top of page

SERÇEYİ ÖLDÜRMEK 69. BÖLÜM

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 11 Ara 2024
  • 23 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 27 Ara 2024

Kalktım geçtim Zeliha'nın odasına. İlk işim notu bir yere saklamaktı. Çıkardım cebimden okumak gibi bir niyetim yoktu. Bu saygısızlık sayılırdı ama bu tam anlamıyla not da sayılmazdı. Küçük bir fotoğraf karesinin arkasına birkaç cümle yazılmıştı. O fotoğraf karesini görmesem, o notu da asla okumazdım. Notun sonundaki ismi okuyuşumla kapı da aynı anda aralandı.

Seni çok seviyorum, sadece bunu düşün. Başaramayacağın tek bir şey yok, yazıyordu Emir ve Zeliha'nın birbirlerine sarıldıkları o fotoğrafın hemen arkasında. 

Seni çok seviyorum. 

Fetih'le birbirimize zaman ilerledikçe daha sık söylediğimiz ama ilişkinin başlarında çaresizlikten büzülmediğimiz anlar dışında pek kullanmadığımız bir kalıptı bu. Fetih ve ben evliydik. O benim eşim ve sevgilimdi. Şakaklarımda bir uyuşma hissettim. Evlilik, sevgililik... Bu cümle iki karşı cins arasında kuruluyorsa ve arada bir kan bağı yoksa muhakkak bir gönül ilişkisine çıkıyorsa. Muhakkak mı? Bu kadar kesin bir yargı doğru muydu? Bir arkadaş bir arkadaşa da söyleyemez miydi? 

Fotoğrafa baktım. 

Ellerimde ve kollarımda bir yorgunluk hissettim. Omuzlarım düştü, fotoğraf da düşecek sandım. 

"Efsun abla." dedi Zeliha dehşetle dibimde biterken. Sesi titriyordu. Dudaklarım aralanmıştı, birleştiremiyordum. Ona baktım. Yüzündeki telaş... Bir arkadaş telaşı değil sanki? Hı... Ya ne o zaman? "Efsun abla ben sana anlatacaktım." 

Yerinde duramıyor, elleri elimdeki fotoğrafa uzanmak istiyor ama dokunamıyordu. 

"Neyi?" dedim. 

Bir kez de içimden sordum. 

Neyi? 

Ellerini yüzüne örttü başını salladı öylece. Yeniden fotoğrafa baktım sonra yine nota. Bir daha okudum. Beynimde bir uyuşukluk hissediyordum. Bu bir tutulma gibiydi. Beynim hiçbir bilgiyi kabul etmeyecek kadar kapatmıştı kendini. Gözlerimi kapattım ve içimden üçe kadar saydım, fotoğrafa bir kez daha baktım. 

Hayır. Bu dostça bir sarılma değildi. Emir'in eline baktım. Belini sıkıca sarmıştı. 

"Yemin ederim anlatacaktım. Sadece doğru anı bulmaya çalışıyordum. Efsun abl..."

"Emir abinle..." bu bir savunma, inkâr ya da avuntu cümlesiydi. Hepsi bir çırpıda silindi atıldı ama. Zeliha hızla elini yüzünden çekti ve acı dolu bir inilti döküldü ağzından. 

"Emir abi değil, Emir." 

Bir gün Zeliha'dan okkalı bir tokat yiyeceğimi söyleseler mümkün değildi ihtimal vermezdim. Beynimin uyuşukluğu geçti ve elimdeki fotoğrafı nasıl bıraktığımı anlayamadım. Bir adım geri gittim ve vücudumdan geçen şok dudaklarımdan dökülecek gibi oldu ama Zeliha hızla kendini üzerime attı, ağzımı kapattı. Tutmasa düşeceğim kadar hoyratçaydı hareketi. 

"Ne olur bağırma! Ne olur Efsun abla! Ne olur abim içeride." 

Sulanmış gözleri benim hizama kadar inmişti. Ne burnumdan ne de ağzımdan nefes alamıyordum. Emir. Zeliha. Yoldayken Fetih'in omzunda uyuyakalmıştım. Şimdi bir rüyanın içindeydim ve rüyada olduğumu farkındaydım. Uyanacaktım. Nefes alamadığımı hissettim. Bu Zeliha'nın dudaklarıma yaptığı baskıdandı ama işin aslı rüyadan uyanma evresindeydim. 

Arkamızda kalan kapı tıklatıldığında Zeliha elini ayağını korkuyla ağzımdan çekti. 

"Efsun." diye seslendi Fetih. Uyanmıyordum. Zeliha'ya baktım, Emir'in yüzünü gördüm. 

"Efsun abla yalvarıyorum sana bir şey söyleme." 

"Efsun." dedi yeniden. Bunun üçüncüsü olmazdı ve ben uyanmıyordum. Fetih içeri girecekti. Yere düşmüş fotoğrafı işaret ettim. "Kaldır onu." Dedim tutuk bir sesle. Fetih'e gel diyemedim Zeliha fotoğrafı kaldırdı ucu ucuna Fetih de içeri girdi. Bize baktı. 

"Niye ses vermiyorsun?" dedi. Elinde pijama takımlarım vardı. Daha dikkatli baktı yüzüme. "Yüzün kireç gibi olmuş. İyi misin?" bana doğru yaklaştı tenime dokundu. Ellerimin üşüdüğünü farkındaydım. Kardeşini de fark etmesi geç olmadı. "Ne oldu size." 

Zeliha koca bir sessizliğe gömülmüş bana bakıyordu. Emir ve Zeliha. Tüylerim diken diken oldu. Gözlerimi kırpıştırdım. Konuşmam gerekiyordu. "Ben dışarıdan kötü gözüküyorum galiba. O da korktu galiba." 

"Hadi hastaneye." 

"İyiyim ben. Sadece yorgunum dinleneyim biraz." 

"Efsun hadi hastaneye." 

"Fetih bu beni daha çok yorar. İzin ver dinleneyim." dedim ısrarla. Zeliha'ya bakmıyordum. Nasıl bakacağımı da bilmiyordum. Düşüncelerim yürümeyi unutmuş gibi yavaşlamıştı. 

"Ballı süt iç o zaman uyumadan meyvenin yanında?" dedi kelle paça ve ballı sütün her derde deva olacağına inanıyordu. Başımı salladım sadece. 

"Zeliha." demesine kalmadan "Ben hazırlayıp getireyim." dedi. 

"Buraya getirme bizim kaldığımız odaya götür. Biz geleceğiz." 

Zeliha'nın bana baktığını hissediyordum ama ben boşluğa bakıyordum. Emir abi değil, Emir. Odanın kapısı açılıp kapandığında Fetih dizlerimin önüne çömeldi. 

"Bana bak bakayım." 

Parmak uçları çenemde gezindi. 

"Ne oldu?" 

"Hiçbir şey." 

"Evliliğin yalanla kandırılmayacak boyutuna çoktan geçtik Efsun." 

"Pijamalarımı giymeme yardımcı olur musun?" dedim öylece. Bazen bazı şeyleri zorlamamak gerekiyordu. Yalan gibi. Susmak söyleyecek herhangi bir yalandan daha inandırıcı oluyordu. En azından çürütebileceği bir şey vermiyorduk karşımızdakine. Özellikle de karşımızdaki sizin göz kırpışınızdan ne dediğinizi anlıyorsa. Bitkince bana baktı. 

"Öyle olsun bakalım şimdilik. Gel buraya."

Çömeldiği yerden doğruldu ve üzerimdeki bluzu tek hamlede çıkardı, pijama üstüme uzandı. Kollarımı geçirdim iki taraftan da. 

"Bu sakladığın şey yüzünden mi mutsuzsun?" 

"Mutsuz değilim ki." 

