sisi’ymiş. Deren saklandığı yerden çıkmış ve "Ben buradayım, Sisi o!" diye bağırmış ve istemeden bir kavgayı başlatmış. Tüm denizkızları birbiriyle kavga ederken diğerlerinden farklı olan denizkızı Sezen, saklandığı yerden çıkmış ve kayalığa vurmuş kuyruğunu. 'sobe!' demiş hemen. Yeniden bir kargaşa çıkmışken Deren girmiş araya ve "Bu böyle olmaz ki!" demiş. "Baksanıza hepimiz aynıyız. Hiçbir farkımız yok. Birimizi diğerinden ayıran hiçbir özelliğimiz yok. Ne Sezen gibi kısa bir kuyruğumuz ne saçımız ne de beneklerimiz var. Böyle oyun oynayamayız!" Bütün denizkızları kendi arasında fısır fısır konuşmuş, Deren’e hak vermiş. Neler yapacaklarını konuşmuşlar. Denizkızı Sezen’e sormuşlar. Sen ne yapıyorsun, diye. Sezen hemen aralarına doğru süzülmüş ve “Hiçbir şey!” demiş. “Nasıl uyandıysam öyle geliyorum yanınıza. Annem saçlarımı tarıyor, kuyruğumu temizliyor bir tek. Başka da hiçbir şey yapmıyor.” Diğer denizkızları kendilerini düşünmüşler. Ne çok şey yapıyorlardı aynı olmak için. Halbuki hepsinin birbirinden farklı güzel saçları ve kuyrukları vardı. Şimdiye kadar kendilerinden biraz farklı durduğu için farklı baktıkları Sezen’e imrenerek bakmışlar bu kez. "Sezen doğru söylüyor. Hepimiz kendimize özel olmalıyız yoksa ne anlamı kalır ki?" demiş Sisi. Karar vermişler. Artık farklı olana da güzel bakmışlar. Bir deniz kızı artık kıvırcık saçlarını düzleştirmemii, bir diğeri yüzündeki beni boyayla kapatmamış, bir başkası kuyruğu çok uzun diye elbisesinin altına gizlememiş. Herkes kendine ait farklılıkla güzel olmuş…”
Sezen zaman zaman okulda fiziksel özellikleri yüzünden zorbalanırdı. Biliyorduk. Yoğun değildi ama vardı. Belki ileride imrenilecek özellikler o yaş grubu için şimdi istenmeyen bir farklılıktı ve çocuklar bazen çok acımasız olabiliyordu. Biliyordum. Öğretmeni bu esmer bir çocuğa yapıldığı gibi, ancak boya kalemlerinde gördükleri turuncuyu gördükleri bir çocukta da yapılabiliyor. Çocuklar kendileri gibi olmayan herkesi başta iterler, demişti.
Fetih ne zaman kurmuştu bu masalı? Yazmış mıydı bir köşeye? Az önceki stresimi bile parça pinçik etti bu masal, ben de gülümsedim. Sezen babasına sokuldu ben yanağımı bebeklerimin saçlarına süttüm. Masal bitti sandım ama devam etti. Birkaç cümle daha… Bu sanırım sonradan eklenmişti. “Denizkızını Sezen hemen koşa koşa annesine anlatmaya gitmiş olayı. Güzeller güzeli annesi, o sıra denizkızları için yeni bir oyun alanı kurmaya çalışıyormuş tabi. Çok çalışkan, çok güzelmiş. Kızının anlattıkları onu çok mutlu etmiş ve derin bir uykuya dalmış.”
***
“ANNE GEÇ KALIYORUZ!”
“SEZEN GEÇ KALIYORUZ!”
“ANNE!”
“SEZEN!”
Evde seslerimiz yankılanırken “Susar mısınız?!” diye çok net bir uyarı aldık ve biri düğmemize bastı adeta hareketlerimiz de durdu. Elim kolum havada baktım öylece. “Sakin olun! Geç kalmadık siz niye bağırıyorsunuz? Şeftali bile odaya girdi.”
Tam ağzımı açacakken “Efsun ayakkabılarını giy!” dedi Fetih. “Sakince ayakkabılarını giy. Sezen bağırma kızım, şarkı söyleyeceksin sesin kısılır.” Sezen korkuyla elini ağzına örttü. Evet haklıydı! Sesi kısılırdı bu nasıl aklıma gelmezdi? Fetih’in ikazlarıyla ikimiz de sessizce ayakkabılarımızı giydik. Fetih ikimize de kabanımızı ve montumuzu giydirdi. “Sakin misiniz?”
Kafamızı salladık.
“Konuşabilirsiniz.”
“Sakiniz,” değiliz…
Bugün Sezen’in geleneksel okul konseri vardı. Bu konserin tüm söyleyenleri öğrencilerden oluşurdu ve benim kızım daha ikinci sınıf olmasına rağmen seçilmişti. Anneannesinin güzel sesini annesi gibi almıştı ve buna annesinden çok daha fazla ilgisi vardı. Sanırım Sezen’in yolu ileride konservatuara doğru gidiyordu. Biraz daha büyüsün şan dersleri almaya başlayacaktı eğer ki hevesi ve isteği devam ederse.
Fetih kapıyı açtı ve Sezen’e yol verdi. “Usulca arabaya geç biz geliyoruz tamam mı?” dedi. Sezen koşa koşa arabaya gitti. Aynen kızım baya usulca oldu bu… Elimi kalbime bastırdım. Kalbim artık kaldırmıyordu sanırım bu tempoyu. Reşat ve Mustafa halalarının yanındaydı ama ben onlarla koşturmuşum gibi yorulmuştum. Allah’ım bugün daha başlamamıştı bile! Dün çok geç çıkmıştım hastaneden. Belki de bu yüzdendi. Hayır Efsun! Yaşlandın galiba!
“Bu telaşının sebebini farkındasın değil mi?”
“Bu konuşmayı kabul etmemeliydim!” dedim yenilgiyle. Kendimden bile gizleyebiliyordum ama Fetih’ten gizleyemiyordum. “Bugün tümüyle Sezen’in yanında olmalıydım. Ben hangi akla hizmet TEDx konuşmasını kabul ettim, benim neyime Fetih? Resmen gaza getirdiniz beni. Ben ne anlatacağım? Allah aşkına? Ben onca aklı başında öğrenciye ne anlatacağı…” dudaklarım ufak bir dudak darbesiyle sustu. Beni uzun uzun öpmedi ama dudaklarını da ayırmadı benden.
“Sakinleş,” dedi, onun dudaklarında sakinleşmeyi bekledim. “Başarı arka planda gizli saklı yürüyen bir olgu hiçbir zaman olmadı. Yaptıklarından pişman mısın?”
“Hayır tabi ki! Benim derdim onla…”
“O zaman günün birinde insanların sana dönüp ne yaptın nasıl yaptın diye sormasını da bekleyecektin Efsun. Senin yazılı bir metinle hazırlanmana izin vermedim.”
“Bugün elime yüzüme bulaştırırsam bunun yüzünden, sana boşanma davası açacağım ve sebep olarak bunu göstereceğim.”
“Sen bugün başaramazsan, eline yüzüne bulaştırırsan akşam bana istediğini yap,” akşam adliyeler kapalı olduğuna göre bu demek oluyordu ki boşanmama izin vermeyecekti. “Sakinleş. Kendi yaşadığın hayatın neyine çalışacaksın Efsun. Bu mantıklı mı? Çıkıp kendini anlatacaksın? Hangi süslü metin senin cümlelerinden daha iyi olabilir. Sakin ol. Bugün önce Sezen’i izlemeye gideceğiz, oradan da konuşmaya gideceğiz. Çünkü benim eşim ve kızım, daima izlenecek şeyler yapmaya yemin etmiş. Benim de vazifem onları izlemek. Bir de sakinleştirmek tamam mı?”
Sesimi çıkarmadım. “Efsun tamam mı?”
“Bana öyle bir şey söyle ki, konuşmaya kadar aklıma konuşma gelmesin ve tüm dikkatimi topla.”
“Emin misin?”
“Eminim. Öyle bir şey söyle ki…”
“Suna için başvuralım istiyorum artık, ancak sıra gelir bize,” deyiverdi ansızın. Bana ne söylerse söylesin, ne kadar çabalarsa çabalasın dikkatimi dağıtamaz sanıyordum ben. Seni seviyorum diyecek sandım, aniden öpecek iltifat edecek. Hayır hayır bunu beklemiyordum. Sarsıldım, tüm dikkatim parça pinçik oldu. “Söyledim,” dedi ve kapıyı açtı. Geçmemi bekledi. “Ciddi misin sen?”
“Fazlasıyla. Dikkatini dağıtmamak için bugünün geçmesini bekliyordum ama madem böyle bir şey istedin. Dağılsın madem dikkatin. Hadi gel,” dedi ve arabayı işaret etti. Bu kadar dikkatimi dağıttıktan sonra benden yürümemi bekleyemezdi. Kendisi iteleye iteleye götürdü zaten. Arabaya bindiğimde tüm yol boyunca sessizce yalnızca bunu düşündüm.
Suna bebek.
