SERÇEYİ ÖLDÜRMEK 72. BÖLÜM
- Dilan Durmaz
- 11 Ara 2024
- 58 dakikada okunur
Derin nefes al. Bu ağrılar normal.
Derin nefes al. Sıkma kendini. Derin nefes al.
"Efsun abla."
Derin nefes al. Bıçak nefesimi oyuyordu. Derin nefes alamamak çok zordu. "Eee," mırıldandım kendi kendime, kadına gülümsemeye çalıştım. Yumruk olmuş ellerimle dosyayı tutamadım. Ağzımdan mırıltılar döküldü. İnlemiyordum, inleyemiyordum bile. Öksürmek istedim nefes alamadan bunu yapmak bıçağı karnımın içinde döndürdü, ağzımdan çıkan ses büyüdü.
"Abla sakin ol!" diye bağırdı Yusuf. İnsanlara seslendi, hasta kadın bile yerinden kalktı. Yatağa oturmak istedim ama bıçak her hareketimde dönüyordu. Düşmekten daha kötü olamaz diye kendimi zorladım ama çığlık atacağım bir ağrı oluştu. Ben adım atamadım ama bir sandalyeye oturtuldum.
Hastaneden bir isim anons edildi. Bu nöbetçi doktorumuzun ismiydi. Sonra benim adım duyuldu. Telefonum çalıyordu. Ağzım tutuldu, felç geçirmişim gibi bağırmak istedim onu bile başaramadım. Biri elimden tuttu sakin olmamı söyledi.
Tik tak.
Tarihler 29 Nisan'ı gösteriyordu. Bugün bir haber sitesinde okumuştum. 29 Nisan serçelerin yavrulama zamanıydı.
Tik tak.
Bu hissettiğim ağrı doğum sancısı mıydı?
Hayır... Olamazdı. Sakin ol. Doğum hemen başlamaz Efsun. Sakin ol. Doğum sancısı değil.
On altı saniye kadar sancının kuvveti tepkilerimi kontrol edemeyeceğim kadar yüksek kaldı ama sonra yavaş yavaş azaldı, on altı saniye dakika gibi geçti. Acı saatlere bölüştürülse ancak kıvranmayacağım kadar azalırdı. Azaldı ve yavaşça tükendi. Yusuf hâlâ öylesine bağırıyordu ki, eğer ki canımı dinlemeyi bilmesem onun yarattığı telaşla kendimi strese sokacaktım. Belki bu stres sancıya sebep olacaktı ama ortamdaki herkesin aksine sandalyenin kollarını sıktım, sakinleşene kadar, ağrıyı tamamen defedene kadar nefeslendim.
"Yusuf tamam geçti."
"Doğuruyor! Elif hocayı çağırın!"
"Yusuf doğurmuyorum sakin ol!" bir sağa bir sola gidiyor, kapıya çıkıyor, sesleniyor, yanıma gelip elime dokunuyordu. Elimi tuttuğu an tırnaklarımı geçirdim eline, engel oldum yeniden etrafta tavuklar gibi dolanmasına.
"BAĞIRMA!" dedim yüzüne bağırıp onu sarsarken. Bazen bazı babalar geliyordu, annelerden daha fazla ortalığı velveleye verip dikkat çekiyordu. Yusuf'ta tam olarak o babaların kumaşı vardı. Üstelik baba da değildi, asistan doktordu. Şu an beni burada sakinleştirmesi gereken kişiydi.
"Bağırma, kim aniden doğurmuş ben doğurayım?" ağrıdan büzülmüş bedenimi ani hareket etmeden yavaşça doğrultuyordum. "Aniden sancı girince korktum ama kesildi şu an. Bana daha fazla bağırmadan, koşturmadan bir bardak su vermen gerekiyor şimdi sadece."
Nefeslerim henüz tam anlamıyla düzene girmemişti. Bu dokuz aydır hissettiğim en yoğun sancıydı. Vakit yaklaşıyordu, elbet olacaktı bunlar ama şunu anlamıştım ki ben sakin olmazsam kimse sakin olmazdı. Ağrı ne kadar büyük olsa da sakinliğimi korumazsam çevrem de bir o kadar telaş yapıyordu. Sabah uyandığımda da bir sancı çekmiştim banyodayken, klozete oturup sakince geçmesini beklemiştim. Fetih bilse sakin olur muydu? Olurdu ama korkardı da. Korkmasını istemiyordum. Aklının bende kalmasını da istemiyordum. Aklı sancımı söylemememe rağmen bende değilmiş gibi.
Yaklaşık bir saat ve yarım saat önce de yoklamıştı ama bunların doğum sancısı olmadığını farkındaydım. Sadece bu sefer baskı yoğundu, sabah okuduğum o bilgi ve az önce doğurmak üzeresin diye telefonda beni azarlayan Fetih tarafından manipüle edilmiştim. Hamileliğin yarısı zihinde geçer demişti bir kez Elif Hocam. Düşündüklerimiz direkt etki ediyordu.
Benim kızım ne zaman geleceğini biliyordu.
Bana uzatılan suyu aldım, o sırada odaya da Yusuf'un başımıza topladığı meslektaşlarım giriyordu birer birer. Çaldığını duyduğum telefonun sesi kesilmişti.
Elif Hoca bana en hızlı ulaşan kişi oldu. "Neler oluyor burada?" dedi. Bu sabah Fetih'in beni sıkıştırdığına şahit olmuştu ve gözümün içine baka baka Fetih'e hak vermişti. Artık inat etmememi doğum iznime ayrılmamı söylemişti. Bu inat değildi ama şimdi yaşanacak ilk aksilikte herkesi haklı çıkaracaktım biliyordum.
Doğum iznine çıkma hakkı doğumdan sekiz hafta önce başlıyordu. En geç kırkıncı haftada doğum olacaktı ve en geç iki hafta önceye kadar annenin kendi kararıydı çalışıp çalışmamak. Ben otuz yedinci haftadaydım, otuz sekizinci haftada doğum bekliyorduk, kırka kalacağını sanmıyordum. Resmiyette de otuz sekiz hafta işimin başında kalma hakkım vardı. Tüm planımı yapmıştım, izne çıktıktan bir iki gün sonra kızım gelecekti. İznimi de doğum sonrasında kullanmış olacaktım ama asıl sebep bu değildi. Uzatmak istersem zaten ücretsiz izinle devam ederdim ama ben çalışmak istiyordum.
Çok huzurlu ve sağlıklı geçen bir hamileliğim vardı. Ben bu kadar rahat bir dönem geçireceğimi sanmıyordum hiç. Öyle hamileler görüyordum ki, hamile kalmadan önce kendimin de zorlu bir süreçten geçeceğini düşünüyordum ama sanırım hayatımın her anı zor geçmişken, her süreç bana sancı vermişken Allah'ın bana lütfuydu hamilelik dönemim. Senin canın şimdiye kadar çok yandı, şimdiye kadar çok sınandın ama kızın seni hiç sınamayacak demek gibiydi bu. Şimdiye kadar her mutluluğunun bedelini ödedin ama kızın için ödemen gereken bir bedel yok, sadece güzellik var demek gibiydi...
Ya da bunların hepsini bana Fetih sağlıyordu. Hamilelik bir bütündü. Baba, ev, beslenme, uyku ve içeride büyüyen bir can... Bazen sadece son kısmı yaptığımı hissediyordum. Çünkü geriye kalan her şeyi Fetih hallediyordu. Ben ne bu kadar sağlıklı beslenebilecek biriydim ne bu kadar düzenli uyuyabilecek ne de stresten bu kadar uzak duracak biri. Pamuklara sarılmıştım aylardır. Bu mecazen değildi. Şükretmeyi öğrenecek bir hamilelik geçiriyordum. Aslında her şey çok rutindi, uyanıyordum işe geliyordum, işten çıkıyordum, yemek yiyordum, bazen yerde yürüyen bir karınca kendinden büyük yük taşıyor diye ağlıyordum, bazen inanılmaz küçük şeylere öfkeleniyordum ama hepsini huzurla yapıyordum.
Hayatımda ilk defa mutlu olmak için bir bedel ödemiyordum. Normal koşullarda beni zor bir hamilelik bekler sonra kızım doğunca her kötü şeyi unuturum sanıyordum. Tıpkı evliliğim gibi, tıpkı aşık olma sürecim gibi ama ilk kez öyle değildi. Her şey çok sakindi, bu bazı insanlar için çok sıkıcıydı ama benim için huzurdu.