Saçlarımı ensemin biraz üstünde toplar gibi yaptı ve açtığı boşluğu öptü. "Nasıl daha mutlu edeceğim peki sizi?" 

Başımı Fetih'in karnına yasladım. "Sarılarak." 

Ben bile bu kadar zorlanıyorsam Fetih nasıl kabullenecekti? Peki ona kim hangi şekilde açıklayacaktı? Karnına daha çok sarıldım ve Fetih'in vereceği tepkiden hayal gücüm koşarak kaçtı. 

***

Zihnin uyanık olduğu gecelerde beden dinlenemezdi. Rüyalar devamlı akar durur, beden boşlukta sallanır dururdu. Dün gece kaç tane Zeliha ve Emir'in başrolde olduğu rüyalar görmüş, kaç kez aklıma anılar gelmiş, parçalar oturmuş, demek ki burada beraberlerdi demiştim bilmiyordum. Bazı anların fazlasıyla gözümün önünde yaşandığını fark etmiş kendime aptal muamelesi yapmıştım. 

Sonra üzülmüştüm, benden sakladıkları için. O kadar üzülmüştüm ki karnım bile ağrımıştı. O kadar üzülmüştüm ki Fetih bile hissetmiş, uyanmanın kıyısına gelmiş, adımı sayıklamış, bana sarıldıktan sonra uyuyakalmıştı. 

Bir arkadaşlığın gönül ilişkisine dönüştüğünü çok görmüştüm ama böyle bir ilişkiye ben de ilk defa şahit oluyordum ve tam olarak anlayamadığım şekilde kalbim de ağrıyordu. Kabullenemiyordum. Hem benden niye saklamışlardı ki? 

Tüm gecemi bu sorular ve bu ağrılar kaplamışken sabah ezanıyla ancak uyuyakalmıştım. Şimdi Fetih'in sinesinde uyuklarken çok yorgundum ve uyanmam için çok erkendi. Çalan telefonu duymazdan gelmek isterdim ama Fetih de uyuyordu. İstemeye istemeye uzandım. Elim birkaç şeye çarptı öyle geldi avucuma. Gözlerimi açıp kapattım uykum açılsın istemiyordum. 

"Ayşen çok önemli değilse ben seni sonra arasam olur mu?", 

"Çok önemli." 

Zena'da yangın çıkmadıysa çok da önemli bir şey olduğunu sanmıyordum ben. 

"Ayşen uyanırsam ölürmüşüm o kadar mı önemli?" 

Abartı tozu serpiştirdim el mahkum cümlelerime. 

"Çok ünlü bir Fransız gurme gizli müşteri olarak geçen hafta buraya gelmiş ve bugün ülkede yazdığı dergi yazısında bizden bahsetmiş." 

"Ha?" 

Gözlerim bu kez açıldı. 

"Dergideki sayfayı attık sana gir bak. Çeviriden bazı cümleler çok saçma çıkıyor. Fransızca bilen birini bulamadık. Hadi Efsun instagram sayfamız kontrolsüz büyüyor, yabancı insanlar gelip duruyor bak istifa edeceğim." 

"Ne istifası ya?" dedim korkuyla ve yerimden de doğruldum. Ayşen'in Zena'dan istifa etmesi yangın olasılığından daha kötüydü. Ayşen kalbiydi Zena'nın. Neredeyse bir senedir arada sırada uğramalarım, işe alımlarda dosya karıştırmak dışında yaptığım bir şey yoktu. Düzen zor da olsa oturmuştu. Ben doktorluk yapıyor, işimin başındaydım, Zena iki şubesiyle harıl harıl çalışıyor müthiş bir iş gücü yaratıyorsun. Ulusalda haberlere çıktığı oluyordu ama Fransız bir gurme? Yok bu çok fazlaydı. 

"Dur bekle bakıyorum hemen." 

"Hemen dön bana ismim geçiyor birkaç yerde kalbim duracak korkudan." 

Aramayı sonlandırdım ve baba attıkları resmi açmıştım ki ekranıma bir el daha düştü. "Bırak şu telefonu sabah sabah." 

Fetih telefonu elimden çekiştirmeye çalıştı. 

"Fetih bir saniye önemli bir işim var." 

Telefonu zorlamadı ama beni belimden tutup kendine doğru çekti. 

"Sabahın bu saatinde bana sarılmaktan daha önemli... Fesuphanallah." 

Sesi çok uykuluydu, mır mır konuşuyordu. Sineme bastırdı yüzünü ekranda varla yok arasında Efsun Zorlu kelimesini de görünce benim de eteklerim tutuştu. Ya şu an globalde linç yiyorsam? 

"Sen Fransızca biliyor muydun?" 

"Cık." 

"Nasıl cık biliyordun!" 

Tişörtünden tutup çekiştirdim. Kalbim korkuyla çarpıyordu. 

"Ben bu saatlerde bir tek Efsunca biliyorum!" 

Beni yine sarıp sarmalamaya çalıştı ama "FETİH!" diye öylesine bağırdım ki hem o irkildi hem de kendi sesimden ben. Uzaklaştı benden ve gözlerini açtı. Yüzüme baktı ve yaramazlığı bıraktı. 

"Efendim sevgilim?" 

Telefonu ona uzattım ve bende dibine girdim. Uluslararası bir linç yiyor olabilirdi eşi ama onun umurunda değildi. Ekrana baktı sessiz sedasız bir süre. 

"Sesli okusana." 

Kesin çok kötü şeyler yazıyordu. Midem bulanmaya başladı. 

Sesli okumaya başladı ama Fransızca. "Fetih Türkçe okusana." dedim. Beni sınıyordu ama bilmeliydi ki hiç sırası değildi. 

Dünya çapında güzelliği olan İstanbul'da dünya çapında bir lezzet. Zena. 

Fransa'nın dışında yediğim en lezzetli kruvasan, güler yüzlü kadınlarla dolu bir işletme ve baş aşçı Ayşen... 

Fetih çevirerek okuduğu için daha yavaş okuyordu ama her cümlesini kalbim ağzımda dinledim. Her cümleyle korkum azaldı, adamın 

"Tomber dans les pommes, bu şey... Deyim. Fransızlara ait." 

"Ne demek? Kötü bir şey mi?" 

"Türkçesi elmaların içine düşmek ama nasıl anlatsam sana. Cennete düşmek gibi düşün." dedi. O kadar rahat anlatıyordu ki bunları sanki Zena her gün bu iltifatları alıyordu. Bir yerde zaten durmuş "Ne sandın ya..." durmuş küfretmemiş ve karnıma bakmıştı. 

Sonra cümleler ilerledi ve stresle beklediğim yere geldi. "Bu kadın dayanışmasının inşaasını da elbet bir kadın yapmış. Çalışanların anlattığına göre asıl mesleği doktorluk olan, başka kadınlara mucize olan kadının ismi Efsun Zorlu. Yavşak, Karadere'yi de yemekle beraber mi yedin?" 

O kadar stresliydim ki bunu da o söyledi sandım. Hatta ettiği küfrü adam bana etti sandım. Fetih sabır çeke çeke devam etmeyene kadar da devam etti dehşetim. Hayır... Fetih adama küfretmişti. Adam öneri dolu cümlelerle kapatırken yazısını Fetih telefonumu bırakıp kendi telefonunu aldı. 

"Ulan üç kere ismini kullanmış birinde bile soyadını yazmamış." Adamın ismini hızla arama motoruna yazdı ve ikimiz de çıkan adam baktık. Epey yaşlı bir amcaydı. Evet gurmeydi ama amcaydı. "Yaşından başından utan." 