Sezen’in heyecanı beni sarsmayana kadar, kızımın gözleri stresten sulanmayana kadar kendime de gelemedim. Yaklaşık bir saat yol gittik. Fetih yüzüme bakıp bakıp duruyordu. Suna bebek. Sezen’in sahne arkasında öğretmenlerine teslim etmeden önce kendini iyi hissetmesi için biraz dudaklarına ruj sürdüm söz verdiğim gibi. Öptüm sarıldım kızıma, onu ne zamanki kulise yolladım o zaman hissettim olduğum yeri. Sezen sahneye çıkacaktı! Suna bebek…
Veliler için ayrılmış en önde bir kısım vardı oradaki yerimize geçtik. Yanımıza da Atlas’ın anne ve babası otururken el sıkıştık, gülümsedik. Yani en azından ben gülümsedim Fetih merhaba dedi geçti. Evet Atlas ve Sezen hâlâ aynı sınıftaydı ve birbirlerinin en yakın arkadaşıydılar. Zaten şimdi de Atlas enstrüman, Sezen ses kısmındaydı. Birkaç grup çıktı, şarkılar söyledi. Dikkatim Sezen’e kadar tamamen buraya toplandı. Stres yaptım, karnıma ağrılar girmeye başladı. Biliyordum ki sahneye çıkınca da ağlayacaktım. Her seferinde gözlerim doluyordu. Elimde değildi. Zaten o beyaz elbisesiyle çıkınca sahneye ve gözleri heyecanla bizi arıyorken biliyordum ki Fetih’in de gözleri doldu. O yüzden kaçırdı bu kadar gözlerini. Ayaklandık da alkışladık kızımızı. Evde haftalardır duyduğumuz ritmi duyduk. Ben de Fetih de kızımızla beraber ezberlemiştik. İstemsizce mırıldıyorduk.
En son seneler önce Şebnem Paker’in bizi temsil ettiği Dinle şarkısı kızımın dudaklarına o kadar yakışıyordu ki öğretmeni nokta atışı bir tercih yapmıştı. Ortalıkta televizyon dünyasından insanlar da vardı, Sezen’le aynı okulda olduklarını biliyordum ama hiç karşılaşmamıştık şimdi de gözüm görmüyordu. Alkışlar sonlandıktan biraz sonra şarkı da başladı, Sezen evde öylesine cilveli cilveli söylüyordu ki bu şarkıyı- evet seneler önceki yarışma videosunu çok izlemişti- acaba burada çekinecek mi diye bekledim. Babası ona çıkmadan önce demişti ki ne zaman heyecan yapsan sadece bize bak. Başka kimselere bakma. Sezen başlarda sadece bize baktı ama sonrasında bir açıldı pir açıldı. İnsanların tüm dikkatini kendine toparladı. Sahnede aynı evdeki gibi davranıyordu artık. Keşke bir nazar boncuğu da ben taksaydım! Sezen’in sesi, arkadaşlarının başarısı derken ortaya müthiş bir performans çıkıyor, telefonlar öne doğru uzanıyordu.
“Paylaşacaklar mı bunlar?” dedi Fetih kulağıma doğru.
“Bunu engelleyemeyiz Fetih.”
“Engelleyeceğim. Benim kızımı kırpsınlar.”
Şarkıyı söyleyen oydu! Nasıl kırpacaklardı? Ona saçmalama bile demedim. Dakikalarca bir görsel şölen izlettiler bana. Bir kez daha gördüm ve emin oldum. Benim kızım sanatçı olacak. Emindim artık. İleride onu bir meslek dalında değil sanatını icra ederken görecektik. Sahne onunmuş gibi özgüvenliydi. Babası kılıklı!
En büyük alkış tufanı bu grup için koptu, ayaklandık öyle alkışladık. Bütün ekip el ele tutuştu da gelip seyirciyi selamladı. Sezen’in yanaklarının nasıl al al olduğunu ışık onlara vurunca fark ettim. Kalbinin nasıl attığını hissedebiliyordum. Sezen koştur koştur yanımıza geldi. Normal koşullarda mümkün değildi bu program bitmeden erken ayrılalım ama çıkmamız lazımdı. Fetih’in bir yerde ‘hanımefendilere yetişemiyoruz ki’ dediğini duyduk ama ikimiz de hiç bakmadık ona. Öğretmenleri geldi, Sezen’i tebrik etti bizimle selamlaştı. Emir de gelmişti Zeliha’yı almaya. Ona emanet edip hemen yola çıkacaktık yoksa geç kalacaktık. Tam biz kapıdan çıkacakken, televizyon dünyasının belki de en önemli ismi, koca bir yarışma kanalının sahibiyle denk geldik ayak üstü. Adam bizimle selamlaştı, havadan sudan sonra biraz Sezen’den konuştuk. İşin doğrusu acelem olmasa Fetih beni dürtene kadar yarışmaları hakkında soru soracak kurgu olup olmadığını itiraf ettireceğim bir adamdı ama zamanımız yoktu. Biz kısa kesmeye çalışırken aniden Sezen için bir çocuk ses yarışmasından bahsetti. Neyse ki Sezen Emir’le gitmişti de duymadı bunu ve heves etmedi. Kalakaldık bu teklif karşısında.
“Çok güzel bir yetenek, pırıl pırıl bir geleceği gördüm ben kızımızda. Nasıl keşfettiniz müzik kulağını? Öğretmeni mi keşfetti?”
Bu hikâye daima anlatmayı sevdiğim bir hikayeydi. “Ezan sesi,” dediğimde adamın yüzünde şaşkınlık oluştu herkes gibi. “Tabi beş vakit duyuyor, bir baktık dikkat kesiliyor ama daha garibi eşlik etmeye çalışıyor. Tabi biraz şarkı söyler gibi, başlarda çekindik dışarıda bunu yapıp destursuzca tepki görmesinden ama keşfetmemizi sağladı. Ona da anlattık, o da biraz dikkat etti ama bu şekilde keşfettik.”
Adamın gözleri adeta ışıldadı ve sordu. “Alalım mı onu bu seneki düellolara?”
Bu konuda Fetih’le aynı düşünürdük bilirdim ama aynı şekilde mi reddederdik emin olamıyordum. Alalım gibi kelimeler Fetih’in hoşuna gitmezdi.
“Çok incesiniz,” dedim ilk ben. “Ama bizim kızımızın kariyeri için planladığımız bu tarz bir yol değil.”
“Hemen reddetmeyin,” dedi adam. Sezen’in reyting getireceğini mi hissetmişti? Bu açıkçası hiç hoşuma gitmedi. Bir çocuk reyting malzemesi olmamalıydı sanki.
“Biz gerekli eğitimleri aldıracağız kızımıza, gönlü istediği sürece de sesinin üzerine gidecek ama siz de bir kız babası olarak elbet anlarsınız ki televizyonun hiçbir kolu, bu kadar küçük bir çocuk için sağlıklı değil. Bir ses yarışmasına da ihtiyacı yok ayrıca çok teşekkür ederiz.”
İkimizin de netliği sanırım adamda ısrar yaratmadı. Fikrimiz değişirse bize kapısının hep açık olduğunu söyledi ve tebrik etti yeniden bizi. Kötü bir niyeti yoktu zaten o da işini yapıyordu. Fetih her ne kadar ağzının içinde birkaç olumsuz cümle kursa da uzatmadı. Çünkü odağımız artık tümüyle bendim. Zar zor yetiştik. Koştura koştura, Fetih’in olağanüstü şoförlüğü sayesinde. Benimle beraber koşarken çok hızlı bir şekilde kulise alınacağımı biliyordum zaten ama kapıdan da alınarak götürülmem sanıyordum. Fetih’e baktığımda telaşla üstünde adının ve soyadının baş harfinin olduğu kalemi uzattı. Alnımdan öptü benden ayrılırken ve hızla içeri alındım.
Üzerimde hızla dolanan eller önce birkaç şey taktılar sonra sanırım son kez mikrofon kontrolünü yaptılar. Yakama en yakın olan mikrofona dokunan çalışana öncelik vermek için geriye doğru kıvırdım. “Düşmez değil mi?” diye sordum. İlk kez mikrofon takılıyordu ve aklıma daima en olmadık ihtimaller geliyordu.
“Çok büyük bir hareketlilik olması gerekiyor Efsun Hanım hem öyle bir ortam yok hem de herhangi bir aksilikte biz zaten hemen müdahale ederiz. Rahat olun siz,” dedi ve bir adım geriye çekildi. Elimde sıkıca tuttuğum kaleme doğru uzandığında “Alayım isterseniz ben onu, konuşma sonunda kaybolmadan geri veririm…”
“Hayır hayır,” dedim hemen telaşla. “Ben kasti olarak aldım kalemi. Elimde çıkacağım.”
Bu kalemi sıkmak bile üzerimdeki stresi bir nebze olsun azaltıyordu. Kelimeler karışmayacaktı, cümleler akıp gidecekti. Çalışmama gerek yoktu, olanı anlatacaktım. Fetih haklıydı bu stresin ana nedeni en başından beri her şeyi gerisinde durmamdı. Şimdi sahneye çıkmam gerekiyordu ve ben hâlâ aynı fikirdeydim, buraya çıkması gereken isimler farklıydı. Bana kadar çok insan vardı.