Burcu bir kez demişti ki; bu nasıl sıkıcı bir hamilelik... Hiç çok absürt bir şey aşerip Fetih'i deli divane sokaklarda dolaştırmıyorsun. İsim kavganız ne çabuk bitti, bence dokuz ay bunu tartışmalıydınız. Arada bir sancılanıp Fetih'in kalbine bile indirmiyorsun Efsun en azından rol yap da heyecan gelsin hamileliğine.
O kaos için yaşıyordu ben sakinliğe şükrediyordum ve her şey bu kadar yolunda gidiyorken ben mesleğimi son ana kadar yapmak istiyordum. Bu konuda ne Fetih ne de iş arkadaşlarım beni anlıyordu ama kızım benim yanımdaydı biliyordum. Az öncesi hariç bir güne bir gün beni zorlamamış, mesleğimi yapamayacağım hale getirmemişti beni. Annesinin gönlünden geçenlere kulak veriyordu. Elimi karnıma bastırdım ve baş parmağım kızımı okşadı.
"İyiyim." dedim Elif hocaya. "Sadece ani bir sancı girdi. Destursuz hareket ettim belki de ama iyiyim şimdi. Ben ağrıyı çok dışa vurunca Yusuf da korktu."
"Hemen alalım seni odaya muayene edelim."
"Hocam iyiyim gerçekten gerek y..."
"Efsun bir sağlıkçı olarak yapmayacağın şeyleri benden yapmamı bekleme. Hadi. Yürüyebilecek durumda mısın?"
Geri çekilip beni süzdü. Üzerimde beyaz bol bir elbise, beyaz önlüğüm ve altımda beyaz stilettolarım vardı. Evet otuz yedinci haftada. Evet bunun her zaman alayı dönüyordu ama gerçeğe dönmesi Fetih için çok travmatik olmuştu. Ben topuklu ayakkabılarımın üzerinde dolanırken anksiyeteyle boğuşuyordu. Hastaneye geleli birkaç saat olmuştu, yoğunluğa ve yorgunluğuma göre ben zaten spor ayakkabıya geçiyordum gün içinde ama bugün henüz gerek duymamıştım.
"Evet evet yürüyebilirim." dedim ama birinin elini tutarak kalkma gereği duydum. Sakince hareket ediyordum artık. Her adımıma dikkat ediyordum, telefonu aldığım an bir arama daha aldım. Fetih'ti. O şu an açmayışımı inadıma bağlıyordu ve sesimi duyarsa korkardı, biliyordum. Açmadım yine. İnattan sansın istedim. Yusuf'u gözetimim altında tutmam gerekiyordu sadece. Her an Fetih'e haber uçurabilirdi. Ensesinden tutmaya boyum yetmediği için önlüğünden tuttum. Muayene odasına gittiğimizde hızlıca tuşe yapıldı ve açıklığıma bakıldı. Hâlâ önlüğünün ötesinden tutuyordum bir yere gidip Fetih'i aramasın diye. O da tepemde dikilmişti zaten tavana bakıyordu. Evet tavana bakıyordu.
"Açıklığın üç santime yaklaşmış."
"Çok olağan, bir hafta sonra doğum bekliyoruz. Bu doğumun başladığına bir işaret değil."
Elif Hoca bana baktı uzun uzun. Söylediğimin doğru olduğunu biliyordu ama içten içe şüphelendiği şeye ihtimal veriyordu. "Ne olurdu bu zamanlarını ayağında stilettolarla hastanede fıldır fıldır dolaşarak değil de evinde geçirseydin Efsun. Bak gördün mü?" dedi sancımı kastederken. Sanki evde de sancılanmamışım gibi. Ağzımı açıp söylemeden, ne söylesem benim iznime getiriyorlardı konuyu. Bilmiyorlardı ki kızım zamanında gelecekti.
"İyiyim. Gerçekten iyiyim."
"Benim içim rahat etmedi. NTS sonuçlarını da görmek istiyorum."
"Hocam..."
"Efsun! Hadi canım."
Doğrulabilmek için yeniden bir yer aradım ve en yakınımda Yusuf vardı. Ona baktım doğru yerden tutunmak için ama telefonu tuttuğu kıyıda köşede bir şeyler yaptığını fark ettim. Mesaj yazıyordu.
"Yusuf!" dedim dehşetle. O kadar dikkat kesilmişti ki telefonuna bağırdığımda yerinden titredi.
"Efendim abla."
"Ver şu telefonu bana."
Onun vermesine zaman tanımadım yataktan sarkma pahasına çekip aldım. Biliyordum Fetih'e yazıyordu. Harflerin birbirine girdiği mesajı ben okuyamadım bile ama gönderici kısımda Fetih vardı görebiliyordum. Herkes yataktan sarsılışımla korktu, bana kızdı ama telefonlar artık benimle güvendeydi.
"Ben sana Fetih'e haber ver dedim mi?"
"Abla bak..."
"Delirteceksin beni! Araba kullanıyor şu an! Senin yazacağın mesaj ya kötü bir şeye sebep olsa?"
Fetih soğukkanlı bir adamdı ama onu hiç doğum anında görmemiştik ki. Belki tüm soğukkanlılığını kaybedecekti? Ayrıca ben söylemiyordum, Yusuf'a mı düşüyordu bu yahu?
Hiçbir şey söylemedi, benim kalkmama yardımcı oldular. NTS muayenem yapıldı, orada da sorun çıkmadı. Bebeğimin sancısı yoktu. Karnımın aç olduğunu söylemedim, söylersem bana yemek yedirir yeniden bu yatağa yatırırlardı biliyordum. Hissettiğim sancı da ağrı da yoktu. Doğumun başlamadığına ayrı ayrı dil dökerek ikna ettim onları. Ben de bir doktordum, engelleyemezlerdi beni. Doğum başlamamıştı. Onlar da biliyordu.
Elim hâlâ Yusuf'un önlüğündeydi. Bırakmıyordum. Yerimden yavaş yavaş doğruldum ayakkabılarımı giyip zemine ayak bastım. "Fetih'e hiçbir şey söylemeyeceksin." dedim. Telefonu uzattım ama dokunsa da sıkıca tuttuğum için vermiyordum.
"Tamam."
"Yalancı, şu ses tonuna bak. Köşeyi dönmeden halledeceksin. Az önce sancılandım diye hastanede anons verdirdin."
"Efsun abla artık gidebilir miyim?"
"Sana burayı dar ederim Yusuf." dedim açıkça. Bana baktı. Bunu nasıl yapardım bilmiyordum ama yine de tehdit ettim. "Bıkarsın artık. Bak gerçekten öyle şeyler yaparım ki!" ellerim yapacağım şeyin büyüklüğünü göstermek için kocaman açıldı. Bu halime baktı. Karnım kocaman ellerim kocaman. Gülecek gibi oldu. "Bak çok kötü şeyler yaparım."
"Tamam abla."
"Beni ciddiye al! Hocam." diye seslendim arka tarafa. "Bir şey söyleyin." Elif Hoca telefonu elimden çekip aldı ve Yusuf'a verdi. Yusuf tam çıkacakken odadan durdurdu onu. "Hastalarımızın özel hayatlarına karışmıyoruz." dedi. Ne benim gibi tehdit etti ne de ellerini kocaman açtı. Ama benden daha korkutucu oldu. "Bunu hocan olarak sana son kez söylüyorum, bir kez daha uyarmam."
Benim tehditlerim işe yaramadı ama Elif Hoca'nın cümleleri fayda etti galiba. Yusuf yusuf oldu Yusuf, öyle çıktı odadan. Koltuğun üzerine bıraktığım beyaz önlüğümü geri giydim hocam beni izlerken. "Efsun ciddi misin sen ya?"
"Hangi konuda?"
"İnadında?"
"İnat değil. Neden bunu inada yoruyorsunuz ben de bunu anlamıyorum?"
Masasının üzerinde çok sevimli minik kaktüsler vardı. Ben de Fetih'in çalışma masasına almalıydım bunlardan. Yani hem benim hem de Fetih'in çalışma masası. Evde çalışılacak bir sürü alan vardı ama ne zaman çalışacak olsam gidip Fetih'in yanında çalışıyordum. Sandalyemi sürükleye sürükleye, çok çirkin bir ses çıkarıyordu ve bence belli etmese de Fetih'i rahatsız ediyordu, yanına çekiyordum. Onun dolma ve kurşun kalemlerinin yanına renkli kalemlerini çıkarıyordum. Ne çalışacaksam çalışıyordum. Bu bazen bir hastayla alakalı araştırmalarım oluyordu bazen hamilelikle alakalı. Bana bu anlar ilk zamanları anımsatıyordu. Tatlı bir mazinin tadı damağımdayken zamanın değiştirdiklerini fark ediyordum.