Fetih'in elinden aldım telefonu ve adamın başarılarla dolu özgeçmişini okudum. Şimdi bu adam Zena'ya mı gelmişti? Benim ve Zena'nın adı Fransa'da mıydı? 

"Fetih bu gerçek mi yoksa ben rüya mı görüyorum?" dedim. Kafam çok allak bullaktı. 

"Çok kuruldum adama insan en azından Mrs. Karadere derdi." 

"Fetih sen ne oluyor farkında mısın?" dedim. Beni sarsması, gerçek olduğunu söylemesi gerekiyordu. Kalbim kafesini zorluyordu, bir habere bir adama bakıyordum. 

"Evet adam karımın soyadını..." 

"Fetih!" 

"Ne? Ne oldu sen yaptığın şeyin sınırları Türkiye içinde mi kalacak sandın akıllım? Ne oldu neye şaşırdın? Başka ülkeye de bir gün şubesi açılacak demedim mi sana? Daha bu ne ki? Şaşkın şaşkın bakıyor bir de. Burada tek şaşıracağımız şey soyadından eksiklik. Fesuphanallah."

***

Sabah uyandığımdan beri gelen telefonlar, mailler ve mesajların ucu bucağı yoktu. Kahvaltı masasına taşımadım hiçbir teknolojik aleti ve öyle geldim sofraya. Yaklaşık bir saatlik uzaklaşmanın ardından şimdi dün geceye geri dönmüştük. Fetih "Önce pekmez." dedi ben yemek yemeye başlamadan. Tam Zeliha kalkacaktı ki "Dur kalkma ben getiririm." Dedi. Gidip mutfaktaki en büyük kaşığı bulacak ve benle Zeliha'yı dünden beri ilk kez bizi yalnız bıraktı. 

Korkak bakışları beni bulduğunda konuşacağı an işaret parmağımı kaldırdım. "Şimdi değil abin içeride. Onu da ara, gelsin bugün. Fetih'i bir şekilde çıkaracağım dışarı." 

Zeliha hızlı hızlı başını salladı. Karşımda görmek istiyordum. Dinlemek istiyordum, sormak istiyordum. Fetih'in adım seslerini duymaya başladım. Elinde bir yemek kaşığıyla geldi yanıma ve pekmez doldurdu. "Aç bakalım ağzını." dedi. Yemekten hoşlanmıyordum ama alışmıştım da, artık söylenmiyordum uslu uslu yiyordum. Fetih'in benle Zeliha'nın sessizliğinden şüphelendiğini biliyordum ama ağzımı açamıyordum. Bir şey kaçırırım diye. O kadar doluydum ki, ne söyleyebileceğimi ben de kestiremiyordum. 

"Sen buradaki ofise gidecektin ya, biz mezarlığa gitmeden uğra istersen." Dedim. Daha fazla canım onu çekti bunu çekti diyerek onu kandırmak istemiyordum. Gerçek anların değerini de azaltmak istemiyordum ve canımın istemediği şeyleri yemek de eziyet gibi geliyordu. 

"Giderim ya ben ona. Mezarlık dönüşü on dakikalık uğrasak bile yeter." 

"Olmaz öyle bence sen git bir bak. On dakikayla olur mu? İşler nasıl ilerliyor, insanlar nasıl çalışıyor..." 

"Emir var her şeyin başında ben sorun olacağını sanmıyorum." 

Ben de Zeliha'da adeta durduk yerimizde. Emir... 

"Elbette ama sen ayrısın Emir ayrı. Bence git aklın kalmasın. Biz de o zamana kadar Zeliha'yla biraz vakit geçiririz. Değil mi Zeliha?" 

"Evet evet! Doğru söylüyor. Ayrıca kimse iş konusunda sen kadar olamaz..." 

Cümlesi dudaklarımı vay dercesine büktü ve ona baktım. Sevgi bir yerde vicdansızlığı mı getiriyordu? Benim Fetih'e devamlı cimri demem gibi bir şey miydi bu? 

"Sizin bildiğiniz bir şey mi var?" diye sordu Fetih. Dışarıdan bize bir ayna tuttu adeta. 

"Benim yok." dedim ellerimi kaldırıp. "Sadece hamilelik haberinden sonra kendini çok geri çektin ya en azından git gel için rahat etsin diye dedim." 

Bir süre sessiz kaldı, muhtemelen ölçüp tarttı. Eskiden olsa baskın basanındır diyerek elli kere gidip darlamıştı insanları. Yüzüne baktım, gülümsedim istemsizce. Bu rahatlığı, hafifleyişi babalıktan mı geliyordu?..

"İyi tamam ben kahvaltıdan sonra gidip geleyim bir. Sen de hazırlanırsın o zamana kadar." 

Bu cümle benden çok yerine ulaştı. Zeliha'nın telefonunu aldığını gördüm ve birine bir şeyler yazdığını gördüm. Emir... Çoğunluk Zena hakkında konuştuğumuz bir kahvaltının ardından Fetih kalktı hazırlandı. Onu geçirmek için kalktığımda Zeliha yanımıza gelmedi, Fetih'in tenime bıraktığı minik buselerle veda ettik birbirimize. Yanına geri döndüğümde Zeliha'nın telefon elindeydi. Belki de bildiğimi söylemişti. 

"Geliyor mu?" 

"Yolda." 

"Söyle ona Fetih ararsa ya açmasın ya da bahane bulsun." 

Zeliha yeniden hızlı hızlı yazdı ve bana baktı. "Söyledim." 

Kahvaltı masasına geri oturmadım hiç de bir şey sormadım. Aynı anda sormak istiyor aynı anda cevap almak istiyordum. Yalan söyleyeceklerimi görmek istiyordum. Evet içimdeki güven duygusu çatlamış bir bardak gibiydi. "Efsun abla neden yüzüme bakmıyorsun?" 

Sesinden kırgınlığını alabiliyordum. "Bilmiyorum." dedim. 

"Nefret mi ediyorsun benden?" 

Ona baktım. "Daha fazla saçmalayamazdın sanırım." 

"Öfkelisin o zaman?" 

Başımı salladım. "Kızgın mısın peki?" 

Dudaklarım büzüldü. Hiçbiri içimdeki hissi karşılamıyordu. "Şaşkınım." 

"Biliyorum." 

"Ve kırgınım." 

Gözleri bir çeşmeden akan su kadar hızlı doldu. Yerinden kalktı ve yanı başıma geldi. "Yemin ederim söyleyecektim. Sana yemin ederim söyleyecektim." 

Kimlerin haberi vardı acaba benden başka. Ben Zeliha ilk benimle paylaşır sanmıştım. Çünkü ben hâlâ her şeyi ilk ona söylemek istiyordum. "Ne zaman gelecek Emir?" 

"Yakınlarda birazdan burada olacak." 

Yerimden kalktım ve sofrayı toparlamaya başladım. "Efsun abla bırak ben yaparım." Dedi ama dinlemedi bir ucundan ben bir ucundan o toplamaya başladık. Kısa sürede de bitti. Tezgâhın üzerindeki yulaflı kurabiyelere baktım. Canım çekiyordu ve kimse henüz ikram etmiyordu. 

"Yulaflı kurabiye mi onlar?" 

Zeliha "Hı hı." dedi sadece yemek ister misin diye sormadı. Aslında alıp yerdim hemen ama içten içe onun ikram etmesini bekliyordum. Ben böyleydim işte ne kadar seversem seveyim, eğer ki kırgınsam sorardım. Fetih'e ev için girebilir miyim diye bile sormuşluğum vardı. 

"Tadına bakabilir miyim?" diye sordum yine aynı korkunç psikolojide. 