“Çok pardon,” dedi genç kız. Kulağındaki kulaklıktan kendisine bir şeyler fısıldandı, kalp atışlarım hızlandı ve kalemi iki avucumun arasında tuttum. “Tamamdır, Efsun Hanım hazırsanız başlayabiliriz.”
Gözlerimi yumdum ve derin bir nefes aldım. Hazırdım, olanları anlatacaktım. Hazır hissetmediğim tek bir an bile olmamalıydı. “Hazırım,” dedim ve insanların beni teker teker yönlendirmesini izledim. Kapılar açıldı, kapılar kapandı, insanlar bana eşlik etti, güzel dilekler dilendi ve en sonda yalnız bırakıldım. Perdeyle ayrılmış son bir alan vardı, kendime bekleme süresi tanımadım perdeye araladım ve adımımı kocaman alana attım. Ortam aydınlıktı ama sahnede ışık yoktu. Arka yerde duran büyük amblemin ışığı aydınlatıyordu sahneyi. Alkış sesleri beni ürkütmeyene kadar seyircileri fark etmedim, ışık alkışlarla beraber onları aydınlattı. Hepsi üniversite çağlarında, kızlı erkekli kocaman bir grup vardı, oturdukları yerde sahneye çıkan kadını alkışlıyorlar, o kadından başkasına bakmıyorlardı.
Sanki o kadın önemli biriymiş gibi, sanki o kadın çok önemli şeyler yapmış gibi ve sanki o kadın çok önemli şeylerden bahsedecekmiş gibi sadece ona bakıyorlardı.
Salon dolmuş taşmış, merdivenler var, sığmayanlar oraya oturmuş. Sığmayanlar… Sığmayanların arasında birini daha gördüm, bir adam, diğer öğrencilerden daha büyük, beyaz gömleği ve siyah ceketiyle merdivenlere çöken öğrencilerin arasına oturmuş. En ön sıralar kadın öğrenciler tarafından doldurulmuş, kimseden yer istememiş, ona verilen yerleri reddetmiş olacak ki merdivenlerde kendine yer bulmuş. Gocunmamış oturmuş. Elimdeki kalemin ta sahibi. Hiç vakit kaybetmedim, kimseyi bekletmedim.
“Şimdi size yakinen tanıdığım bir kadının hikayesini anlatarak başlamak istiyorum,” dediğim an seyircilere vuran ışık söndü ve tam tepemden bir ışık huzmesi benim üzerime çöktü. Sahne karanlıkta kaldı, ışık sadece beni aydınlattı. Soluklandım. Kendimi tanıtma safsatasına girmek istemedim, konuşmanın sonunda çok kısa bir cümleyle kendimi tanıtmam yetecekti. Adım değildi zaten burada önemli olan, yaptıklarımdı.
“Kendisi çoğu insana göre şanslı bir ailede dünyaya geliyor. Anne eğitimci, baba eğitimci, refah seviyesi yüksek bir ev, ebeveynleri açısından çok şanslı ve çok güzel bir çocukluk geçiriyor dokuz yaşına kadar. Dokuz yaşında aniden, tek bir gecede anne babasını kaybediyor. Kendisinin şansı biraz daha devam ediyor çünkü o kazada kendisi de var ama sağ çıkıyor arabadan ve ona şans olarak verilen her şey ansızın elinden alınıyor. Maddi manevi aklınıza gelebilecek her şey. Annesi babası, o iyi olan refah seviyesi…” kalemin kapağı elimde ritmik bir şekilde açılıp kapanmaya başladı. Aç kapa aç kapa, sakin ol Efsun.
“Sonrasında kendisine bakacak kimse olmadığı için çocuk esirgemeye gönderiliyor, orada belki de bir çocuğun anne babasını kaybetmesinden daha kötü denebilecek tek şey başına geliyor. Bu kısımlar biraz özeli o yüzden çok girmeyeceğim ama buradaki kadınların aklına geleceği ilk, erkeklerin de biraz daha düşünerek varacağı noktadan bahsediyorum. Evet bir çocuk esirgeme kurumunda yaşanan bir olay bu. Bir insanın bile başına gelmesi yeterince korkunçken bir çocuğun başına geliyor, hem de en güvenli olması gereken yerde. Çocuk esirgemenin adı nereden geliyor biliyor musunuz? O çocuğu koruyacak kimse kalmadığında hayatında, devlet ben korurum der. Çocuğu her türlü kötülükten, zarardan esirgemek temel amaçtır. O yüzden çocuk esirgeme denir ama bazen çocuklar çocuk esirgemede bile korunamaz,” dedim. Sezen geldi aklıma, bu salonda bir kişinin daha aklına geldi muhtemelen. Fetih kızımızı ilk kucağına aldığında ‘seni nasıl koruyacağım’ demişti. İki kilogramlık kızının yanında dev gibi kalmıştı halbuki ama korumak, bu dünyada korumak, bu dünyada bir çocuğu korumak için dev olmak bile yetmezdi. Gözlerimi kırpıştırmadım, Sezen’i karıştırmamam lazımdı bu ana.
“Bu şekilde devam eden iki yıllık sürecin ardından kız çocuğu, yirmi iki kilogram olarak kaldırıldığı bir hastanede çalışan hemşirenin dikkatini çekiyor. Sonrası hukuki süreçler ve o hemşirenin o kız çocuğunu evlat edinmesiyle devam ediyor. O kadın seneler sonra ölmeden hemen önce de şu şekilde vasiyet veriyor kızına; elim elinde, günün birinde kendi küçüklüğünle karşılaşırsan ben nasıl sadece bakıp geçmediysem sen de geçme, çıkar onu yaşadığı cehennemden. Çünkü o kadın gerek yaşı, gerek mesleği neticesinde biliyor bu kötülüklere maruz kalan tek çocuğun ya da tek kadının evlat edindiği kişi olmadığını. O elinden geleni yaptı birini kurtardı ama bunu bir mirasa dönüştürmeli ki kurtardığı da bir başkasını kurtarsın, körelip gitmesin, bir alışkanlık, bir gelenek, adı her neyse ona dönüşsün. Dönüşmeli de zaten.”
Durdum, elimdeki kalemin kapağı düşecek gibi oldu da sıkı sıkı tuttum. Ne sesim titredi ne de burnumun direği sızladı. Sanki bunları bir başkasıymış gibi anlatmak beni de inandırmıştı. Bir başkasının hikayesini dinliyordum adeta.
“Gel zaman git zaman, belki bilenleriniz vardır benim asıl ve sürdürdüğüm mesleğim doktorluk. Kadın doğum uzmanıyım ve mecburi hizmetimi Şanlıurfa’da yapmıştım. Bir gün, mesleğimin ilk ayları, yine nöbetteyim bir kadın girdi içeri, şakaklarından damla damla kan akıyor. Üstü başı kanlanmış, yarası durmaksızın kanıyor. Yanında da bir adam var, kadının kolundan sıkıca tutmuş. Halbuki olması gereken, o yaraya el basmaktır daha fazla kanamaması için. Şimdi mesleğimde yıllarımı devirdim o ana geri dönsem, o adamın yarasına bez basmayıp o kadının kolundan tutmasından anlardım o yaraya kendisinin sebep olduğunu. Neyse aldım kadını içeri, adamı bin bir zorlukla dışarı çıkardım, tedavisine başladım. Kadının söylediğine göre düşmüş. Ben de parçalar yavaş yavaş birleşiyor. Tabi gazlı bezlerle kanı temizlerken boğazda fondötenle kapatılmaya çalışılan her morlukta ortaya çıktı. Ben belki ilk an anlamadım ama bir yerden sonra fark ettim. Bu düşme yarası değil, dışarıda da eşkıyalık yapan adamın da derdi karısının sağlığı değil. Her neyse, mesleğin en başında elbette ki çok toydum. Üstlerim bana kızardı, azarlardı, fırçalardı. Birine müdahale ederken çok tez canlı davranırdım. Daha sakin yaklaşmazdım. O kadını da hemen çekip almak istedim. Hiç eğip bükmeden, yarasının nasıl oluştuğunu anladığımı söyledim, hemen darp raporu almalıyız, uzaklaştırma çıkarmalıyız, aileni çağırmalıyız, şikâyet etmeliyiz ve ekledim, daha çocuğun bile yok seni ona daha sıkı bağlayacak bir bağ yok, hemen bir şeyler yapalım. Çok gençsin. Ben o zaman mesleğe daha yeni başlamıştım, o benden daha küçüktü, o kadar gençti.”
Biliyordum ki bu sözlerim Tuğçe tarafından da dinlenecekti. Onu incitecek hiçbir şey söylememem gerekiyordu. Kelimelerimi dikkatle seçiyordum.