Fetih'le artık kâğıt üzerinde değil, gönül üzerinde bir evliliğimiz vardı. Masasında artık benim fotoğrafım da vardı ve o fotoğrafın birkaç santim gerisinde kızımıza aldığım ilk eşya vardı. Minik patikler.
Geçip giden seneler artık benden çok şey almıyordu bana çok şey veriyordu.
Elif Hoca'nın cümlelere ulaşmamış kelimelerinin arasına kapı tıkırtısı girdi. Kısa bir an gözlerimi yumdum. İki kez orta vuruşta bir çalış. Fetih'ti. O tarafa dönmedim, kapı açıldı ve "Girebilir miyim?" dedi. Ona dönmeden görüntüsünü hayal edebiliyordum. Çokça gergin ama odaya gelmeden hemen önce, kapının önünde az da olsa sakinleşmiş ya da öyle gibi davranıyor. Yine de benden gizlenecek bir kızgınlık değil. Yüzüne baktığım gibi ilk kızgınlığını seçerim. O yüzden bakmadım, bana kızgın bakınca artık daha çok kırılıyordu kalbim. Ya da kızım kendisine de kırgın baktığını sanıyor, üstüne alınıyor, iki kalp birden kırılıyordu.
"Tabi ki Fetihciğim. Gel. Nasılsın?"
Derin bir nefes aldı. İkisinin de gözleri zaman zaman bana düşüyordu galiba. "İyiyim." dedi istemeyerek. "Siz nasılsınız?"
"Ben de iyiyim teşekkür ederim." derin bir sessizlik oluştu. Artık tamamen bana bakıyorlardı biliyordum. Habersizmişim gibi kendi kendime takılmaya devam ettim ama masanın üzerindeki su şişesine uzanmak istedim. En son ne zaman su içtiğimi hatırlamıyordum, Yusuf'un verdiğini saymıyordum, ama şişe uzaktı uzanamadım. Bir an Elif Hoca'ya baktım, uzatır sandım ama uzatmadı. Fetih'e kaçamak bir bakış attı. İstemedim şişeyi, sonra içerdim. Konuşmak istemiyordum.
Kolum masanın üzerine, çenem koluma yaslı kaktüsleri inceliyordum. Bedenimin üzerine bir beden eğildim. Biliyordum arkamdaydı, biliyordum Fetih'ti ve biliyordum seneler olmuştu ama heyecanlanmamak elimde değildi. Bir an kalbim küt küt attı. Köşeden alabileceği su şişesine üzerimden eğilerek ulaştı. Saçlarım beyaz gömleğine sürtündü. "Bu bardak?" dedi Elif Hoca'ya.
"Evet temiz kullanabilirsin." dese de içine biraz su ekleyip odadaki lavabonun içine döktü. Temiz olması tozlanmadığı anlamına gelmiyordu tabi ki. Uzun bardağın tamamına su doldururken duruşumu bozmuyordum sadece olanları dinliyordum.
Kaktüslerin yanına yeniden bedenime eğilerek bir bardak su konuldu. Usulca suya uzandım ve içim yanmışçasına kana kana içtim o suyu. Su ılık ılık akarken mideme bardağı geri bıraktığımda beni izliyorlardı.
"Doktorlarınıza su içmeyi yasaklıyorsunuz galiba."
"Var öyle insanlık dışı mobbinglerimiz."
Islanmış dudaklarımı elimin tersiyle silip kaktüsleri izlemeyi sürdürdüm. "Peki bu insanlık dışı mobbinglerinize doğum iznine çıkarmamak da dahil mi?"
"Aaa Fetih! Biz o kadar vicdansız mıyız?"
Bu ikilinin zaman geçtikçe, çok sık kontrole gelirdik biz, bu kadar anlaşması benim zararıma olmuştu. Eskiden Elif Hoca devamlı laf çarpar, Fetih'se sevimsizce alttan alırdı.
"Şu an şakalaşıyorsunuz galiba, gülmem mi gerekiyor?" diye sordum. Bakmasam da onlara konuşabilirdim.
"Şakalaşmıyoruz ama," dedi Fetih ve girdiğinden beri bana sonunda temas etti. Eli çeneme ulaştı, şakağıma bir buse kondurdu ve tamamladı sözünü. "sen gülmek istiyorsan gül tabi."
"Bir kâğıt kalem alabilir miyiz Elif Hanım?"
"Ben isterseniz sizi baş başa bırakayım?"
"Hayır, hep beraber halledeceğiz bu işi bugün." dedi Fetih benim karşı koltuğuma otururken. Bakışlarım Elif Hoca'nın ellerine kaydı. Beni izliyordu. "Yazmayacağım." dedim.
"Yazacaksın." dedi karşımdaki koltuk.
"Yazmayacağım."
"Tamam ben yazarım. İmza önemli olan değil mi Elif Hanım?"
"Yan..."
"İmzalamayacağım da! Ayrıca," kırgınlıkla hocama baktım. "Kötü mü çalışıyorum?" diye sordum açıkça. "Gerçekten samimi bir şekilde soruyorum. Kötü mü çalışıyorum? Benden verim alamıyor musunuz? Lütfen dürüst olun."
"Lütfen dürüst olmayın." dediğinde Fetih odaya girdiğinden beri ona ilk kez baktım. İşaret parmağımı yüzüne doğru salladım, dudaklarıma bir dolu cümle geldi ama sesimin titreyeceğine o kadar emindim ki konuşmadım. Ağlamak istemiyordum. Sadece direnmek ve kendimi savunmak istiyordum. Bunu ağlamadan, dik bir duruşla yapmazsam anlamı kalmıyordum. İnsanların zaafını kullanıyordum. Bunu istemiyordum. Elim yumruk oldu ve hocama baktım.
"Eğer ki bana, benden verim almadığınızı, hiçbir işe yaramadığımı, ortalıkta dolanmaktan başka bir şey yapmadığımı söylerseniz o dilekçeyi dolduracağım ve bir daha asla gelmeyeceğim. Yemin ederim bunu yapacağım. Efsun işime yaramıyorsun derseniz gideceğim ve gelmeyeceğim."
Elif hocanın gözlerinin içine bakıyordum ayrılmaksızın. Burada diğer insanlardan tek farkımın nöbet tutmamak olduğunu hissediyordum ben. Geriye kalan her şeyi dokuz aydır yapıyordum. Bazen midemi bulandıracak bir şeyi de bazen beni ruhsal olarak zorlayacak bir şeyi de. Asla hamileliğimi kullanmıyordum. Sadece bir kez, bu süreçte bir kez Efsun'un annesi öldüğünde çok hırpalanmıştım ama elimde değildi. Onun dışında hiçbir vukuatım yoktu. Bunların benim yanılgılarımsa söyleseydi. Mesleğime duyduğum saygı önemliydi benim için. Bırakacaktım.
Yüreğim ağzımda hocamdan gelecek cevabı beklerken sık sık Fetih'e bakıyordu. O, başkasının etkisi altında asistanına işe yaramaz olduğunu hissettirecek bir uzman değildi ama zaten Fetih'in her ne olursa olsun bu cümleleri duymamı isteyeceğini sanmıyordum. Gözünü bu kadar karartmazdı, benim nasıl üzüleceğimi bilirdi.
"Efsun," dedi yenik bir sesle. "Sen benim en azimli en çalışkan asistanımsın." İçime su serpildi, nefesimi tutmuştum, yavaşça verdim. "Karnı burnunda haline rağmen en verim aldığım asistanımsın da ama Fetih'e hak vermemek elde değil."
"Fetih haklı değil ama." dedim kızgın bir sesle. Kaşlarımı büktüm, yine çok kızgın baktım. Kızgınlığım içimdeki bebek büyüdükçe çocuklara benziyordu. Ben eskiden böyle kızmıyordum.
"Öyle mi Efsun Hanım?"
"Öyle Fetih Bey."
"Efsun haklı olduğunu biliyorsun."
"Bilmiyorum!" diye çıkıştım. "Ya yapamıyorum yapamıyorum! Evde yapamıyorum. Yerimde duramıyorum. Sandığınız gibi bir hamilelik geçirmiyorum. Çok uykum gelmiyor, devamlı yorgun değilim. Evde duramıyorum. Devamlı bir yerleri kurcalıyorum. Başıma bir şey gelecek. Yemin ederim başıma bir şey gelecek. O gün istediğim tencereye ulaşmak için tezgâhın üzerine çıktım!"