"Efsun abla bu nasıl soru? Öldür istersen bir de beni." dedi ve hızla kurabiyeleri aldı. Birkaç tanesini tabağa alıp on saniye boyunca mikrodalgada tuttu. Koca bir bardak da meyve suyu koyarken oturma odasında sehpanın üzerine koydu. Tadına bakamasam çok içimde kalacaktı. Koltuğa değil halının üstüne sehpaya yakın oturdum ve sıcak yulaflı kurabiyeyi aldım. Kaşlarım üzgünlükten bükülmüştü kalbim çok kırık, beynim çok şaşkın ve kurabiyeler çok lezzetliydi ama tarifini istemedim. 

Tam üç tane yedim. Dördüncüde kapı çaldı. Yerimden kalktım koltuğa oturdum. Kapı buradan gözükmüyordu tam olarak. Açıldı ama sessizlik oluştu. Birbirlerini öpmüşler miydi? Ben bunu neden düşünüyordum? Ben bunu neden canlandıramıyordum doğrusu?

Dudaklarımı kemire kemire bedenlerini bekledim. Sarmaş dolaş, el ele ya da kol kola. Bir sürü ihtimal geldi gözümün önüne ama hiçbiri olmadı. Gayet mesafeli, hatta birbirilerine bile bakmadan girdiler içeriye. 

"Yenge." dedi Emir. Henüz yaban mersininden haberi yoktu ve yaban mersini asıl konumuz değildi. "Hoş geldin." Yoksa var mıydı? Zeliha söylemiş miydi? Kesin söylemişti. Emir'in gözü yüzümden karnıma kaydı. Söylemişti... Emir ne diyeceğini bilemedi ama gülümsemesine de engel olamadı. Lakin bu kadar devamı gelmedi. Belli ki Zeliha tarafından tembihlenmişti. Bilmiyormuş gibi yapacaktı ama ben kimin yaban mersinine bakıp bakmadığını anlayabiliyordum. 

"Hoş buldum. Gel Emir." dedim ve karşımdaki koltuğu gösterdim. Kalkıp sarılmadım. Sarılamadım. Yulaflı kurabiyeyi alıp direkt yiyemediğim gibi. Karşıma oturdu ikisi de. 

"Yulaflı kurabiye yer misin?" dedim ne alakaysa. Zeliha'yla kısa bir an birbirlerine baktılar. 

"Yerim ama ben sonra kalkıp alırım yenge." Dedi. Karşımda önünü iliklemiş, düzgünce oturmuştu. 

"Ha yabancı değilim diyorsun." 

Bu yabancılığın ne demek olduğunu anlıyorlardı. Emir yutkundu orta sehpaya baktı. "Ne çok çiçek seviyormuşsun bir de bayıldım hepsine." 

Emir gözlerini yumdu ve soluklandı. Her cümlem bir imaydı biliyordu. Cevap vermedi. Başımı salladım yavaşça. "Ne zamandır beridir aranızda bir şey var?" 

Aynı anda konuştular. "Altı ay." 

Altı ay... Yarım yıl... Onlarca telefon konuşması, onlarca denk geliş... 

"Anladım." dedim ve başımı salladım. "Emir ne zamandan beridir... Aklım almıyor bir saniye... Tam olarak ne zamandan beridir var? Ben hayatınızda girdiğimde siz abi karde..."

"Yenge." Diye kesti beni. Tahammül edemediği kelimeyi ilk an sezdim. "Biçilmiş rollerdi. Bir yere kadar doğruydu ama bir yerden sonra..."

"Hangi yerden sonra ben bunu bilmek istiyorum." 

"Benim adıma en azından yakın bir tarih değil." Dedi Emir. 

"Benim adıma yakın bir tarih." Diye devam etti Zeliha. 

Emir'e diktim gözlerimi. Mahkeme anı geldi gözlerimin önüne. O adama saldırışı, Zeliha'yı sarıp sarmalayışı... Şimdi her şey oturuyor muydu yoksa ben zorla oturtturuyor muydum? 

"Peki... Her şeye tamam. Dünden beri normalleştirmeye çalışıyorum. Büyüdünüz birbirinize olan bakış açınız değişti. Tamam. Peki neden bana söylemediniz?" bunu sormaya hakkım vardı sanki. Hem de ikisine de sormaya. "Ha Zeliha? Hani ilk benimle paylaşırdın? Neden? Fetih'ten çekinmenizi bir yere kadar anlardım ama ya ben? Sizi hemen gidip Fetih'e anlatmamdan mı korktunuz?" 

"Asla." Dediler aynı anda. Sinirlerimi bozuyorlardı. Bu uyumları, ses tonlarındaki, vurgularındaki benzerlikler sinirlerimi bozuyordu. 

"Sizi yargılayacağımdan mı korktunuz? Eleştireceğimden, kızacağımdan?" 

"Zeliha söylemek istedi."

"Emir söylemek istedi." 

Birbirinden çirkin iki yalancıydı karşımda. Gidip kafalarını birbirine vurmak istiyordum. Vura vura sevmek değil sadece vurmak istiyordum. 

"Bir de yalana mı başladınız? Gerçi gizlemek de bir yalan çoktan başlamıştınız." 

"Efsun abla lütfen yapma böyle." 

"Ne yapayım sen söyle Zeliha? Sizin olma fikrinize mi alışayım bana altı aydır söylememenize mi takılayım? Ne yapayım Zeliha?" 

Zeliha elini yüzünün arasına aldı ve öne doğru eğildi. "Böyle konuşma. Kız bize." Dedi. "Lütfen kız, bağır, azarla ama böyle konuşma." 

"Bunların hiçbirini yapmayacağım Zeliha. Senin vicdanını rahatlatmayacağımı. Dünden beri gözüme uyku girmedi ve Fetih'e bana da yalan söylenmiş bir konuda yalan söylüyorum. Niye kızayım ki size? Ben kendime kızıyorum." 

"Zeliha." Emir Zeliha'nın koluna dokundu. "Bizi biraz yengemle yalnız bırakır mısın?" dedi. Bu teklifi ne ben ne de Zeliha bekliyorduk. 

"Neden?" 

"Biz bir yalnız konuşalım. Sonra sen gel." dedi. Bana karşı yalnız başına bir sorumluluk hissediyordu, buydu sebebi. Zeliha uzun uzun baktı önce sonra kalktı gitti yanımızdan. Emir karşı koltuktan kalktı ve yanımdaki tekli koltuğa geçti. Ellerini dizlerinin üzerinde birleştirmişti halıyı izliyordu. Yüzünü inceledim. Zeliha'nın yüzünü yanında hayal ettim. Yüz yıl geçse ihtimal vermeyeceğim her şey gözümün önündeydi. Ellerine baktım. Piyanodaki diğer eller onundu o zaman. 

O konuşana kadar ben de konuşmadım. Yalnızca onu izledim. Sonra bir zaman geçti ve "Korktum." Dedi. Bunu biliyordum, Zeliha'nın gitmesine gerek yoktu. 

"Fetih'e haksızlık yaptığınızı söylemekle beraber benden de mi korktunuz? Emir ben ya. Bir güne bir gün size kızdığımı bilmiyorum. Allah aşkına yapmayın bu bahaneniz olabilir mi sizin?" 

"Korktuğum şey bize kızmanız mı yenge?" dedi gözlerimin içine bakarak. Bu geldiğinden beri benimle kurduğu gerçek anlamda ilk temastı. "Kızarsanız kızın. Ne olacak? Ne yapabilirdi Fetih abim? Kafama mı sıkacaktı, sıksaydı." 

Elimi karnıma bastırdım. Ne saçmalıyordu bu çocuk böyle yeğeninin yanında. Hayır yaban mersini sadece ne dediğini bilmiyor. Babanın işi bile olmaz inan. Pamuk gibi bir adam. Benden başka gören yok sadece. 