“Bana orada verdiği ilk tepki ne olmuştu biliyor musunuz? Sen kimsin ki bana akıl veriyorsun, iki okul yüzü fazla gördün diye böyle akıl dağıtacağını mı düşünüyorsun, demişti. Bana aniden öylesine öfkelenmişti ki, boğazlayacak sanmıştım. Dışarıda ona bunu yapan o adama bile böyle öfkeli değildi. Tüm öfkesini aniden bana kusmaya başladı. Senin gibiler dedi seversiniz üstten konuşmayı. Ailemi arayacakmış, benim babamın kapısı seninki gibi bana sonsuza kadar açık değil o küçük aklın alıyor mu demişti bana. O bana bunu söylerken anne babamın mezarına kilometrelerce uzaktaydım, bana açık olan kapı değil mezar taşları vardı. Hem de bir değil iki değil… Her neyse, o an birçok şeye kin kustu. Size yemin ederim ki ama söylediği tek bir şeyde bile sandığı gibi avantajlı değildim. Tek bir konuda ondan avantajlıydım, onu söylemedi ama tek bir artım vardı. Ekonomik özgürlüğüm. O an fark etmedim, o da söylemedi ama benim bu kadar rahat ahkam kesmemin en büyük sebebi kendi ayaklarımın üstünde durmamdı. Çünkü bir yeri terk etmeniz gerekirse, oradan çıktığınızda en başta bir çatı bulmanız gerekir ki yağmur sizi ıslatmasın. Çatı bulduğunuz günün gecesinde de karnınız acıkır. Eğer ki ailenizin evinde bile size bir tabak çorba çok görülüyorsa, o çorbayı alacak parayı kazanmanıza giden yola da o yaşınıza kadar hep engeller konulduysa o kapıdan kolay kolay çıkılmıyor. İnsan ne aç ne de çatısız yaşayabilir. Ahkam kestim ya hani ben, çocuk yokken kurtul diye. Sadece çocukların mı çatıya ve bir tas yemeğe ihtiyacı olur? Bunu düşünmeyecek kadar hovardaydım o yaşlarda,” dedim ve birkaç adım gittim öne doğru. Çok korkmuştum insanlar sıkılır benden diye ama çıt çıkmıyordu alandan. Herkes pür dikkat beni dinliyordu.
“Ben o gece gizlice o genç kadının cebine numaramı koydum. Şimdi bakınca bunu yaptığım için bana kızan insanları çok iyi anlıyorum. Onlar bana zarar vereceği için kızmışlardı ama daha da önemlisi o numaranın bedelini kadından çıkarırdı kapıda bağırıp duran insan müsveddesi. Bunu düşünememiştim. Sonra ikimizden de çıktı zaten. Gelip bana saldırıp bıçak çekti hastanenin orta yerinde, o numarayı aldığı için zarar verdi hastama, benden şikayetçi olundu, başka bir doktor arkadaşımın kafasını patlattı vesaire… Bu anlattığım ilk anekdot olsun,” dedim. Biraz sağa doğru yürüdüm, biraz sola, yere baktım, sonra yeniden seyircilere. Zaman geçtikçe cümlelerim de daha rahat akıyordu ağzımdan.
“Sonra biraz daha vakit geçti, çok kötü dönemimdeydim, mecburiden istifamı vermiştim, psikolojik destek aldığım bir süreçten geçiyorum ve Edirne’deyim. O dönem tek yaşıyorum, işin doğrusu yaşamaya çalışıyorum. Bir gece hafif içmişim, tam olarak sarhoş değilim ama aslında beden kendini ne kadar salarsa sarhoşluk da o kadar büyür. Çöktüm rastgele bir sokağın köşesine, ağlıyorum. Derdim o kadar büyük sanıyorum ki, o sokakta, hatta o şehirde yaşayan hiç kimsenin canı benim kadar yanmıyor sanıyorum. Ne oldu biliyor musunuz?” diye cevabı sadece bende olan bir soru sordum. “O gece benim ağlayış sesimi bir başka kadının ağlayış sesi bastırdı. Kendisi ismini vermemi istedi, iznini aldım. O yüzden konuşmanın devamında ismini kullanacağım. Ki bence herkes ismini duymalı, ki bence en çok o konuşmalı, en çok o anlatmalı,” dedim. Fetih’le göz göze geldik ilk kez. Ayşen ona hâlâ bazen kötü davranıyordu ama Sıla’nın hatırına hiçbir şey söylemiyordu. Ya da öyle iddia ediyordu. İşin doğrusu o değildi. Fetih sadece Ayşen’in nasıl bir hayattan geldiğini biliyordu, ona kızmayı kendine yakıştırmıyordu Ayşen ona ne derse desin.
“Oturduğum sokakta bir evde adeta kıyamet kopmaya başladı. Bağırışlar, ağlayışlar, kırılma sesleri… İnsanlar balkona çıkıyor, cama çıkıyor, kendi aralarında konuşuyor ama kimsenin de bir şey yaptığı yok. Hatta alışmışlar, biraz konuşup evlerine geri dönüyorlar. Sanki bu bir tiyatro oyunu, izleyip kaçışıyorlar. Fark ettim ki polis bile aranmıyor. Bir insanın kulağı çocuk gürültüsüne, kuş vızıltısına, insan kalabalığına aşina olur. Bir insanın kulağı bir kadının bağırmasına aşina olacaksa duymayı bıraksın. Çok netim bu konuda, bize dokunmayan yılan bin yaşamaz. Başkasına dokunan yılan yarın gelir bizi sokar da demiyorum, o yılanın bir başkasına zarar vermesi yetmez mi önlem almamıza? Yetmeli. Yetsin, lütfen yetsin. Hemen polisi aradım ama gelene kadar, bir dakika on dakika fark etmez, içeride o kadının ölmeyeceği ne malum? Belki biraz kafam güzeldi diye ya da eşim der ki; senin cesaretin gözü kara bir cahillik. Belki de haklı bilmiyorum,” dedim ve gülümsedim ama bakmadım. Dikkatimi dağıtmaması gerekiyordu ama onun yüzünde buruk bir gülümseme oluştu biliyordum.
“Aldım elime birkaç taş, evin pencerelerine atmaya başladım. Bağırmaya başladım sokağın ortasında. İmdat, kadını öldürüyorlar, diye” tam da tahmin ettiğim gibi bir kıkırtı koptu salonda. Çünkü ben bir ilkokul öğretmeninin masal okuması gibi mimiklerimle canlandırmıştım bu cümleyi. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu ve insanlara baktım, birkaç kadınla göz göze geldim. İlk onların gülüşleri soldu. “Biraz komik geldi değil mi böyle seslendirince? Şimdi bir kez daha kurmak istiyorum izninizle bu cümleyi,” durdum, tüm mimiklerim değişti, sesim alçaldı, harareti gitti sadece acı kaldı. “İmdat! Kadınları öldürüyorlar.” Az önceki kıkırtıdan derin bir sessizlik kaldı geriye. Bu cümle hangi komedi oyuncusunun ağzından çıkarsa çıksın güldürebilecek bir cümle değildi. Bu cümle öylesine etki yarattı ki, bu kısmın fragmanda kullanılacağını, her yerde bu cümleyi iki kez söylediğim anın paylaşılacağını söylerken bilmiyordum.
“Şimdi hemcinslerim özellikle anlayacaklar beni, bazen çıkıp yolun ortasında böyle bağırasımız geliyor değil mi? Avazımız çıktığı kadar. Hepimizin. Bazen özne değişiyor hatta, öldürülüyoruz diye isyan ediyoruz. Ben o gece ne yaptım farklı olarak? Bir kadın öldürülmeden bağırdım. Zamanlamam kabul iyiydi. Sussaydım, öldürülecekti. O gün olmazsa ertesi gün. Ben avazım çıktığı kadar bağırmasam yüklem değişecekti. Bir kadın öldürüldü denecekti. O yüzden çekinmeyin. Bağırın. Buradaki herkese söylüyorum, bağırın. Kadın erkek fark etmez. Geç kalmadan bağırın. Ben bağırınca, camları taşlayınca ne oldu peki? Az önce evlerine giren insanlar yavaş yavaş dışarı döküldü. Ben bağırdıkça onlar da bağırdı, erkekler öne çıktı kapı yumrukladı, kadınlar taş aldı eline. Size bir şey itiraf etmek istiyorum,” dedim ve onlara bir adım daha yaklaştım.
“Biz motivasyona muhtaç bir ülkeyiz. Bize biri önderlik yapmazsa, biri çıkıntılık yapmazsa, biri elini taşın altına koymazsa taşın altında kalacak bir ülkeyiz biz. Bu ülke dürtüsüz çalışamayan insanlarla dolu. Arada başkaldıran insanlar olmazsa, ortalığı yakıp yıkan, vurup kıran insanlar olmazsa baş kaldırmaya potansiyeli olan insanlar bile söner gider. Ben kimseye fiziki bir zarar veremem. Bu hayatımın hiçbir anında mümkün olmadı. Size yemin ederim ki o taşı atarken amacım o pisliğin kafasını yarmak değildi, onu durdurmaktı. Kapı açıldığında o şiddet gören kadını, Ayşen’i, oradan çıkarırken komşular, kadınlardan biri o adamın kafasına bir taş attı. Tekte denk getirdi, yardı kafasını. Bakın benden cesur o, ben yapamazdım, kafasına atamazdım. Doktorum, o kafayı yararsam, müdahale etmesi gereken de benim. Benden daha gözü kara, hiç beklemeden taşladı adamı ama o taşı atmak için, belki her sabah selam verdiği Ayşen’i o evden kurtarmak için benim ilk taşı atmamı bekledi. Diğerleri gibi. Ayşen o gece eli yüzü kan içinde geldi karşıma. Ayakta durmaya takati yoktu, gören kendini zor taşıyor der ama kucağındaki kızıyla çıktı o evden. Evet Ayşen’in bir tane de kızı vardı.”