"Ne?!" dedi dehşetle Fetih. Bunu ona söylememiştim.
"Şeytana uyuyorum resmen! Siz bilmiyorsunuz beni! Aklım başımda davranmıyorum. O senin kızımızın odasının duvarlarına taktığın tahta parçalarını ben takmaya çalıştım o gün kafama devriliyorlardı. Yalan söyledim sana incelemek için açmadım paketi. Takmaya çalıştım."
O tahtaların büyüklüğünü hatırladı sanırım gözümün önünde renk attı. Tansiyonu yükselecekti keşke daha hafif bir şey anlatsaydım. Tonla vardı zaten. "Yaptıktan sonra fark ediyorum çok riskli olduğunu. Yaparken anlamıyorum. Uyku desen yok. Ya bir insan gündüz uyuduğu her uykuda kâbus görür mü? Psikolojim bozuluyor, uyuyamıyorum. Çok kötü şeyler görüyorum. Ben nasıl evde kalayım?"
"Sen..." tutuk bir ses. "O tahtaları..." tıkanık bir ses.
"Fetih unutalım bunu."
Parmak uçları, benim tenime o kadar baskı uygulasa moraracak kadar, bastıra bastıra alnını ovaladı. "Alabilir miyim ben şu kâğıdı?"
Hocama uzattı elini kâğıdı ve kalemi çekip aldı ve önümdeki sehpaya vurarak bıraktı. "Yaz, imzala. Ne sen ne de ben işe gitmiyoruz artık."
"Hayır." dedim sızlanarak.
"Yaz dedim sana Efsun."
"O tahtaları bir görsen!" dedi Elif Hoca'ya. Ne siz kaldı ne de başka bir şey. "Bir görsen o tahtaları. Beşiğin en uzak yerine monteledim. Hani Allah korusun bir deprem anında, devrilirse altında ne varsa parçalar diye. Öyle sağlam ki anasını satayım," durdu gözlerini yumdu cümlelerini toparlayamadı. "Taşı yarar. Ya ağırlığı. Dokundurmadım. Böyle işte. Sen dokunmasına izin verme o..." ağzına o kadar çok şey geliyordu ki söylemeyen ama sızanları görebiliyordum. Küfrediyordu içinden duyabiliyordum. "Yaz imzala. Yok bitti artık iş hayatımız. Çalışmak yok, yalnız kalmak yok. Bitti. Sen bugün onu yazacaksın. Bak yazar mısın demiyorum. Yazacaksın diyorum."
Ellerimin titrediğini farkındaydım. Elbisemi sıktım. Benim üzerimde çok nadir böylesine baskı kurardı ve ben senelerdir buna alışamamıştım. "Hayır." dedim. Heybetli bedeni benden en az üç adım uzaktaydı ama üzerime çullanmış gibi hissediyordum. "İkimiz de çalışacağız. Ben burada güvendeyim."
"Allah bilir burada neler yapıyorsun." dedi açıkça. O anlarda hisseder gibi telefonum çalıyordu zaten ama ona bunları anlatmayacaktım.
"Ben bebeğimizi koruyorum." dedim tek derdi buymuş gibi.
"Kendini koruyor musun?" diye diklendi karşımda. "Sen kendini korumuyorsun ki Efsun? Gerisinin ne kadar önemi var? Sen kendini koruyor musun? Aylardır ne söylesem beni aynı konuda manipüle ediyorsun. Ya benim tek derdim kızım olabilir mi? Kafayı yiyeceğim! Benim tek derdim kızım olabilir mi Efsun?"
İnce ince bir sancı girdi yine bedenime. Belli etmemek için kafamı eğdim. Soluklandım sadece. Elim karnıma gitmedi sancıyı hissetmesinler diye. Stres yapıyordum yine. "İşini gücünü bırakıp benimle ilgilenmeyi planlıyorsun."
"İşim gücüm sensin."
"Hayır ben değilim. Sen bir mimarsın ve senin sorumlulukların var. Hatta benden daha fazla var. Benim burada eksiğim kapatılabilir ama sen oranın beynisin."
"Ya bunlar kimin umurunda Efsun?" diye isyan etti.
"Doğumdan sonra yanımda kalacaksın, gitmeyeceksin zaten. En azından şimdi, ben tek başıma idare edebiliyorken işlerinin başında kal. Ne kadar yoğunsun, bir sürü önemli işin var. Halledersin doğuma kadar."
"Fesuphanallah." dedi avucunun içini bastırırken yüzüne. "Efsun bahsi geçen tek bir şey bile o kadar umurumda değil ki, aklın şaşar."
"Niye anlamıyorsun?" diye sordum sarsan bir sitemle. Hâlâ ne sesim titremişti ne de gözlerim dolmuştu. Yüzüme bakmıyordu masanın üzerindeki rastgele bir şeye bakıyordu. Ne söyleyeceğimi ne o ne de ben farkındaydım. "Benim senden başka kimsem yok, doğumdan sonra nasıl idare edeceğim tek başıma?" içimde titreyen şey ses tellerim değil gönül tellerimdi. Bunun hesabını kitabını yaptığımı şimdi söylerken fark ettim. Masanın üzerindeki bardaktan bana çevirdi gözlerini.
"O nasıl laf öyle?"
Lütfen ağlamayayım Allah'ım. Biraz daha dayanma gücüne ihtiyacım var. Lütfen.
"Hiçbir şey düşünmüyorsun Fetih. Gerçekten bak. Çok düz düşünüyorsun. Ben iyi olayım bebek iyi olsun tamam. Bu kadar. Sen bana yedi hafta önceden doğum izni için baskı yapmaya başladın. Ne olacaktı ben anlatayım sana. Ben kabul etseydim, evde muhakkak başıma bela açacaktım. Sen daha doğuma iki ay varken bırakıp işini gücünü eve gelecektin. Gelmeyecek miydin?"
"Gelecektim tabi!"
"İşte bak. Gördün mü? Kaç ay seni evde tutacaktım Fetih? Doğumdan sonra git diyecektim sana. İstesem de istemesem de. Hiç boşuna iş önemli değil deme. Önemsiz olur mu? Mesleklerimizi idame ettirmek zorundayız. Ve bunun parayla alakası yok. Şimdiye kadar verdiğimiz emekler için yine devam etmeliyiz. Buna mecburuz. Sonra ne olacaktı? Hem benim ısrarım hem de artık sensiz dönmemeye başlayan işe geri dönecektin. Ben ne yapacağım o zaman bir başıma? Benim kimsem yok senden başka neden bunu anlamıyorsunuz? Zeliha mı okulu bırakıp gelsin, Meltem Teyze mi evini bırakıp gelsin? Kimden ne isteyebilirim? Ve yapamam ben kimseyle." dedim açıkça.
Bunları düşünüyordum değil mi? Hem de ne âlâ! İnsan bebeğine ya o bebeğin babasıyla bakabilirdi ya annesiyle. Benim annem yoktu ki, bunu neden atlıyorlardı? Benim kayınvalidem bile yoktu. Zaman yaklaştıkça bu eksiklikler nüksediyordu. Çünkü çok tecrübesizdim ve yardıma çok ihtiyacım olacaktı. Kimsem yoktu benim Fetih'ten başka. İnsanların kurulu hayatları vardı ve ben bir tek çekinmeden annemin bu düzenini bozabilirdim ama mümkün değildi bu. Görmüyorlardı. Evlenmek değil ama annesiz anne olmak çok zordu. Bunu bana kimse söylememişti. Evlenirken bu kadar zorluk çekmemiştim. Bu annesiz anne olanların, annesiz anne olacaklardan sakladıkları çok can acıtan bir taraftı.
"Sen bunları mı düşünüyorsun?" sesinde küçümseme yoktu. Sesinde şaşkınlık vardı. O inat ettiğimi sanıyordu. Bu kadar derin düşüncelerle savaştığımı bilmiyordu.
"Efsun." dedi Elif Hoca. "Biz de buradayız, öyle hissetme."
"Hocam." dedim ve gözlerine baktım. "Eksiğin ne olduğunu benim söylememe gerek yok, siz daha iyi bilirsiniz." dedim. Gözlerime bile bakamadı. Karşımda ilk kez bu kadar küçüldü hayran olduğum o insan.