"Ne yaparsanız yapın. Zeliha için değerdi. Benim korkularım o kadar basit olsaydı keşke de ben ilk günden karşınıza dikilip söyleseydim." 

"Ya ne Emir? Zeliha mı istemedi?" 

"Yenge hayır onu suçlama. O sadece alışma sürecinde." dedi. Soluklandı tavana baktı. Beni dehşete sokacak cümleler kurmadan hemen önce enerji depoladı adeta. "Zeliha'yı benim yanıma yakıştırıyor musun?" 

Ne? 

Karadere ailesiyle her türlü bağı olan herkes bana zarar veriyordu. Tansiyonum düştü adeta. İçimde yaban mersini taşırken bile zarar veriyorlardı beni. 

"Ne açıdan Emir? Fiziken soruyorsan henüz o gözle bakacak kadar alışamad..."

"Yenge ben kimim Zeliha kim?" dedi. Bazen Fetih'le korkunç benzerlikleri olduğunu ben zaten farkındaydım ama kafalarının bir kısmının aynı çalışması beni duvardan duvara vuruyordu. Bunu ben yıkana kadar seneler vermiştim sıra Zeliha'da mıydı? "Denk miyiz biz?" 

"Emir akıl sağlığımla oynuyorsun benim. Fiziken desek denk olmama durumu yok. Mesleki olarak yok. Karakter olarak yok." Bu cümlelerim neyi ortaya çıkarıyordu benim. "Yani tam olarak hangi açıdan?" 

"Ben onun abisinin karşısına çıktığımda karnım açtı, anneme ilaç almak için de cüzdanını çalıp kaçıyordum. Zeliha da Karaderelerin tek kızı. Şimdi bu kıyafetleri giymem, işimin gücümün olması nereden geldiğimi değiştirmiyor. Benim kökümü biliyor ailenin tamamı." 

Bu fikirlerin ne kadar korkunç ve aşağılayıcı olduğunu farkında değildi. Hayretle dinledim kompleksini. Her seferinde dudaklarım arasındaki boşluk daha da arttı. 

"Ben de Fetih'le ilk evlendiğimde nikah şahidim bile yoktu. Onunsa ailesi hınca hınç doldurmuştu salonu." 

"Yenge aynı şey mi? Senin kendini yetiştirmenle benimki bir mi? Ayrıca senin geldiğin yerle benimki bir mi?" 

"Benimki çok daha bariz bir fark. Çünkü ben zaten hali hazırda iyi ailelerin içinde oldum, fırsatlar sunuldu bana hep. Statü olarak yoktan var etmedim. Ama sen yoktan var ettin. Kendi emeğinle hem de. Sen gerçekten böyle düşünüyorsan evet Zeliha'nın yanına yakışmıyorsun. Zeliha bu kadar kompleksli birinin yanına olmaz çünkü." 

"Yenge." dedi nefesimi kesmişim gibi. "Deme öyle." 

"Neden? Açık konuşmuyor muyuz? Bu kızın böyle statüyle, ailesinin adıyla şanıyla bir yerlere kendini koymak gibi hedefleri mi var? Zeliha şu an Türkiye'nin en iyi hukuk fakültelerinde okuyabilirdi ya da bu ülkede eğitimi bile elinin tersiyle itip yurt dışına gidebilirdi. Her türlü imkânı vardı. O neyi tercih etti? Cevap ver bana." Gözlerini kaçırdı utançla. 

"Öğretmen olmayı." 

"Hayır bunun cevabı bu kadar basit değil. Bir dağ köyünde mesleğe başlayıp senelerce görev yapmayı göze aldı. Elindeki fırsatları da itti çünkü onun böyle kaprisleri yok. Zeliha insanlara insan gözüyle bakıyor. Elinde olmayan hayat koşullarıyla ilgilenmez. Kaldı ki o da fazlasıyla dezavantajlı çoğu konuda."

"Yenge konu Zeliha'nın düşündükleri değil zaten ailesi..." 

"Fetih için çok ağır konuşuyorsun. Çirkin bir itham. Evet Fetih seni kardeşinin yanına yakıştırmayacak ama İngiliz prensi olsa da sonuç değişmeyecek. Çünkü bu bambaşka bir içgüdü. Gerçi sen bu durumu bana da yakıştırmışsın. Ne diyebilirim ki sana..." 

Sakallarını ovuşturdu oflaya oflaya. "Yenge bu his benim elimde olan bir şey değil." 

"Kendini savunma bana." 

"Savunmuyorum. Söyleyecektik. En azından Zeliha sana söyleyecekti ama onun için çok sancılı bir süreç. Hayatına birini alabilmesi... Yenge kolay olmadı." 

"Biliyorum Emir." 

"Özür dileriz." 

"Dilemeyin." 

Dilemesinler istiyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sırtıma bir yük gibi binmişti. Fetih'e söyleyemezdim ama Fetih'in de bilmek hakkıydı. Fetih'e söylemeleri lazımdı ama nasıl tepki verirdi kestiremiyordum. Ben bu bildiğimi nereye koyacaktım ne yapacaktım bilmiyordum. 

"Yengem." 

"Yengen değilim ben senin." 

"Hayda... Yenge yemin ederim ben çok seviyorum. Sana yemin ederim, sana nasıl anlatabilirim, sana nasıl açıklarım bilmiyorum ama yapma. Tek bilen kişi de böyle yaparsa ne Zeliha'yı toparlayamam ben." 

Sesim çıkmadı. Onlara karşı uzun destek cümleleri kurmayacaktım. Bunun için hem sindirmem hem de kırgınlığımın hafiflemesi gerekiyordu. 

"Konuşmayın benimle." 

"Zeliha." diye seslendi Emir içeriye doğru. Çok geçmedi geldi yanımıza da Zeliha. Başımı çevirdim bakmadım onlara. Sessiz sessiz beni izliyorlardı. 

"Dün gece hiç uyumadım sizin yüzünüzden. Benden utanmadınız bari yeğeninizden utansaydınız." deyiverdim. Göz ucuyla Emir'e baktım. Gülümsüyordu ama şaşkınlık yoktu. 

"Tabi hemen söyledin." Dedim Zeliha'ya. Dudak büktü suçlu suçlu. 

"Sen bana ne zaman söyleyecektin ya?" 

"Söylemeyecektim. Bilseydim Zeliha'ya da söylemezdim."

Zeliha inleyerek alnını Emir'in omzuna bastırdı. Bunlar gerçek anlamda beraberlerdi. Allah'ım ben ne yapacaktım? Ben ne yapacaktım, nasıl bilip de susacaktım? 

"En sevdiği dayısı hani ben olacaktım?"

"Başka dayısı mı var? İlk sevincini bile göremedim." 

"Yenge... Görmek istemezdin zaten." Dedi ve Zeliha'yla birbirine bakıp gülüştüler. Daha da merak ettirdiler beni. Tek kalmış yulaflı kurabiyeye uzanırken "Yengelerin gülü güzeli." Emir ayağa kalktığında koltuğun ötesine kaçtım ve Zeliha'yla olan boy farklarına baktım. 

Allah'ım ben ne yapacaktım?

***

Benim elimde çiçekler Fetih'in elinde mezarlara dökmek için su mataraları vardı. Hayatımdaki en muallakta bırakan iş bölümüydü benim için. Eskiden çiçekleri de su mataralarını da ben taşırdım. Koluna girmiştim. Başımda siyah bir şal vardı. Ben unutmazdım da Fetih de unutmamıştı yolu. İnce uzun bir yol vardı anneme ve babama giden yerde. Çiçeklerle değil mezarlıklarla süslenmişti. Çok ayakkabı eskitmiştim bu yollarda ama hiç içimdeki bir canlıyla konuşmamıştım. 