O günler birer birer döküldü önüme. Sıla Sezen’den bile küçüktü, şimdi kocaman olmuştu kızıma ablalık yapıyordu. “İlk yaptığım kızını kucağından almak oldu ve kızını güvenli bir ele bıraktığı gibi yere yığıldı Ayşen. O zaman anne olmamıştım daha, çok etkilenmiştim bundan. Ayakta duracak halin yok, fizik kurallarını çiğniyorsun da bedenin sana ağırken bir başka bedeni taşıyorsun. O gece ifadeden ve hastaneden sonra Ayşen’i ve kızını evimde misafir ettim. Hiç unutamıyorum bunu, Ayşen onlara kurduğum sofradan tek bir lokma bile yememişti sadece kızına yedirmişti. Bir yudum suyumu bile içmemişti. Bana seneler sonra, tesadüf eseri, iki lafın arasında söyledi sebebini. Ben iştah mı kaldı demiştim o gece, tabi yiyemez. Halbuki yediğinin bedelini ödeyememekten korkmuş, kızını doyurmaktan başka çaresi yokmuş ama kendisi aç kalabilirmiş. Ayşen’e hep yediği bir lokmanın hesabını sormuşlar çünkü, gülüşünün, aldığı bir parça kıyafetin, fazladan konuştuğu bir cümlenin, uyuduğu bir saatin. Ayşen’e hep hesap sormuşlar. Misafir bile olmamış çünkü misafir yediği yemeğin karşılığını nasıl veririm diye düşünmez. Ayşen onu da düşünüyordu. O gece bana hiçbir şey anlatmadı, sonraki gün dili biraz biraz çözüldü. Hani bana kızan hastam var ya, tek bir konuda bana laf etmedi ama beni onun önüne geçiren tek bir avantajım vardı diye. Ayşen bana, hastam gibi hiç öfkeyle bakmadı ama imrenerek baktı. Asla bastırılamayacak bir kadın Ayşen, ona rağmen sindirmişler. Ölesiye dövüldüğü bir gün annesini aramış ‘öleceksek kocanın evinde öl’ denmiş, iş bulup çalışmak istemiş çocuğuna bakan olmamış böyle bir şeye kalkıştığı için de evdeki müsveddenin şiddeti artmış, ağabeyini aramış ondan aldığı yanıt ne olmuş ya? Burada bir kıyafetimizle, gülüşümüzle, saçımızı savuruşumuzla ya da dümdüz duruşumuzla bize çok rahat bir sıfat takılıyor ya, buradaki tüm kız kardeşlerim beni anladı dillendirmek bile istemiyorum bunu, Ayşen’e bu ağabeyi tarafından ağız dolusu söylenmiş her seferinde. Çok uzun süre de söylenmeye devam etti, pes edene kadar sürdürdü bunu,” dedim. Senelerce sürmüştü bu, Fetih devreye girmek istemişti, ki ben müdahale etmeyecektim, Ayşen izin vermemişti. Bana açıkça demişti ki Benim orospu olmadığımı bir başka erkeğin dayağıyla anlamayacak, kendi kendine anlayacak. O nasıl isterse öyle yapmıştık. Onun dediği de olmuştu.
“O gün bana demişti ki mesleğimi öğrenince, benim de olsaydı Efsun, tutunacak bir dalım, kızımın karnını rahatlıkla doyuracağım bir kapım olsaydı, aileme bile dönüp bakmazdım. Biraz yol yordam bilseydim böyle olmazdı. Benim ne yol yordam öğrenmeme izin verdiler, ne yolsuz yurtsuz kaldığımda sırtıma dokundular. O yüzden bugün size bir prenses hayatı sunan biri bile çıksa karşınıza, gerçekten size sunacağı hayat bir masaldan fırlama bile olacak olsa sakın ola ki ayaklarınızı yerden kaldırmayın. O prensler bir canavara dönüşür, dönüşene kadar size yürümeyi unutturur ve yolsuz yurtsuz kalırsınız. Hiçbir masal, sizin yürümenizden daha keyifli değil. Ayşen’e hiçbir zaman tabi bir masal yaşatılmadı. Çocuk gelindi, çocukken anne oldu, ona rağmen dişlerini hiç kaybetmedi. Sanmayın ki boyun eğiyordu o geceye kadar. Kadın sığınma evine gitmiş bir dönem. Deneyebileceği her yolu denemiş. Pes etmemiş bir an bile. Kadın sığınma evi, kulağa çok kurtarıcı geliyor değil mi? Hiç giden bir kadınla konuşma fırsatınız oldu mu?” diye sordum ve kalabalığa daha ayrıntılı baktım. Birçok kafa iki yana sallandı. Tam da tahmin ettiğim gibiydi.
“İnsani olmayan şartlarda olan bir hapishaneden kadını alıp insani şartları olan bir hapishaneye altı ay süreyle koymak, o kadını kurtarmak mıdır peki? Ya da altı ayın sonunda o kadına hayatta kalması için, yeniden o eve mecbur kalmaması için istihdam sağlanmıyorsa o kadının ömrünü altı ay uzatmaktan başka bir faydası olur mu? Bu sorulara burada cevap aramayacağım, bu cevaplar çok da zor değil çünkü. Kadın ayakta kalmak istiyor, kimse durup bunu demiyor. Kadın kendi hayatını kurmak istiyor, bunu düşünmüyor. Kadın bunca yıldır tecrübesiz bırakılmış, istihdam sağlanmalı, bu altı ayın sonunda onu bekleyen bir başka hayat olmalı, bir iş sağlanmalı, bu Allah’ın cezası parayı kazanabileceği bir imkân sağlanmalı. Altı ay balık verilmemeli, balık tutmayı öğretmeli. Okyanusun içine bırakıyoruz yine, dememiş kimse. İki ayrı kadını anlattım size, ikisinin de elini kolunu bağlayan ortak bir nokta vardı. Dezavantajları çok benziyordu ama adımlarını tıkayan şey ortaktı. Onlar çabasız değildi. Bakın bunu sakın unutmayın. Onlar yattıkları yerden bir şeyler çözülsün diye beklemiyordu. Yürümeyi onlara unutturmuşlardı ama yine de yürümeyi öğrenmek için deli gibi çalışıyorlardı. İnsanoğlu kendine sınırlar koymayı sever. Belli bir yaştan sonra yeni bir dil öğrenemez sanır, bisiklet süremez, ehliyet alamaz sanır. Düşünün, hepinizin geç kaldım diyerek vazgeçtiği mutlaka bir şey vardır. Şimdi bir kez de şunu düşünün, bazı kadınlar belli bir yaştan sonra yeniden yaşamayı öğrenmeye çalışıyorlar. Yolları ne kadar zor tahmin edebiliyor musunuz?”
Bazı gözler gördüm, buğulu bakmaya başladı. Belki annelerini, belki kendilerini görmeye başladılar. Ben sadece Ayşen’den bahsetmiyordum biliyordum. “Ayşen gibi kimseye minnet etmeyecek birini iki günden fazla evinizde tutamazsınız, görebiliyordum bunu. Ne yapabilirim diye düşünüyorum bir taraftan, diğer taraftan kendi acımı unutmasam da sarsılmışım. Bu dünyadaki en büyük acı senin değil anla artık bunu demiştim kendime. Yanlış anlamayın acı kıyaslanacak bir şey değil. Acı arasına büyüktür küçüktür işareti konulacak bir şey de değil. Onun acısı beni avutmadı ama onun acısı, bana kalk ayağa Efsun dedirtti. Çünkü Ayşen’in elinden tutmam için önce ellerimi yıkamam lazımdı. Önce kendimi toparlamam lazımdı. Ayşen bunu kabul etmiyor ama o da bana güç verdi. İkimiz de yurtsuz kalmıştık. Kadın kadının yurdudur, bilirsiniz. Bilin. Aksi cümleyi kullanıyorsanız kullanmayın. Kullandırtmayın,” dedim bastıra bastıra.