"Ben sizi yalnız bırakayım." dedi. Duramadı bile söylediğim cümleden sonra. İnsanların yüz göz olamadığı bir gerçekle ben yaşıyordum. Geçmeden omzuma dokundu geçti gitti yanımdan. Gözüm önümdeki kâğıda döndü. Ben ne yapacaktım? Ben annem olmadan nasıl anne olacaktım? Ben bilimsel bilgiler, sayfalarca makaleler okumak istemiyordum. Anneme sormak istiyordum. Anne kavramı o kadar kalmamıştı ki hayatımda Fetih'in annesi bile yoktu benim nezdimde. Hiç yoktu. Benim dünyamdaki ilk anne benmişim gibi hissediyordum. Burnum akmasın diye çektim ama gözyaşlarım akmaya başladı. Fetih'in masaya vurduğu kâğıda uzandım.
Çalıştığım hastanenin adını başlığa yazdım. "Yemin ederim bir daha hiçbir zararlı şey yapmayacağım. Bana yapboz alalım onunla uğraşayım. Burcu gelir arada sırada ya da ben de ofise gelirim. Canım sıkılmasın evde. Zeliha'nın sınav haftası çağıramam onu." gözyaşım kâğıda damlıyor mürekkep dağılıyordu ama kâğıdı değiştirmiyordum. Uzun ince parmakları kâğıdın üzerine düştü ve o an daha çok ağlamama sebep olacak şey yaşandı. Gözyaşım Fetih'in eline düştü. Kalemi çekti aldı elimden yerine geri koydu. İmza atmamıştım daha.
"Tamam." dedi sanırım ağlayışıma. Kâğıdı artık göremiyordum bile. Zaten aldı, dört parçaya ayırdı. "Madem çalışmak istiyorsun, çalış. Burasıysa senin için en güvenli yer, burada mutluysan, buysa en doğrusu çalışmaya devam et. Ben kendi derdimden, senin dert edineceğin şeyleri akıl edemedim. Benim ayıbım, özür dilerim." sesindeki pişmanlığı duymak istemiyordum. Bunları düşünmek zorunda değildi zaten. Fetih anne babasızlıkla sınanmamıştı, sınanmadığı hiçbir şeyden sorumlu değildi. Ona kızmıyordum. Yemin ederim kızmıyordum. Onu böyle suçlu hissettirdiğim için daha da şiddetli ağlayışım. "Efsun." dedi bana dokunurken. Başımı masaya yatırmak istedim izin vermedi. İki yandan sardı yüzümü. Burnumdan akanlar, gözümden akanlara karışmıştı ama yetmedi.
"Birazcık ağlayabilir miyim?" istedim açıkça.
Başını salladı "İstediğin kadar ağlayabilirsin." dedi. Başımı karnına yasladım ince bileklerimi bedenine sardım. Hıçkıra hıçkıra, bir çocuğun sesli ve çirkin ağlayışı gibi ağladım yine. Beyaz gömleği benim rimelimle kirlendi ama ne o ne de ben umursadım. Adeta hıığ diye ses çıkara çıkara ağladım. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama içimdeki ağlama isteği yok olana kadar ağladım. Hiç kalmadı denecek kadar izin verdim kendime. Tükendiği yerde başımı kaldırdım ve "Bitti." dedim.
Peçeteyle önce burnumu sildi, sonra temizini alıp ıslattı akan makyajımı arındırdı yüzümden. "Çok mu çirkinim?"
"Dünyanın en güzel kadınısın ve bu öznel değil."
"Gömleğini de kirlettim."
"Canın sağ olsun."
"Burnumu da sürttüm ama."
"Ölürüm ben sana." orta yerdeki sehpanın üzerine oturdu bacağı iki bacağımın arasındaydı, yüzüm avuçları içinde okşanmaya başladı. "Ölürüm ben sana benim güzel karım." elinden açıkta kalan yerlere dudaklarını değdirdi. Ellerimi ellerinin üzerine kapattım. Sırtımın ağrısını unutup Fetih'e bırakmak istedim ama vuruyordu arkadan sızı. Odaklanamıyordum.
"Şu sende ucu bucağı olmayan merhamet var ya," dedi. "Bu inat, bu azim, bu yürek var ya Efsun sendeki."
"Var mı?"
Hâlâ bunu sorguluyor oluşuma gözlerini kapatarak ve başını eğerek karşıladı. Eğdiği yerden öylece salladı başını. "Kendini dışarıdan izlesen aklını kaçırırsın." dedi. Ona, onun gözünden bana bakmanın sonucu bu demedim. Beni bir başkası onun kadar merhametli ya da azimli görmezdi o da bunu bilmiyordu. "Bunlar sana boşuna verilmedi, aklından çıkarma tamam mı bu dediğimi? Bunların hiçbiri sana öylesine verilmedi. Annenin babanın yokluğu için bunlar. Senin kızın bile senin gibi olmayacak. Onların yokluğunu kapatabil diye sana böyle bolca verildi her şey. Yetebil diye. Kuvvetten düşünce aklına bu dediğim gelsin tamam mı?"
Başımı salladım. Bunu bu şekilde hiç yorumlamamıştım bu yaşıma kadar. Böyle doğdum sanıyordum, tek sebebi buydu benim için. Öyle miydi? Yetebileyim diye miydi?
Kuvvetten düşünce bunları düşünecektim artık, Fetih diyorsa bir bildiği muhakkak vardı. "Ve ben sana, biz ona yeteriz. Bir kişiye bile ihtiyacımız yok." dedi. Benim hissettiğim eksikliği o hissetmiyordu. O korkmuyordu. Bizim yetebileceğimize o kadar emindi ki, başkası onun için fikir olarak bile yoktu. "Düşünme olur mu bir daha böyle şeyler? İşmiş, güçmüş. Ne önemi var? Dokuz ay sen karnında, bir ömür ben sırtımda taşırım. Halledeceğiz biz. Eksikleri üst üste koyup halledeceğiz. Tamam mı Efsun?"
Kelimeler içi inançla doldurulabilecek mermiler gibiydi. İnanılarak söylenen bir kelimenin karşısında aksi bir eylem bile duramazdı. İnanmak benim için kaçınılmazdı. Başımla onaylarken buldum kendimi. "Tamam."
Ellerim avucunun içerisindeydi. Yaklaştırdı dudaklarına, avuç içlerimden öptü. Endişelim dudaklarına bulaştı sandım, tüm tedirginliğim onun dudaklarına gitti o öptü geçti. Bedenimde hissettiğim fiziksel ağrı dışında bir şey kalmadı. Biraz ona eğilip saçlarını öpmek istedim ama bunun için çok eğilmem gerekiyordu karnım izin vermedi. Fark ettiğinde kendisi yaklaştı. Fetih bana meydan okuduğunda tepemden konuşurdu, bana şefkat gösterdiğinde daima biraz daha altta olurdu bedeni. Saçlarına dokunup öptüm.
"Mesainin bitmesine iki saat var. Kantinde bekliyorum ben seni."
"Doktor odasında da bekleyebilirsin."
Fetih'in elinden tutarak yavaşça kalktım. Elimi bırakmadan geri çekildi ve ayakkabılarıma baktı. Laf edecek sandım ama hiçbir şey söylemedi. "Yok aşağıda beklerim." dedi. Önüne aldı beni elim arkamdan geliyordu elinin içinde.
"Burada kamera var mı?" diye sordu.
"Tabi ki yok." elim kapı koluna gitti aşağı indirip araladım da ama arkamdan bir kuvvet kapıyı geri kapattı. Bedenim ne olduğunu anlamak için döndüğünde Fetih karnımın izin verdiği kadar bana yaklaştı ve dudaklarımı öptü. Hamileliğim ilerledikçe ani hareketler benim için artık daha fazla denge bozuyordu. Karşılık veremiyor, uyum sağlayamıyor hemen kendimi düşecek gibi bırakıyordum. Korkuyla Fetih'e tutundum. Hem ellerim hem de dudaklarımla. Ben onun beni öptüğünü anlayacak ana varana kadar o avuçladığı yüzümü ve dudaklarımı soluksuz öptü. Elif Hocamın odasında bu kadar kısa sürede bu denli derin bir öpüşmenin içerisine nasıl düştük bilmiyorum sırtımın ağrısı bile bir an unutuldu. Dili damağıma dokunduğunda tırnaklarımı derisine bastırdım. Kolunu bırakıp yüzüne dokunmak istiyor ama dengemi koruyamam diye korkuyordum. İnce bir inilti döküldü dudaklarımdan, onu çıldırtan bir davranışla mest etmişim gibi parmaklarını elmacık kemiklerime bastırdı için için soluklandı.
Dudaklarımızın yerini alınlarımız aldığında nefes nefese soluklandık. Gözlerimi açamadım bile başım dönmesin diye. "Seni çok özledim." dedi, onlarca anlamı tek cümleye sığdırdı. Yutkundum, gözlerimi araladım. Konuşamadım ama ilk yaptığım şey bulaşan glossumu silmekti. "Fetih." dedim allak bullak sesle.