Bak burası. Anneannelerin ve dedenin yaşadığı yer. Bir bebeğe burayı başka nasıl anlatırdım bilmiyordum. Zaman zaman buraya geleceğiz. Suyu ve çiçekleri çok severler buranın sakinleri yaban mersini. Başkasının evine eli boş gidilmez. Deden ve anneannen olsa bile. 

Anne ve babamın yan yana olan mezarlarına gittik ilk. Sessiz sedasız bir süre mezarları temizledik yalnızca. Dökülmüş yaprakları topladık, çiçeklerin diplerini düzelttik. Sonra kendi aldığımız çiçekleri bıraktık ve ben yine yanı başlarına oturdum ama Fetih arkamda durdu. Ayakta yine. 

"Merhaba." Dedim mezar taşlarına bakarken. Ağlamayacaktım. Müjde verecektim. "Biz geldik." Bu biz artık iki kişi değildi. 

"Son beraber geldiğimizde bazı şeyler yolunda değildi ama şimdi... Ben sanırım konuyu uzatmayacağım ya. Çok sabırsızım." Dudaklarımı ıslattım ve elimi Fetih'e uzattım. Yanımda dursun istiyordum. Arkamda değil. "Biz dedim ya konuşmanın en başında. Biz derken iki kişi değil. Üç kişi." Fetih elimi omzuna koydu. "Yaklaşık sekiz haftadır var ve bir yaban mersini kadar. Görebiliyorsunuz değil mi?" 

Başımı salladım. "Siz benden önce biliyordunuz değil mi?" 

Öyle olması gerekiyordu. Başımı salladım ve uzun yolu gösterdim. "Şuradan senelerdir gelip giderken çok şey düşündüm ama hiç başka biriyle konuşmadım. Bugüne kadar. Anne," doğum ve ölüm yılı arasındaki farka baktım. "Çok gençsin biliyorum ama anneanne oluyorsun." 

Otuz beş yaş. Anneanne olmak için ne kadar erken bir yaştı. Otuz beş yaş. Annemle aynı yaşta olmama kaç yıl kalmıştı? İçimden bir hesap yaptım. Yedi yıl kalmıştı. Yaban mersini altı yaşındayken ben anneannesiyle yaşıt olacaktım. Sonra babamın yaşına baktım. "Senden dede olur ama bence. Annem kadar genç değilsin baba. Babalığı artık devret." 

Halbuki o da çok gençti. Sadece dünyanın en iyi babası sıfatını bırakıp en iyi dedesi sıfatını almalıydı. En iyi babası tacı el değiştirmeliydi. Bunun için babamı yaşlı yapacaksam yapardım. Fetih yaşlarımı silmeden anlamadım ağladığımı. 

"İzin verirsen dünyanın en iyi babası artık Fetih olabilir mi baba?" dedim titrek ve korkak bir sesle. Bunu utana sıkıla istiyordum. 

"Efsun..." dedi Fetih ne diyeceğini bilmeden. "Estağfurullah." 

"Bakma sen ona baba ben istiyorum. Lütfen ver o sıfatı bize. Dünyanın en iyi dedesi olursun sen de olmaz mı? Fetih dünyanın en iyi babası olacak. Ona verelim bu sıfatı. Lütfen." 

"Ben de annenden isteyeyim o zaman." dedi yanımdan. 

"Yok yok." dedim hemen. "Bu kısmın birincisi çok hangi birinden alayım ben?" dedi. Annemden sarksa Suna anneme, Suna annemden çıksa anneme sarkardı. Fetih de bunu biliyordu. 

"Hadi sen de babama bir şeyler söyle de al. Biraz hakkını savun." Dedim. Ceketinden tuttum çekiştirdim hatta. Ben susar istemez sanıyordum ama hafifçe mezarlara eğildiğimizde heyecanla ayaklandı kalbim isteyecek miydi? 

"Size söz düzelteceğim. Bir kez daha geleceğim buraya, düzeldi diyeceğim demiştim ya... Ben sözümü tutarım. Geldim. Düzeldi." 

Bunları ne zaman söylediğini bilmiyordum. Hatırlamıyordum. Unutmuş olmama ihtimal yoktu. Bu tamamen aralarında geçen bir muhabbetti. Girmedim aralarına. 

"Ciğerimi söktü isteği yine yaptım. Ben sözümü tutarım. Her şey istediği gibi oldu. Olacak da. Bir dediğini ikiletmeyeceğim. Hayatım boyunca. Sizin gibi. Ne çocuğumun ne onun. Bu sözümü de tutacağım. Tutacağımı siz de biliyorsunuz." 

Hayır. Hiçbirini hatırlamıyordum. Çenem titriyordu sessiz sessiz ağlıyordum. Fetih çiçekleri suladı. Tek tek ilgilendi her biriyle. Sessiz ağlayışım bitene kadar saçlarımı okşadı. Sonra kalktık son matara ve çiçekle Suna annemin yanına gittik. Ona önce son çocuğumuzdan bahsettim. Fetih dedim, onun fikriydi. Adı Suna olacak dedim. Sonra ilkinin adı belli değil ama dedim. Orada ortaya çıktı. Kaçırdım ağzımdan. Biraz daha gençliğimi biliyor diye galiba sesli ağladım onun yanında. Zor oldu söylemek. Onun görmüyor oluşu bana her zaman daha çok dokunuyordu. Fetih Suna anneme hiçbir şey söylemedi. Tıpkı geçen seferki gibi. Suyunu dökerken, çiçeklerini koyarken tek bir cümlesini duydum. 

"Toprağın bir avuç bile eksilmesin senin." Dedi. Başka dediği şeyler de vardı ama bir tek bunu duydum. Annemin toprağından bir avuç bile azalmamasını diledi. 

***

İstanbul'dan Kars'a, Kars'tan Urfa'ya, Urfa'dan İzmir'e ve en son başladığımız yere İstanbul'a. Buraya geldiğimizde ilk işimiz Zena'ya uğramaktı. Onlar gelen müşteri ve özellikle turist akımından bahsederken ben yine en önemli haberi vermiştim ve orada çalışan en yaşlı çalışanım Gülbahar abla demişti ki bereketiyle geldi yavrun, her şeye ağlamak için bahane aramıyordum ama bana her gittiğimde minnetle bakan kadınların en büyüğünden böyle bir yorum duymak beni ne kadar ağlatabilirse o kadar ağlamıştım. Karnımın etrafında duadan duvar örülmüştü sanki. Öyle rahat bir hamilelik geçiriyordum ki başıma bir şey gelmeyeceğinin huzurunu bu dualar sağlamıştı. 

Ayşen'in ama en çok minik Sıla'nın sevici, insanlara beni gösterip 'bakın burada bebek var' deyişi Fetih himayesine girmesine sebep olmuştu. Uzamış boyuna rağmen Fetih'in kucağında yer bulmuş ve fısır fısır bir şeyler konuşmuşlardı. Sıla artık bağırarak karnımı gösterip bebek olduğunu söylemiyordu. Fetih ona ne söylemiş bilmiyordum. 

Zena'ya gelen ilgi benim başımı döndürmeden asistanlığın o zorlu koşullarına dönmüştüm. Sadece nöbetsiz ama psikolojik olarak daha zor. Bir annenin ya da bir bebeğin hastalığında daha kötü etkilenerek mesela. Fetih artık yemek sistemime başlı başına el koymuştu. Ayşen tarafından yapılmış yemekler bana ulaştırılıyordu. Kola içip hamburger yiyemiyordum. Canım çok fazla kola çekiyordu. Bazen bir yudum alıyordum gizli saklı. Ama herkesten gizli saklı. 