“İkinci günüydü benim evimde, akşam yemeğinden yesin diye yemeği ondan yapmasını istedim. Yaparsa kendini borçlu hissetmez, daha rahat hisseder, daha rahat yer diye. Hiç ikiletmedi, girdi hemen bir çırpıda yaptı. Benim kıytırık iki yemek çıkaracağım zamanda evde ne varsa, çıkarabileceğinin en iyisini çıkardı. Bir günümü alacak bir masa kurdu. Soğan doğradı bol bol, ağlamak için. Elini kesti, bardak kırdı. Hiç gitmedim yanına. Oturdum kızıyla resim çizdim. Yaptığı yemeklerin tadına bakınca asıl vurgunu hissettim. Gözümün önünde yapmasa o yemekleri inanmazdım ben onun yaptığına. Dışarıdan alıp gelmiş de demezdi, normal sıradan bir restoran yemeği de değildi. Ayşen bunları sen mi yaptın dedim yine de. Tutamadım kendimi. Ben yemek yapmayı severim, dedi sadece. Zaten başlarda az konuşurdu. Benim böyle büyükten küçüğe sıralanan toz pembe bir tencere takımım vardı, sadece kızı o tencereyi gösterip dedi ki anne bize de böyle alalım mı?” Sıla’nın bu cümleyi kuruşu hâlâ kulağımdaydı. O zaman gülümseyerek Sıla’ya bakmıştım. Onlara verebileceğimi söyleyecektim annesinin sesini duymasam.
“Aldığı onca darbeye rağmen tek bir gözyaşı dökmeyen Ayşen, bu soruyla hıçkıra hıçkıra ağladı,” yutkundum. Derin bir nefes aldım. “Ayşen’in evinde sadece iki tencere varmış, birinin dibi yanmış. Ayşen bunun için bile şiddet görmüş. Şiddet gördüğü akşam hiç ağlamamış ama kızı o toz pembe tencerelere bakınca hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yaratıcı Ayşen’i bir şef olarak yaratmıştı ama insanoğlu ondan bir tencereyi bile esirgemişti. Bu çok afili bir cümle gibi duruyor ama tamamıyla somut bir cümle. O gece hiç uyumadım, Ayşen ağlamaktan helak düşüp uyudu ama ben hiç uyumadım. Bir şey yap dedim o gece kendime, bir şey yap Efsun. İnsanlar yapamıyor, yetkililer yapmıyor. Bir şey yap. Elinde maddi imkân var, elin iş tutsun bir şey yap. Zena o gece kuruldu. Zena ne demek biliyor musunuz peki?” dedim yine. Cevap alamasam da sormak iyi geliyordu.
“Üç farklı dilde, uğradığı ses değişimlerini saymazsak, kadın demek. Kadın. Madem Ayşen bir şef olarak yaratıldı, madem benim de tencere alacak gücüm vardı o zaman hiçbir bahane de olmamalıydı. Ben hep maddi açıdan refah içinde yaşamış biriydim. Çok şey alındı benden, çok kayıp verdim, çok kaybettim ama hiç parasızlık ne bilmedim. O yüzden parayı nasıl harcarım onu da bilmedim. Yatırım ne bilmedim. Hâlâ bilmem. Anlamam. Doktorum ben. Benim için ikinci evin ikinci arabanın bir anlamı yoktur. Çünkü benden bir tane var ve ben birini ancak kullanabilirim malın mülkün. Maddi yokluk görseydim belki ben de yatırım yapmayı bilirdim ama görmedim. Açık açık söylerim bunu ama şunu da bilirim. Ben bir tek maddi yokluk görmedim. O yüzden o gece karar verirken Zena’ya içim rahattı. Neyim var neyim yok harcardım gözüm kapalı Zena’ya. Batma ihtimalini hiç düşünmedim çünkü Ayşen böyle yemek yapmaya devam ederse mümkün değildi bu. Çok inandım o gece. Ayşen’e bu fırsat verilirken başarısız olma şansı yoktu ama söz konusu sadece Ayşen miydi? Ayşen sadece bir simgeydi. Ayşen tek değildi. Çoktu. Biliyorum burada bile, bu kadar kısa zamanda Ayşen yerine bir başkasını görüyorsunuz. Çoğunlukla annenizi. Bazılarınız kendinizi. Belki bir yakınınızı. Ben şahsi bir olayı değil, topluma mâl olmuş bir olaydan bahsettim çünkü.” Kim bu olayı şahsileştirdiyse kendini yalnız hissetmesin istiyordum.
“Beş kadınla başladım bu işe, Edirne’de orta halli bir mekân tuttum. İlk tencere aldım Ayşen için. Hesap kitaptan çok anlamam, gittim bu ülkenin en iyi üniversitelerinden bursa ihtiyacı olan işletme, ekonomi okuyan birkaç kız öğrenci buldum. Ne yapalım nasıl yapalım dedim. Denedik yanıldık, birkaç ay zarar bile ettik. Edelim, ne olacak ki dedim? O beş kadının hepsinin ayrı ayrı hikayesi vardı. Daha önce pavyonda çalışmak zorunda kalmış, toplum tarafından mimlenmiş biriydi mesela ilk işe aldığım kişi. Ben arkada çalışayım dedi, patronluk yaptım hayır dedim önde çalışacaksın. Seni görmek istemeyen gelmesin, onunla batmam ya ben. Kocasından boşanmak istiyordu ikinci kişi, bebeğini ailesi istemiyordu, bırak gel diye şart sunmuşlardı. Ne bebeğini bıraktı ne de o adama tahammül etmeye devam etti. Alının teriyle yaptı bunu. Para kazandığı için ailesi hiçbir zaman sana ya da çocuğuna biz bakıyoruz diye üstüne çullanamadı. Kazandığı parayla hem kendine ve çocuğuna baktı hem ailesine destek oldu. Rencide edilmedi, ona zulmeden evliliği bitirdiği için pişman da edilmedi. Her şey güllük gülistanlık mıydı peki? Açtığım restoran ikinci ayındayken taşlandı. Ben sana bakmasam yiyecek ekmek bulamazsın diye babayiğitlik yapan bir müsvedde, kadının kendi ayakları üstünden durduğunu görünce camı çerçeveyi biz içerideyken indirdi. Ben o gün usta çağırdım, yeniden yaptırdım da açtım yine Zena’yı. Geçtim bahçesindeki masalardan birine oturdum. Geldi yanıma arkadaşım, işten çıkmayı teklif etti. Kafamıza taş yağdırdılar diye kendini suçlu gördü. Sen çıkarsan ben tümüyle burayı kapatırım, herkes işinden olur diye tehdit ettim. Bakmayın böyle sevimli halime, ben var ya…” dedim ve doğru kelimeyi ilk kez bulamadım da Fetih’e baktım. Parmak uçlarını şakaklarına dayamış çöktüğü yerden beni izliyordu. Göz göze geldiğimizde gördüğüm ilk şey o gülümseme oldu? Nasıl bir gülümsemeydi? Bardaktan taşan, odaya sığmayan, her taraftan fırlama gurur dolu bir gülümseme. Fetih… Benim güzel sevgilim.
“Çok tehlikeliyimdir ben.” Başını salladı ağır ağır, destekledi tehlikemi. “Şu kök söktüren, zehir kusturan patronlar vardır ya, oyum ben. Pek fenayım, bakmayın gülen yüzüme. Neyse ki devlet memuruyum, yoksa vah benim patronluk yapacağım insanlara. İhtilal döneminde yaşasam, ihtilal benim yüzümden çıkardı. İşçi hakkı nedir bilmem, işten mi çıkacağım der, çıkarmam. İzin vermem,” insanlar güldüler bu dediğime. Sanıyorlardı ki şaka yapıyordum ama Fetih farkındaydı altında yatan gerçeği. Ben izin versem Ayşen şimdiye kadar kaç kez istifa ederdi kim bilir.
“Taşlandık, iftiraya uğradık ama kimse Ayşen’in bir limonlu kekini yenemedi. Kimse o tencerelerde pişen yemekleri yenemedi. Bir kişi yarın yanında beş kişiyi getirdi. Beş kişi yirmi beş kişiyi. Ben çok kazandım diye sevinmedim ama ne kadar çok kişi gelirse o kadar çok çalışana ihtiyacım olur diye sevindim. Çünkü sadece Zena’nın yemeklerinin, limonlu kekinin namı yürümüyordu. İşe aldığım insanların da durumu yayılıyordu. Bir hayır kurumu değildi orası ama başvuranlardan önceliğim dezavantajlı kadınlardı. Erkeklerin başvurusunu zaten kabul etmedim bile. Buradakiler kusura bakmasın, ben eşitlik değil, üstünlük istiyordum Zena’da. Çünkü oradaki her kadın ataerkil düzenden çok çekmişti. Ben feminist değilim, savunmam da. Bana göre eşitlik için biz çok çektik. Eşitlikle yetinemeyecek kadar çok zarar gördük, çok mücadele ettik, çok öldük, çok gömüldük. Zaman eşitliği geçeli çok oldu. Üzgünüm. Katılan vardır, katılmayan vardır ama artık eşitliğin tatmin edeceği noktada değiliz. Ölmeseydik bu kadar, ben de eşitlik isterdim ama hikayesi yarım kalmış çok kadın varken, bana göre eşitlik onların hakkını onlarla bırakmak gibi geliyor. O yüzden Zena’da hep kadınlar üstündü, hep öyle kalacak,” diye açık açık söyledim. Feminizmle aynı noktada değildik, o yüzden söylediğim hiçbir şey o tarafa zarar versin istemiyordum.