"Çıkabiliriz." dedi. Sersem sersem bakınıyordum etrafa, sarsak adımlar atıyordum. Belki dakika sürdü bu aklımın bulanışı. Salık saçlarımı arkamdan topladı ve belime bıraktı. "İyi misin?" diye sordu benim bu aptal oluşumu farkındayken. Alık alık ona baktım. Soruyor muydu? Fetih çok iyi satranç oynardı bence. Tek hamle. Şah mat.
***
Oturduğum açıyı ne kadar değiştirirsem değiştireyim ağrımı azaltamıyordum. Doktor odasında çıkmak için son bir adımım kalmıştı. Önlüğümü çıkarmak ve çantamı almak ama yeniden beni yoklayan yoğun sancıyla iki büklüm kalmıştım. On, on beş saniyelik sancıların bu kadar ağrılı olması hiç etik değildi. Elimi karnıma koydum. "Senden hiç beklemezdim." dedim kafamı eğip. "Bir hafta önceden başlamanı hiç beklemezdim." dedim. Fetih nasıl hasta olunca ayılıp bayılıyorsa kızı da ondan farksızdı. Son gün sancım başlayacak ve aynı gün doğurup kapatacaktım sanıyordum bu süreci. Bir hafta çok erkendi.
Babası kılıklı. Gözlerim kapalı derin derin nefesler alırken kapı açıldığında irkildim. Elif Hoca'yı gördüğüm gibi de çektim elimi karnımdan doğrulmaya çalıştım. Yüz ifadem açığa vurdu ama saklamak istediğim şeyi.
"Sancın mı var?"
"İyiyim." dedim kesik bir sesle.
"Efsun yeniden muayene edelim."
"Kesinlikle hayır!" dedim bir kuvvet kalktım yerimden. "Beni strese sokuyor. Daha doğuma bir hafta var dört taraftan şimdiden başladınız. Stres yapıyorum. Ben doktorum doğum sancısıyla normal sancıyı ayırt edebilirim değil mi?"
"Teorikte evet." dedi ve beni süzdü. "ama pratiği bilemeyiz." yanıma geldi.
"Doğumun başladığını mı düşünüyorsunuz?" dedim hayretle. Bir adım geri çekilip kendimi gösterdim. "Doğum yapıyor gibi mi gözüküyorum sizce?" baştan aşağı beni süzdü yeniden.
"Gözükmüyorsun ama..." dedi ve omuz düşürdü. İçine sinmeyen şeyler vardı çünkü ben aylardır nöbet tutmamak dışında hamileliğimi pek yansıtmamıştım. Sadece karnım büyüyor, görüntüm değişiyordu onun için. "Bilmiyorum. Endişelendiriyorsun beni. Bak sana güveniyorum Efsun. Şu an beni de kendini de kandırmıyorsun. Güveniyorum sana."
"Güvenebilirsiniz."
"Yarın sancıların bu şekilde olursa seni kesinlikle çalıştırmam." dedi çantamı bana uzatıp. Cevap vermeyince "Duydun mu beni?" diye çıkıştı.
"Tamam devam ederse ben sizi arayıp bilgi vereceğim ama dinlenince geçecek. Biliyorum. Benden istediğiniz bir şey var mı?"
"Bu hamileliği hayırlısıyla bitirmen." dedi ve kapıdan çıkmak üzere olan bana imalı bir gülüş gönderdi. Son kez gülümsedim ve çıktım kapıdan. Asansöre binerken Fetih'in arabada beni beklediğini yazdığı mesajı okudum. Kantinde uzun süre oturmayacağını biliyordum zaten. Her gördüğüm görevliye el sallarken önce bana sonra karnıma sonra ayaklarıma bakıp el sallıyorlardı. Fetih'in beni her almaya geldiğinde arabasını park ettiği yere baktım. Yine oradaydı. Kapıya yaslanmış, lacivert gömleğinin kollarını kıvırmışken yere bakıyor sandım. Hayır yere değil eline bakıyordu. Elindeki çiçeğe hatta.
Hamilelikte tamamen pıtı pıtı olmuş adımlarım durdu. Çiçeğe baktım. Nedenini bir türlü çözemiyor, her seferinde bir dahakine alışmış olacağım desem de aynı sevinç doluyordu içime. Her çiçek alışı ilk çiçek alışı gibiydi. Burada elinde çok daha büyük bir hediyeyle gelse yine de çiçek kadar içim kıpır kıpır olmuyordu. Kafasını kaldırdığında beni gördü ama uyarmak için çok geçti. Minik minik koşar adımlarımla çiçeğime giderken "Koşma Efsun." dedi ama ben ona vardım bile. Elindeki çiçeklere bakarken "Ya kızım." dedi. Kelimelerinin tükendiğini hissediyordum.
"Bana mı aldın?"
"Yok, bu sefer kendime aldım."
"Hı?" başımı ona kaldırdım. Çok ciddi söylemişti kısa süre de olsa gerçek sandım. "Başka kime alacağım akıllım?" çiçekleri bana uzattı. "Yine sipariş vermişsin bir şeyler, şubeye ulaştı diye mesajı geldi. Boş boş oturuyorum gidip alayım dedim."
"Yolda da çiçekçi gördün?"
Başını salladı.
"Çiçek görünce aklına geldim."
Başını salladı. Çiçeklerimi kokladım. "Öpeyim mi?" yeniden sallayınca kafasını uzanıp öptüm dudağından. Beklemiyordu, yanağından öperim sanıyordu.
Evet Fetih benimle dışarıda öpüşmüyordu hâlâ. Yani beni öpüyordu da yanağımdan, saçımdan, alnımdan olarak sınırlı kalıyordu. Senelerdir değişmemişti. Ben sanıyordum ki bir yerden sonra umursamaz, takılmaz ama yok ilk gün nasılsak öyleydi. O da ben de. Dudaklarını yaladı, etrafa bakındı. "Fesuphanallah." dedi ve arabayı işaret etti. Yok etmek istiyordu ben onu dışarıda öpünce.
Arabaya vardım ve emniyet kemerimi bağladım. Çiçeklerimi kucağıma yerleştirdiğimde Fetih de sürücü koltuğuna geçti. Arka taraftan cam şişe aldı. "En son ne zaman su içtin?" diye sordu. Cevap vermedim. Duydu. "En son verdiğimi içtin."
Uzattığı şişeyi alıp ağzıma diktim. Kızıyordu ama unutuyordum. Evet su içmeyi bile unutuyordum. Suyumu içtikten sonra arabayı çalıştırdı.
"Bugün Zeliha'yla konuştum, biletini almış hafta sonu geliyorlar."
"-lar?"
Dikkatli bakışları yoldayken direksiyonu bir tam tur çeviren elini izledim. Keşke bazı anları baştan alabilseydi gözlerim.
"Emir'le."
"Sebep?"
"Sanırım doğum yapacağım." dedim ama bu dönem ironi yapmak için biraz yanlış bir zamandı sanırım. O ana kadar yola bütün dikkatini vermiş Fetih hızla bana döndü. "Haftaya yani."
"Efsun..." dedi adımı aldığı nefesle okurken. Dudaklarımı öne doğru büzdüm ve yola baktım sadece. Artık üste çıkmıyordum, işime gelmeyen yerde konuşmuyordum. Yaşadığı kısa süreli korkuyu attı ve yine o devlet ciddiyetini aldı omzuna. "Gelmeyecek Emir?"
"Sebep?" dedim hızla.
"Paşa gönlüm."
"Elle tutulur sebep?"
Fetih'in Zeliha'yla konuşuyor olması, onları görüyor olması ve bu ilişkinin varlığını en azından kabul edişi çok da yapıcı bir tutumda değildi. Fetihçeydi. Yan yana gördüğü her an çocukları zorbalıyor, elinden geldiğince denk gelmesinler diye uğraşıyor, aynı ortamda en az bakışlarıyla rahatsız ediyordu.
"Bu adamın işi gücü var siz farkında mısınız? Hani bir başkasının yanında çalışsaydı böyle yapabilir miydi?"
"Muhtemelen daha rahat olurdu." dedim açıkça. Doğumla alakalı bir şey söylemezsem gözünü yoldan ayırmıyordu. Eskiden ayırırdı. Bu da Fetih'in yeni özelliğiydi.
"Allah Allah. Versin o zaman istifasını." dedi yine çok acımasız noktadan. Gözlerimi kapattım ve soluklandım. Sakin olacaktım.