Bir kez daha kontrole gelmiştik. Kalp atışlarını dinlemiştik. Karnımın ne zaman belirginleşeceğini merak etmişti. Bir sürü soru soruyordu. Gözlerini dikkatle dikiyor ve Elif hocayı dinliyordu. O da yavaş yavaş işine dönmüştü ama bir devlet memuru saatlerinde. Fazla mesaileri ya da eve iş getirmeleri yoktu. Bir gün tesadüf eseri tabletinden bir makale okuduğunu görmüştüm. Bebeklerle alakalı. Sessizce geri bırakmış gizli okumalarını sürdürmesine izin vermiştim. 

Zeliha ve Emir'e yavaş yavaş alışıyordum galiba. Hem içten içe hem de dıştan. Fetih'e söyleme kararlarını onlara bırakmıştım ama sadece saklamamaları gerektiğini söylemiştim. Varlıklarına alışmıştım. 

Bu geceyse Meltem teyze, Burcu ve babasını ağırlayacaktık. Sıra onlardaydı. Yaptığımız akşam yemeğinin yarısına Burcu da dahil olmuştu bize yardımcı oluyordu. Geldiğinden beri yeni iş hayatındaki sıkıntılarından bahsediyordu. Kimin nasıl birbirinin ayağını kaydırmaya çalıştığından, herkesin ruh hastası olduğundan, dönen torpillerden ve babasının yaptıklarından. 

"En çok neye sinir oluyorum biliyor musun bazıları beni torpilli görüyor. Keşke olsaydım da gam yemeseydim. Kanser ettiler beni topyekûn."

"Ne ağladın Burcu." Dedi Fetih. 

"Of sinirlerimi bozma benim ne yaşadığımı bir ben bir Allah biliyor." 

Fetih'in cevabı gecikmeyecekti ama kapı çaldığında herkes sustu. Biz gittik açmaya Burcu gelmedi. Meltem teyze ellerinde torbalarla girdi yanımıza. Tabi ki o da yemek yapmıştı. "Benim kız burada mı?" dedi İlbey amca. 

"Buradayım baba." 

"Geldiğinden beri söyleniyor." Dedi Fetih elini öperken. 

"Biliyorum, bilmez miyim." 

Seneler İlbey amcayla Fetih arasında çok güzel bir ilişki oluşmuştu. Bazen bir gece ansızın denk gelip tavla atıyorlardı, ocak başına gidiyorlardı. Meltem teyze bizimle beraber mutfağa geldiğinde kızının yanağından bir makas aldı. "Haklısın kızım." Dedi Burcu daha hiçbir şey söylemeden. Muhtemelen bu hep gelen bir soruydu.

"Alay etme anne kızına destek ol." 

"Ben zaten sana desteğim." 

Tahinli böreğin kokusu beni çılgına çevirirken onları dinlemeden hemen yemeye başladım. Tadı o kadar güzeldi ki başka bir şey yemesem de olurdu. 

"Bana destek olsan babamla konuşursun. Bana devamlı kızıyor ya okulda." 

"Burcu seni başkalarından kayırmasını bekleme." 

"Anne kayırmadığını kanıtlamak için zorbalıyor." 

"Sen çok hassas davranıyorsun."

"Aptal mıyım ben?"

"Lütfen doğru konuşur musun?" 

"Efsun haksız mıyım?" 

"Efsun abarttığını söyle ona." 

"Efsun diyorum." 

"Efsuncuğum." 

Börek o kadar güzel olmuştu ki... Bir de küçük küçüktü iki lokmada yeniyordu hemen. Çok lezzetliydi. Tatlı ama asla ağır değil. O kadar dalmıştım ki yemeye bana dikilen gözleri yaklaştıklarında anladım. Ağzımın iki tarafı doluyken onlara baktım. Başımı salladım konuşacak durumda değildim. 

"Kızım bu ne hal kocan seni aç mı bırakıyor evde?" dedi Burcu. 

"Bazen ne dediğini hiç bilmiyorsun kızım sen ya." 

Ağzımdakileri yutana kadar beni izlediler. "Çok güzel olmuş." Dedim. Bu onlar için yeterli bir sebep değildi ama. Bir bana bir kendilerine bakıp bakıp durdular. En azından kavga etmeyi bıraktılar. Sofra kurulana kadar başka börek yemedim dikkat çekmemek için. Sofra kuruldu o an sürpriz bir şarap çıktı ortaya. Çok ünlü bir markanın oldukça kaliteli bir şarabı. Fetih'le göz göze geldik. Kadehlere dolana kadar sesimizi soluğumuzu çıkarmadık. Ben suya uzanırken herkes şarabına uzandı. Bu biraz kırıcıydı. Kokusundan belliydi güzel olduğu. Önümden ittim. Normalde bu masada ilk bitiren ben oldum ama Fetih'in kontrollü bakışları altında sessizce izliyordum sadece. Doğumdan sonra aynısından isteyecektim ondan. 

Bu içmeyişim elbette insanların dikkatinden kaçmadı. İlk Burcu gördü. "Sen neden içmiyorsun?" dedi. 

"Öyle ya canım istemedi." Dedim. Burcu buna inanmadı başta, alık alık beni süzdü. 

"Çok iyi baksana bir tadına."

"Yok ya." Önüme itilen kadehi geri ittim. "İstemiyorum." 

Dikkatini çekmeyen herkes de dikkat kesildi artık. "Sana ne oluyor?" diye sordu aniden. Bakışları açıkça zihnimi soyuyordu. Gözlerimi kaçırdım. Fetih'in bacağına dokundum alttan. "Ben bir süre zararlı olabilecek her şeye ara verdim." 

Burcu başta anlayamadı. "Şaraba zararlı dediğin için yargılanmalısın." 

"Ne kadar süre ara verdin kızım?" dedi Meltem teyze şüpheyle. 

Dokuz aydan sonra bir süre de emzirme dönemi vardı. Nereden baksak iki yıldan fazla bir süreydi. "Bir süre." 

Gözleri küçüldükçe karnımın içini görüyordu sanki. "İki üç sene kadar mı yoksa?" 

Başımı salladım. "Muhtemelen." 

Masadaki bir tek Meltem teyze anladı. Yüzündeki kırışıklıklar belirginleşti. Ağlayacak mıydı gülecek miydi anlayamıyordum. "Siz ne konuşuyorsunuz kendi aranızda ya?" 

"Efsun bu gerçek mi?" dedi. Başımı salladım. Suna annemde göreceğim tepkinin birazını en azından onda gördüm. O yüzden başka kimseye bakmadan izledim onu. Gözlerinin doluşu, bir gülüp bir ağlayacak gibi olması, rastgele bir şeyleri tutması, bırakması, ayaklanacak gibi olması... Eşine baktı "Torun geliyor!" dedi İlbey amcayı sarsarak. İlbey amca boğazına düşkün bir adamdı. Yemeğini yiyordu öylece. Kolundan sarsılıp öylece haykırılmayana kadar anlamadı bile. 

"Hamile misin?" 

"Evet..."

"Efsun teyze mi oluyorum?" 

"Evet..."

"Efsun..."

"Burcu!" 

Burcu annesine baktı aynı anda bağırdılar. Karabaş korktu, Şeftali yerinden zıpladı. Birbirlerine sarılırken kalktığında en sakin tepki İlbey amcadaydı. Ayaklandı ve ilk Fetih'e uzandı elindi. "Tebrik ederim oğlum." Dedi. Benim ona yönelmeme izin vermeden Merthan'ın tavrına çok benzeyen bir tavırla Burcu beni sarstı. 

"Kızım."

"Burcu." 

"Kızım."

"Burcu." 

Kollarını bana sardı. Kemiklerimi hissedeceğim kadar hem de. "Efsun bebek geliyor." Benden ayrıldığı gibi karnımı tuttu. "Efsun bebişimiz geliyor." 