“Böyle böyle ilerledi, önce olduğumuz yere sığmadık, sonra şehre. İlk atılım İstanbul’a oldu. Edirne benim göz bebeğim. Orayı hep apayrı seveceğim ama Zena’nın asıl yolunu açan İstanbul oldu, işin içine kadın sığınma evleri girdi. Gerekli her yerle iletişime geçtim. Araya ne kadar insan varsa soktum, torpil mi gerekti o insanlara ulaşmam için buldum. Orada eğitim alıp çıktıktan sonra isterlerse gelecek bir kapıları oluyordu. Ben bu istihdamın nasıl sağlandığını gizli tutuyordum en başta. Yani açıkçası kimseyi ilgilendirmiyordu geldikleri yerdeki çalışanların hayatları ama sonra nasıl oldu bilmiyorum, araya çok fazla kişiyi soktuğum için muhtemelen biri bunu art niyetsiz olarak duyurmaya karar verdi sanırım. Çünkü bu bir yerde kabullenmesem bile sosyal projeydi. Yerel gazetelerden başladık ulusal gazetelere doğru ilerledik. Haber siteleri, kanallar derken iş çığırından çıktı. Ayşen’i az kalsın elimden kaçırıyordum. O bu işe başladığımızda sanıyordu ki sadece Edirne’de küçük bir yerin mutfağını yönetecek ama ilgi arttıkça ve olay büyüdükçe ilk günkü kadar telaşlanır, hâlâ beni arar ve der ki ‘Efsun ben istifa ediyorum!’”
Şimdiye kadar ilk kez Ayşen’le alakalı ilk kez bir duruma güldüler. Ellerimi başımın üzerine koydum ve yere baktım. Ayşen yüzlerinde biraz daha gülümseme yaratsın istedim. “Çünkü Zena ilerledikçe, Ayşen tam olarak bu beden diline dönüşüyor. İş yükü de artıyor onu da anlıyorum ama yapacak bir şey yok… Ayşen Zena’nın kalbi. Zena büyüdükçe ben değil, Ayşen bilinmeye başladı. Efsun kim diye sorsanız tüm çalışanlar bilmez ama Ayşen’i bilir. Alabileceği en iyi eğitimleri aldı, en iyi yerlere gitti. Çünkü her yetenek geliştirilmezse körelir. Ayşen biri yanık iki tencereye rağmen bu kadar diri tuttuysa, eğitimini alırsa nasıl bir hale dönüşür tahmin edebiliyor musunuz? Ben edemedim gördüm. Fransız bir şef bir kez Türkiye’ye geldi, eşi hastaydı ameliyat olacaktı. Belki yaptığım ayıp bir şey ama kadına mezun olduğum okuldan bir profesör buldum. Tam bana minnet borcu varken, Zena’nın durumunu ve amacını anlattım. Bir kez, reçete vermese de olurdu, sadece bir kez Ayşen’le kruvasan yapmasını istedim. O kadına milyonlar teklif etsem belki vermezdi o tarifi ama duygusal boşluktaydı biraz, bir de kadındı. Başına sıfat eklemeden söylüyorum, kadındı. Kadınlardan bahsettim. Gözlerindeki o gülümsemeyi gördüm, tamam olduğunu anladım o gün. Bir kez Ayşen’le kruvasan yaptı. Şu yurt dışından gelen insanların bile Fransızlardan iyi dediği kruvasanı Ayşen yıllardır tek bir görüşte kaptı, yapıyor. Ayşen’e bir şey öğretmek için çabalamazsınız. Ayşen köşeye geçer göz ucuyla sizi izler ve biter. Peki Zena’yı tek taşıyan Ayşen miydi?” dedim, arkadaki ekibi göz ardı etmemem gerekiyordu, herkesten bahsetmem gerekiyordu.
“Hayır sadece onun ismini kullanabiliyorum diye en çok ondan bahsettim. Mutfakta bulaşıklar temiz yıkanmasın, yemekler ne kadar güzel olsa da koyacak tabağım olmaz. Kapıda gelen misafirler gülen yüzle karşılanmasın bir daha gelmezler, muhasebe işi düzgün dönmesin benim orayı batırmam bir haftamı alır, stajyer kızlarım olmasın elimiz ayağımız yarım kalır, bahçemdeki çiçeklerime bakılmasın, o abartıla abartıla bahsedilen bahçe konseptimiz yok olur, burada tek bir kişiyi bile çıkarsaydık denklemden Zena’nın şimdi İtalya’da şubesi olmazdı. Sadece İtalya’da değil, isim hakkı isteyen başka yerler de oldu. İsim hakkına yanaşmıyoruz, rutinleşmesini istemiyoruz. Kadının adı geçecek her yer bizim olsun, kadınlardan oluşsun istiyoruz. Oradan gelen gelir yine buradaki kadınlara akıyor ama kadınlardan gelsin istiyoruz. Ayşen ve ekibi var mutfakta, her yeni açılan yere en az bir aylık zamanla o ekibi gönderirim. Biliyorum çünkü o ekibin elinin değdiği yer sağlam olur. Şimdiye kadar tek bir şubede bile beni şaşırtmadılar. Artık dillerinin yetmediği yere gidiyorlar ama yetenekleri yetiyor. Çünkü izin vermedik, bir erkeğin boyunduruğu altında hayallerinin, hayatının, çabasının sönmesine izin vermedik. Tek ihtiyaçları ekonomik özgürlüktü, bir de hor görülmeden ekmek paralarını kazanmaktı. Dünyada bundan kolay iş olmaması lazım. Bu kadar çalışkan kadınların buna ulaşması bu kadar zor olmamalıydı. Zorluğu kaldırmak için ilk adımı attım. Birazcık başa dönelim mi, elime taş alıp ev taşladığım zamana?”
Kalemi iki avucumun arasına aldım ve sineme yakın bir yerde tuttum. O baştaki yabancı gözlerde gördüğüm neydi? Hayranlık mı? Daha neler… Ya en öndeki bakış? Merdivenlere çökmüş adamın bakışı? Onun hayranlığını nasıl inkâr edebilirdim? Ben onun göz kırpışından bir olay için ne tepki vereceğini bilirdim. Bunu mu inkâr edecektim?
“İlk taşı atmazsam kimse taş atmaya cesaret edemezdi ama o ilk taştan sonra benden daha cesaretli oldular demiştim. Süreç değişti ama sonuç değişmedi. İlk taşı attım sonra benden daha cesur taşlar atıldı. Bu ülkedeki ünlüler, önemli şefler, haber kanalları, hayırseverler, sporcular, sanatçılar… Sayısız isim müdahil oldu duruma. Biz ne yapabiliriz dediler. Orası çıktı dedi ki biz tüm mutfak ekibine gönüllü olarak bu eğitimi vermek istiyoruz, bir başka yer çıktı dedi ki bu şubenizin açılışında biz sponsor oluruz, Beşiktaş spor kulübü dedi ki ödül yemeğini sizin restoranda vereceğiz, Arkasından Fenerbahçe geldi, bir başka oyuncu şubemizden yemeklerimizden öve öve bahsetti, reklamın r’si kullanmadan reklam yaptı. Zena bugün bu yerlere tek bir etkenle geldi aslında, insanların motivasyonu bu oldu. Kadın gücü. Kimse bize bağış yapmadı. Kimse kimseye sadaka vermedi. Kimse de yardım istemedi zaten. Geldiler, yemeklerini yediler, muhteşem şekilde ağırlandılar ve günün sonunda memnun ayrıldılar. Bunu ne sağladı? Oradaki ekip. Kadınlar. Kadın gücüydü bu. Herkes buna tutundu. Altını çiziyorum. Kadın gücü. Güçlü kadın demiyorum, güçlü kadın yoktur çünkü. Güçlü insan vardır ve kadın gücü esastır. Ben son nefesime kadar bunu savunacağım. Bu öylesine bir olgu ki yaratılışımızda var. Hiç kriz geçirip tüm ailesini öldüren bir kadın duydunuz mu? Hiç psikolojisi bozuk olduğu için eşini katleden bir kadın duydunuz mu? Bunca yaşanan şeye rağmen, bunca soruna, bunca baskıya rağmen duydunuz mu bunları?” bu başlıkların öznesi kimdi burada herkes biliyordu, biliyordum. Ayrıştırmadım, dile getirmedim.