"Emir'i bu kadar rahat gözden çıkarman çok kırıcı bilse çok üzülürdü ama ben söylemeyeceğim." dedim. Fetih'le aramdaki sırlar o kadar çoktu ki artık, daha fazla sır istemiyordum. "Ayrıca benim doğumum işten daha mı önemsiz?"
Mimiklerinden anladım niyetimi fark ettiğini. Artık bu taktik de işe yaramıyordu.
"Baba olan Emir olmadığına göre, onu ilgilendiren bir şey de yok. Gelmeyecek, işinin başında kalacak."
Onu tetikleyecek bir şey söylememek için zorlukla tuttum kendimi. "Ben Emir'in gelmesini istiyorum ama." dedim açıkça. "Ve bunun Zeliha'yla olan ilişkileriyle alakası yok. Emir'in varlığını da orada istiyorum. Yabanmersininin bir tane dayısı var."
"Kızımızın," diye düzeltti. Yaban mersini değil de Yabanmersini olarak söylediğim anları anlıyordu ve inceden inceye bana ters gelmeye devam ediyordu. "Gözünü açar açmaz tek ihtiyacı inan ki annesi ve babası olacak. Hatta dayı lügatında bile olmayacak."
"Olacak!"
"Olmayacak sevgilim."
"Olacak Fetih, ben doğarken dayı diye ağlamışım."
"Olmayacak benim güzel karım."
"Dayım gelmeyene kadar da ağlamışım!"
"Efsun senin dayın yok ki?" dedi hayretle. Evet yoktu. Doğru söylüyordu.
"Hiç durmadan ağlamışım işte. Kızımız da mı ağlas..." sırtımdan karnıma doğru yayılan ani sancıyla nefesim de cümlelerimle beraber kesildi. Yaslandığım koltuktan hızla doğruldum, hızla kapı koluna tutundum. Gözlerin yoldan bana kaydığını biliyordum. "Efsun." dediğini duydum. Başımı eğdim soluklandım. Bir, iki, üç, dört... Sakin ol geçecek.
"İyiyim." dedim tutuk bir sesle.
"Sancın mı var? Dur tamam, dur sakin ol. Geri dönüyoruz." arabayı uygun bir yerde köşeye çekti önce.
"Hayır!" dedim ve elini tuttum. Telaş yapmasın diye gıkımı çıkarmadım. Sakince soluklandım. "Tamam geçiyor. Kastım kendimi galiba, o yüzden."
"Efsun."
"Yemin ederim iyiyim. Su verir misin?"
O suya uzanırken ben camları açtım. Her sancı beni nefes nefese bırakıyordu. Bir hafta vardı daha, çıldıracaktım şimdi. Göz göze geldiğimde minicik kalmıştı gözleri. Küçülttükçe beni daha iyi göreceğini sanıyordu sanırım. Ağrım azalana kadar gözlerine baktım. "Emir gelsin tamam mı?"
Omuzları bitik bir halde düştü. "Ya." dedi isyankâr bir sesle. "Kurban olurum sana gelsin. Kimi istiyorsan gelsin, kasma kendini." yüzümü eline bastırmak istediğimde anladı bu ihtiyacımı, avucunun içine yatırdı beni. Nereden baksak en az iki dakika durdum avucunun içinde. Ağrımın tamamen geçmesini bekledim. Diğer elini de karnımın üzerine koydu, elinden geldiğinde masaj yapmaya çalıştı. Fiziksel olarak bir faydasının olması pek mümkün değildi ama manevi bir rahatlama veriyordu bana bu dokunuşu. Ya da kızımın ağrısı varsa onu geçiriyordu. Yüzüm yatıkken eline çenesini saçlarıma bastırmıştı. Dua ettiğini hissedebiliyordum.
"Fetih inip manav bulalım mı? Meyve alırız." yürümem gerekiyordu. Diğer türlü ağrılarım azacaktı.
"Tamam sürerim ben bir manava, alır gelirim hemen."
"Yok inip beraber yürüyelim." dedim. Ona yürümem gerektiğini yoksa ağrılarımın artacağını söylemedim.
"Emin misin?"
"Eminim." dedim. Arabayı önce daha doğru bir yere park etti. Sonra inip hemen kapıma geldi. Elimi tuttu sıkıca, indim arabadan. Fetih'in her şeyi olduğu gibi adımları da benden büyüktü. Kocaman adımları vardı, benim iki adımım bazen onun tek adımına denk gelirdi. Ben geriye düşmeyeyim diye beni önüne alırdı genelde yürürken. Bu da demekti ki adımlarını benim adımlarım kadar yavaşlatırdı. Sonra hamilelik iyice ilerlemiş, adımlarım daha da yavaşlamıştı. Fetih'in tek başına bitireceği yolun onuncu adımındaydık şimdi. Ansızın fark ettim benim için ne kadar yavaşladığını. Yine hiç olmadık yerde içime düştü o zımbırtı. Gözlerimi birazdan yaşartacak cinsten bir zımbırtı hem de.
"Fetiiih." diye seslendim. Koluna girmiş, yanağımı yaslamıştım. "Ben hep böyle yavaş yürüseydim, ne yapardın?"
"Yavaş yürümeyi severdim." dedi. O zımbırtı gözlerime ulaştı.
"Sıkılmaz mıydın?"
"Seninle yapıp sıkıldığım bir şey söyle desen bu hızla ülkenin en doğusuna kadar yürümemiz gerekir." dedi.
"Ülkenin en doğusuna varınca ya?" dedim.
"Hiçbir şey bulamadım, hadi en batısına yürüyelim ben biraz daha düşüneyim, derdim bu kez."
Bu hissettiğim sevginin altında ilk kalışım değildi ama bu hissettiğim sevginin ucunun bucağının olmadığını anladığım anlardan biriydi. Dudaklarım bir bebek gibi büzüldü, gözlerim aldı nasibini. İçimde öylesine buruk bir hal vardı ki Fetih'in yüzüne baktıkça ağlayasım geliyordu. Eğer ki yaşadığım her şeyin bedeliyse Fetih, her şeyi yeniden yaşayabilirim diyecek kadar güçlü değilim ama en başa dönsem Fetih'in bir gün bana geleceği inancıyla daha dayanıklı olurdum derim. Hiç pes etmez, çok sabreder ve direnirdim. Çok geceyi Fetih'in bana geleceği umuduyla kapatırdım.
Rastgele bir manava denk gelene kadar birkaç damla aktı gözlerimden. Fetih fark etmeden sildim. Sonra bir manav bulduk, girelim mi diye önce bana sordu. Her şey çok canlı, cıvıl cıvıldı, meyveler canlıydı. Başımı salladığımda manava girdik. Yaşlı bir amca karşıladı bizi. Benim karnı burnumda olduğumu görünce beyaz bir sandalye uzattı bana. "Otur istersen kızım." dedi. Başta oturmadım ama sonradan oturmak daha cazip geldi. Zaten Fetih benden daha iyi meyve seçerdi.
Oturduğum yerden evimize büyük bir özenle meyve seçen Fetih'i izlerken başta fark etmedim yanındaki kadını. Kalem bir etek giymiş üzerinde beyaz gömlek varken saçları ensesinde topuzdu. Oldukça ciddi ve sert bakışları vardı. Dışarıdan ya bir yönetici ya da despot bir öğretmen olabileceğini düşündüm. Fetih'e o kadar kötü bakıyordu ki aralarına girip Fetih'e siper olacağım sandım. Zaten hiç beklemediğim anda da konuştu.
"Beyefendi elinizle değil gözünüzle seçin." dedi. Aslında tam olarak öyle yapıyordu benim eşim. Neden kızıyordu? Sadece bir tane kırmızı elmayı bırakıp yeşil elmayı almıştı. Çünkü ben kırmızı elma sevmezdim. Yaşı bizden büyüktü ve adeta azarlıyordu. Dokunup bıraktığı bir şey yoktu Fetih'in. Durup kadına baktı.
"Anlayamadım?" dedi. Sonra kadın Fetih'in eski düşmanıymış gibi önündeki meyvelere tek tek dokundu ve kendince Fetih'i taklit etti. "Meyve böyle seçilmez, gözle seçilir. Ben sizin dokunduğunuz şeyi almak zorunda değilim." dedi ve bana baktı. "Eşiniz mi?" diye sordu. O kadar hazırlıksız yakalandım ki bir sözlüye kaldırılmış gibi gerildim.
"Evet ama..." dedim tam Fetih'in de tam olarak öyle yaptığını söyleyecekken Fetih konuştu.