Belki ben onun için muhteşem bir dost olmamıştım. Belki o da benim zamanımda çok kalbimi kırmıştı ama emindim ki çok güzel bir teyze olacaktı. Kız olursa Fetih'i çıldırtacak kadar iyi anlaşacaklardı. Erkek olsa da pek bir şey değişmeyecekti. Belki anneannesi ve dedesi yaşamıyordu ama onlara kefil olacak kişiler buradaydı. Onlara öyle seslenecekti. Çünkü onlar kendisini torun geliyor diye müjdelemişlerdi. 

***

Hastane asansöründe gergin bir bekleyişteyken Fetih bacağını sallıyor ve yükselen katları gösteren dijital ekrana bakıyordu. Sanki o katlar haddinden fazla yavaş ilerliyordu. Dudaklarını kemirirken "Bence bu kez gösterecek kendini."

Bir hafta geçmişti doktorumuzun kendini göstermedi deyişinin üstüne, Fetih adeta fenalık geçirmişti. Görebilme ihtimalimiz vardı ama kendini göstermek istememişti. Bana fazlasıyla olağan gelmişti bu durum. Canı istememiş ve görememiştik. Olabilirdi. Demek ki keyfi bunu istiyordu. Anlayış göstermeli ve onun kendini göstereceği kadar rahat hissetmesini beklemeliydik. 

"Bilmem ki." 

Göz ucuyla bana baktı. Bu rahatlığıma sanırım biraz bozuluyordu. 

"Hâlâ erkek mi hissediyorsun?" 

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yanağımı Fetih'in koluna yaslamadan hemen önce başımı salladım. Alnında parlayan soğuk terleri görebiliyordum ve koluna yaslandığımda kalp atışının sol kolunu bile zorladığını hissettim. Beline sarıldım, kalbi beni belki hisseder de sakinleşir diye. Başımı ellerinin arasına aldı. Dua ettiğini hissediyordum. 

Duran asansörde Fetih'in her hafta gitmekten yolunu ezberlediği odaya doğru ilerledik. Elif Hanım içerideydi. Fetih sabırsızca kapıyı çaldı. "Gelebilirsiniz." 

Bizi beklediğini biliyordum ama bizi her gördüğünde yüzünde bu kadar güller açması beni çok mutlu ediyordu. "En sevdiğim annem ve en sabırsız baba adayım gelmiş." dedi. Fetih'e durmadan laf çarpıyordu ama Fetih stresten yarısını alıyor yarısını alamıyordu. 

"Hocam..." dedim gülümseyerek. 

"Gel Efsuncuğum gel. Nasılsınız heyecan var mı?" 

"Bence bu sefer de göstermeyecek." 

İçimden bir ses bir inatçı olduğunu ve önümüzdeki haftaya kadar sessiz kalacağını söylüyordu. Son ana kadar bizi çatlatacak sonra öyle güzel gelecek ki tüm o çatlayışlarımızı silecek gibi. Hatta öyle ki o kadar emindim ki öğrenemeyeceğimize inanılmaz rahattım. 

"Bunu bana söylemedin Efsun." dedi Fetih hayretle. 

"Benim de eşim yanımda bu halde olsa ben de söylemezdim Fetihciğim." 

"Hemen geçelim mi?" diye sordu Fetih dayanamadan. 

"Ne acelemiz var daha kahve içeceğim ben asistan doktorumla." dedi Elif Hoca. Şaka yaptığı her halükârda belliydi aslında. Sadece Fetih bunu göremiyordu ve Elif hoca her zamanki gibi Fetih'le uğraşıyordu. Onu adeta kurtarayım diye çaresizce bana baktı. O kahve hatır olarak değil ama bitiş süresi olarak kırk yıl geçebilirdi. 

"Hocam yapmayın tansiyonu var." dedim Fetih'in yanağına dokunurken. Parmak uçlarımla sakallarını sevdim. Elif hocanın o tatlı kahkahası, yerinden kalkışı ve Fetih'in omzuna dokunduktan sonra önden yürüyüşünü izledi Fetih öylece. 

"Bu kadın." dedi kısık sesle. Her seferinde böyle yapılıyordu ona. Zorbalanmıyordu. Sadece şakalanıyordu. 

"Bir şey yok bir şey yok, seni sevdiğinden yapıyor." Dedim ve hocamın peşine düştüm. Fetih çantamı aldı, ben ayakkabılarımı çıkarıp yatağa yattığım an ne oldu olduysa. Sanki yaban mersini, artık onlarca yaban mersini tabi, beni erken strese sokmamak için son anı bekledi. Oraya yatınca ne olduysa oldu. 

Hayır hayır... Gösterecekti. 

Fetih'in eli avuçlarımın içinde kavrandı ve göz göze geldik. Bana baktı, bir şey olduğunu hissedebiliyordu. Dizlerim titredi bir an. "Gösterecek." dediğimde yüzündeki dehşet arttı ve elime bir baskı oturdu. Elif hoca ekranın konumunu tamamen değiştirdi ve benden sakladı. Anlayacağımı biliyordu, kendisinden duymamı istiyordu. Karnıma soğuk jel temas etti. "Bakalım bakalım." Dedi ve karnımın üzerinde gezinmeye başladı monitör. 

Hissediyordum, gösterecekti. 

Kalp atışlarımı hem duyuyor hem de görüyordum. Sinem titriyordu. Derin bir sessizlik oluştu, Elif hocanın bakışları derinleşti. Ben bu bakışı bilecek kadar uzun zamandır onunlaydım. Bir ayrıntı görmüştü. 

Parmaklarını takip ettim. Yakınlaştırdı, uzaklaştırdı, yüzü ciddi bir hal aldı. "Bir kivi kadar artık." dedi önce. Böyle meyvelerle somutlaştırırdı hep ama şu an sırası bu değildi. Fetih geçen sefer, biraz büyüdüğümüzü ve üzüm tanesi kadar olduğumuzu öğrenince kulağıma eğilip demişti ki üzüm değil, üç yaban mersini kadar.

Kıstasımız yaban mersiniydi bizim. 

"Gösteriyor mu kendini?" dedi Fetih. Elif hoca bize baktı ve gülümsedi. Ayak parmaklarımı büktüm nefes almaya ara verdim neredeyse. Fetih boşta olan elini yatağa bastırdı. 

"Efsun son kez soruyorum ne hissediyorsun?" dedi. Bilmiyordum, artık bilmiyordum. Tam bu noktada her şey belliyken bilmiyordum ve dudaklarımdan dökülenler bilinçli değildi. 

"Kız mı?" 

Yedi hafta olmuştu yaban mersininin varlığını öğreneli. Yedi haftadır erkek hissediyordum. Bazı anlar tereddütteydim bazı anlar emindim ama hiç içimden başka bir cinsiyet geçirmemiştim. 

Fetih'in bakışları bana indi. Haftalardır duymak istediği şey şu an çıkmıştı ağzımdan. Sesim titremiyordu ama yastığın üzerine gözyaşım süzüldü. Ağlamıyordum, sadece gözlerimin de kendini hissettirmesi lazımdı. Elif hoca bir bana bir Fetih'e baktı. Defalarca kez. Heyecandan midemin bulanacağı kadar. Fetih dayanamadı alnını alnıma yasladı bir yerden sonra. 

"Anneliğin kutsal olduğunu en çok nerede anlıyorum biliyor musunuz?" dedi. "Bu son soruya yanlış cevap veren anne adayım hiç olmadı benim." Kalbim heyecandan durmadı ama bir bebeğin cıvıltısını duydum içimde. Bir bebek. "Tebrik ederim güzeller güzeli bir kız bebeğimiz geliyor." Bir kız bebek... 

 

 

Comments


© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page