“Biz doğarken baş etmeyi öğrendik. Bir erkekte yirmi yaşında oturan bilinç, bir kız çocuğunda on yaşında oturmaya başlamıştı. Çünkü içinde doğulan ailede başlıyordu bazı insanlarda, bazıları için okulda, bazıları için evlendiğinde, bazıları için iş hayatında. Bize mücadelesiz var olabileceğimiz bir alan bırakmadılar çünkü. Durduğumuz an, ensemize bizi sindirmek için çökecek insanlar vardı. O yüzden karşı cinsin bazı dertleri biz kadınlar arasında alaydır. Erkeklerin bir kısmı çirkin oldukları için sevilmediklerini dert eder, bir kısmı ataerkilin bir ürünü olan erkek çalışsın ailesine baksın düşüncesinden dert yanar, bir kısmı kadınların nefretinden söylenir. O dertleri dinlerken biz çok geç saate kalmadan eve gitme derdine düşeriz, konum atma derdine, biber gazı mı taşısam telaşesine, tek parça kalır mıyım korkusuna, babam abim geç kaldım diye bana zarar verir mi, biri beni takıntı haline getirir mi derdine düşeriz. O yüzden eşitliği savunmuyorum. O yüzden kadın gücüne inanıyorum. Bu güçle doğmasak bunlar baş edilebilecek sorunlar değil. Bunları yirmi yaşında bilinçlenmeye başlayan karşı cinse yüklesek kaç gün dayanabilirler? Tekrar söylüyorum. Güçlü kadın değil, kadın gücü. Okuduğunuz kitaplarda, izlediğiniz dizilerde, ailede, toplumda, iş hayatında… Her yerde, son dönemde popüler bir söylem haline geldi güçlü kadın. Kimse durup demiyor, yeter! Bizi kendi içimizde ayrıştırmayın bari. Yeterince ilgilendiğimiz sorun var, bizi zaten kendi aramızda yeterince bölüyorsunuz. Evli kadın, bekar kadın. O kadın anne olmuş, diğeri olamamış. O güzel, bu değil. Eşine yeten kadın, evine bakamayan kadın. Evinin kadını, çalışıyor evine bakmıyor kadın. Evde yan gelip yatan kadın, çalışıyor evine destek oluyor kadın. Şöyle sağ baştan söz versem tüm kadınlara son sıraya kadar beklemeden gideriz değil mi? Yok benim ayrıştırıldığım bir alan hayatımda diyecek olan var mı?”
Baktım, tek kişi söz istese ona kadar mikrofon gönderecektim. Bunu, bu toplumda nasıl başardığını soracaktım ama ses soluk çıkmadı, hatta başlar iki yana sallandı. “O yüzden ben ne yaparsam yapayım, ya da Ayşen neler başarırsa başarsın, ya da bir başka kadın ne için direnirse dirensin güçlü kadın diye kimseyi alkışlamıyorum. Çünkü bu bir ayrıştırma. Güçlü kadın olduğunu söylemek, ondan zaman zaman güçsüz olma hakkını da almak. İnsan bazen güçsüz de yere çökebilmeli. Ağlayabilmeli mesela, ağlamayı unutacak kadar kendini paralamamalı. Ayakta durmaya mecali kalmamış, direnecek tüm gücü çekilmiş insanı da güçsüz diye yargılama hakkı doğuruyor. Kadın, kadındır. Önüne hiçbir sıfat koymayacağım ama kadın gücünden de hep bahsedeceğim. Bu gücü işe emeğe dönüştürmek için de çabalayacağım. Sindirilmesin diye de uğraşacağım. Gidenler bize mücadelesini bırakıp gidiyor, o yüzden onlar için de var olmak zorundayız. Sanmayın ki bu anlattıklarım kadar dışarıdan büyük gözüken şeyler şart. Değil. Kimin gücü neye yeterse. Bazen bir kadına mendil uzatmak, otobüsten inerken tek kaldığını görünce inince beni ara demek, gülümsemek, bir şeye ihtiyacın var mı diye sormak, kolundan tutup sen bu değilsin diye sarsmak, ona yolunu şaşırdığı an yol göstermek her şey bu müdahalenin içinde. Zena’nın önünden geçerken, oradaki ekip arkadaşlarımdan birine bugün muhteşem gözüktüğünü söylemek de bir destek, gelip bir bardak suyumuzu içmek de, bu söylediklerimden tek bir fayda almanız da. Bunlar bir bütün. Biri bile diğerinden fazla değil. Çünkü bir savaşta kurşunun küçüğü büyüğü olmaz,” dedim. En orta yere geldim. Tam ortada olmak, bir uçta kalmamak, merkezden seslenmek istedim herkese. Gülümsedim, bana bakan insanlara.
“Bu savaşımız bir gün bitecek,” dedim, inanarak. İnanmadan tek bir cümle bile kurmadım bugün. “Evet savaş. Abarttığımı düşünenler olacak ama ben biraz olsun bile abartmıyorum. Ataerkil düzende savaşlar üstünlük kurmak için yapılır. Biz kadınlar üstünlüğün peşinde değiliz ama, o yüzden öldürerek savaşmıyoruz zaten. Savaş kelimesini abartılı bulan olduysa da biz bu düzende savaşın öldürmekten geçtiğini öğrendik ama biz savaşırken bile bu ataerkile hizmet etmeden savaşacağız. Haklarımız, özgürlüğümüz için savaşıyoruz. Bizim derdimiz, bir karış daha toprak, biraz daha mühimmat, egosal savaşlar değil. Biz yaşamak için savaşıyoruz. Ve inanın, ben daha haklı çok az dava gördüm. Son nefesime kadar durmayacağım. Tıpkı evdeki iki tas çorbadan birini diğer kız kardeşine veren kadın gibi. Kazanacağız da. Bizden sonra başkaları devralacak ama bitmeyecek bu mücadele. Pes etmeyeceğim çünkü ben söz verdim. Bir kez daha başa dönelim mi? Hani size en başta küçük bir çocuktan bahsetmiştim. Çocuk esirgeme bile koruyamamıştı da, bir kadın kurtarmıştı onu. Son vasiyeti de başka çocuklar olmuştu. O çocuğu da sözlerimi tamamlamadan önce tanıtmam lazım. Onun da ismini vermem lazım, çünkü onun mücadelesini veriyorum ben yıllardır,” dedim ve başımı dik, çenemi sivri tuttum. Herkesin elleri beni alkışlamak için hazırda duruyordu. En önlerdeki beyaz gömlekli adamın elinde gömleğinin tam zıt renginde bir demet gül vardı. Sahneden inen kadını karşılayacaktı sanırım, güller nereden gelmişti, ben de bilmiyordum. Son kez derin bir nefes aldım ve konuştum.
“Ben Efsun Zorlu, bu benim hikâyem. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.”
SON değil, SONSUZ,
mücadelemiz gibi.
KURŞUN KEK TARİFİ
(Unutmayın ki bu tarif Efsun’da, Efsun’un annesinin tarif defterinde ve bir de artık bizde var…)
170 gram (1.5 su bardağı) un
25 gram (2.5 yemek kaşığı) kakao
1 çimdik tuz
1 paket kabartma tozu
1 yumurta
60 gram tereyağı
130 gr (yaklaşık 3/4 su bardağı) tozşeker
140 ml (3/4 su bardağı) süt
Üzerine:
25 gr (2.5 dolu yemek kaşığı) kakao
1 Çay kaşığı kahve(espresso tercihen ya da granül kahve) ya da beyaz çikolata ya da dondurulmuş meyve
130 gr (yaklaşık 3/4 su bardağı) tozşeker
400 ml (2 su bardağı) kaynar su
Yapılışı; üzeri için olan malzemeler hariç tümünü pürüzsüz bir kıvam alana kadar karıştırıyoruz. Buraya kadar her şey sıradan bir kek tarifi değil mi:) Şimdi hazırladığınız harcı uygun bir kaba boşalttıktan sonra kakao, şeker ve kahve karışımını harcın üzerine kum döker gibi dökün. (Efsun Karadere anlatımından)
Ve tarifimizin en önemli kısmı iki bardak sıcak suyu hazırladığınız harcın üzerine yavaşça gezdirin. Korkmayın, Efsun’a güvenin. Süt olmaz mı demeyin. Efsun’a güvenin. Ve işte tarif bu kadar. Fırınlayabilirsiniz.
*180 derece önden ısıtılmış fansız fırında 30 dk pişti.
-Çırpılmış krema veya sade dondurmayla servis edebilirsiniz
Opsiyon bilgi 1; Efsun Fetih için yapıyorsa özellikle kakaonun yarı miktarında espresso ekliyor, Fetih o halini çok seviyor.
Opsiyon bilgi 2; Efsun tarifi yapıyor ama Fetih’e sinirliyse o an, meyve koymayı seçiyor. Fetih yine yiyor mu yiyor ama bu Efsunca pasif agresif bir davranış.
Opsiyon bilgi 3; Fetih de Efsun da sade Maraş dondurmayla yemeyi daha çok seviyor.
Opsiyon bilgi 4; Tarif kesinlikle sıcak yenilmeli, Fetih çaktırmadı ama iki kez ağzını yaktı bunu yerken.
(Yazar bilgisi; tarif Burcu Eminoğlu’nun ağlayan pasta tarifi verdiği videoda bu çok kötü oldu benim tarifim var daha güzel diyerek araya sıkıştırdığı tariftir. Bizim evrenimizde bazı minik dokunuşlarla Efsun Zorlu Karadere’ye, gerçek evrende Burcu Eminoğlu’na aittir. Kendisine bu güzel tarifi için minnettarım)
Afiyet olsun:’)
Tek kelimeyle muhteşem bir kitaptı. Eline emeğine kalemine sağlık 🥰🥰🥰
😭😭😭
İyiki yazdın iyiki hayatımıza bir fetih girdi herkadına dokundun bence bir devir kpandı umarım bazıkişiler bişeylerin farkına varmıstır
çok duygusalım