"Ben gözle seçiyorum zaten ama siz az önce dokunduğunuz her şeyi alır mısınız? Asıl ben sizin dokunduğunuz şeyi almak zorunda değilim." dedi. Kadın bu kadar azarlar tonda konuşmasa Fetih mümkün değil karşılık vermezdi.
"Almayın beyefendi. Zorla mı aldırıyoruz? Ayrıca inkâr ettiğiniz için gösterip öğretmeyi tercih ettim. Hiç hatasını kabul edecek birine benzemiyorsunuz. Ay her neyse," dedi ve önündeki poşeti aldı. "Hamile eşinizin yanında tartışmak istemiyorum. Sadece nezaketen uyardım." bana ve karnıma bakıp az da olsa gülümsedi.
Fetih'in fesuphanallah çektiğini duydum. "Benim hamile eşimin olayla ne ilgisi var? Nezaketen de uyarmayın, işinize bakın."
Kadın Fetih'e dövecek gibi baktığında yerimden kalktım. "Birbirinizi yanlış anladınız." dedim ve aralarına girdim. Kadının yaşı bizden büyüktü ve Fetih böyle azarlanırken bunu umursamazdı. "Biz alacağımızı aldık, hadi çıkalım Fetih."
"Hayır daha bitmedi alacağım. Yaban mersini var mı abi?" diye sordu manava.
"Ayı üzümü." dedi kadın.
"Ne?" dedik aynı anda.
"Türkçesi ayı üzümü. Ne meraklısınız bizden olmayan kelimelere. Okulda öğrenci, manavda yaşını başını almış kocaman insanlar. Hangi birini düzelteceksin ki?"
Tam da tahmin ettiğim gibi öğretmendi ama daha çok şaşırdığım bir şey vardı. Ayı üzümü mü deniyordu yaban mersinine?
"Gerçekten ayı üzümü mü deniyor?" dedim şaşkın şaşkın. Fetih'in benim kadar dikkatimi çekmedi. "Size ne? Yaban mersini demek istiyorum ben, size ne?"
"Nereden geliyor ki ayı üzümü? Çok ilginç..."
"Sizin gibi uyarılmaya gelmeyen bir adama laf yetiştirmeyeceğim. Gerçekten. İyi günler hanımefendi." kadın benim sorduğum sorulara cevap vermeden giderken Fetih söylenmeye devam etti.
"Ruh hastası," dedi arkasından. "Manyak mıdır nedir? Hepsi beni buluyor, şaka gibi."
"Ayılar ormanda dolaşırken yiyor diye mi öyle dendi acaba?"
"Hasta yemin ederim. Fesuphanallah."
Yaban mersini şekil olarak üzüm tanelerine benziyordu evet. Ayılar tarafından çok tüketilen bir meyveyse ayı üzümü demiş olabilirlerdi. Muhtemelen karşımda olsalar beni tek lokmada yiyecek sevimli ayılar düşündüm. Avuçlarında yaban mersinleri vardı ve hapur şupur yiyorlardı. Ben bunları düşünürken Fetih yükselen siniriyle ihtiyacımızın çok üstünde meyve satın aldı. Azarlanmak hoşuna gitmemişti sanırım.
Amca Fetih'in aldıklarını tartarken gözüm çileklere takıldı. Çok güzel gözüküyorlardı. Fetih'i kontrol ettim gizlice. O görmeden ağzıma atacaktım sonra amcadan helallik isterdim. Gizlice gözüme kestirdiğim çileği aldım ve avucumun içine sakladım. Önce Fetih'i kontrol ettim. Gergindi hâlâ. Pek bana bakmıyordu. Biraz kafamı çevirdim ve çileği ağzıma atmaya çalıştım ama Fetih "Yeme yıkanmadı." dedi hızla. Bakmadım ama bana adımladığını hissettim. Çileği hızla ağzıma attım ve kökünü çekiştirdim.
Ağzımdaki çileği çiğnemeden Fetih'e bakarken kadının üstüne bir de ben gelince tamamen kaybetti kendini. Dili alt dudağının üzerinde kaldı ve elini yüzüne kapattı. İçimden söyledim ve çileğimi yedim. Fesuphanallah.
***
Muhtemelen bir hafta sonra bebeğimi emzireceğim koltuğun üzerinde Fetih'i izlerken karnımın üzerinde meyve tabağı vardı. Yıkayıp ütülediğimiz kıyafetleri özenle dolaba yerleştiriyordu. "Fetiih." dedim artık sesli düşünmenin zamanının geldiğini farkına varırken.
"Efendim."
"Bir hafta kaldı." dedim. Bunu hatırlatmak onu gülümsetti ama benim amacım farklıydı. "Ama bir adı henüz yok."
"Konuştuk ya bunu." dedi çekmecenin kapağını kapatırken.
"Ben çok inat ettim." diye itiraf ettim. Aslında tam olarak öyle de değildi. Fetih bir süre Yabanmersini teklifimi duymazdan gelerek geçiştirdiğinde benim kötü ve ters bir anıma denk geldiği zaman ortalık karışmıştı. O an Fetih tarafından geçiştirilmek zoruma gitmişti ve savunduğum şey önemsiz ölesine savunmuştum. Olayı kavgaya dönüştüren de tam olarak buydu.
"Sen beni neden ciddiye almıyorsun?"
Gömleğini kollarından geçirdi ve aynadan bana baktı kısa bir an. Düğmelerini ilikliyordu ve sessizliği beni dikkate almadığını belli ediyordu.
"Sana söylüyorum." dedim inadına. Kol düğmelerini kapatırken aynadan benimle göz bağı kurdu. "Ciddiye alabileceğim bir şey mi söylüyorsun Efsun?"
Sanırım bu bana uzun zamandır tokat kadar ağır tek cümlesiydi.
"O ne demek şimdi?" dedim. Ben neden Yabanmersini koymamızı istemediğini anlıyordum, benim anlamadığım bu şakayla başlayan konuşmalarda bu kadar geçiştirilme nedenimdi. Giydiği takım elbisesiyle yatağın içinde paspal paspal oturan bana doğru yaklaştı. Askılı geceliğim tüm gerdanımı açıkta bırakmıştı, bir süre benlerimi izledi. Bana cevap versin ve fikrini savunsun istiyordum. Beni geçiştirmesin istiyordum ama o yine aynı şeyi yaptı. Yüzünü gerdanıma yaklaştırdı, dudaklarını boynuma en yakın benden başlayarak benlerimin üzerinde gezdirdi.
"Fetih öpme!" dedim kızgınlıkla.
"Aklımı kaçıracağım." dedi tamamen kokum ve benlerimle kurduğu bağla alakalı.
"Cevap ver bana. Savun fikrini kavga edeceğiz hadi."
"Kavga mı edeceğiz?"
"Evet kavga edeceğiz! Savun fikrini."
"Benim aklım da fikrim de sensin." dedi ve daha çok yaklaştı bana. Asla kanmayacaktım bu kez. Kasten yapıyordu. "Stresli uyandın, stresini alabiliriz Efsun."
"Kavga edeceğiz."
"Kavga etmeden bunu yapabiliri..."
"FETİH!" diye aniden bağırdığımda çatık kaşlarıyla bana baktı ve daha fazla yaklaşmadı bana. "Fikrimi mi duymak istiyorsun?" dedi.
"Aynen öyle istiyorum."
"Emin misin? Bak yumuşatmayacağım."
"Yumuşatma zaten."
"Hayatımda duyduğum en berbat isim tavsiyesi. Sence bir çocuğun adı Yabanmersini olabilir mi Efsun?" dedi. Hayır kesinlikle yumuşatmalıydı çünkü nefesim kesildi. Ağzım açık ona baktım. Beni izliyordu. Saçlarını tek tek yolma isteğiyle doldum yine. Onun bir zamanlar insanların burnunu kırma içgüdüsü gibi benim de onun saçlarını yolma içgüdüm vardı. Şiddet isteği bazen içimde nüksediyordu.
"Sen ne anlarsın?" dedim çirkinleşirken. "İsmi Yabanmersini olacak duydun mu? Hatta..." hızımı alamadım, ittim onu omuzlarından. "Ben gideceğim kaydetmeye nüfusa. Duydun mu? Sen de asla engel olamazsın. Senin soyadını alacak zaten isim hakkı senden çok bende."
Başını salladı. "Son söylediğine katılıyorum. Senden gelen her fikir kabulüm ama meyve ve sebze hariç."
"Ben. Yabanmersini. Koyacağım. Ayrı da değil. Birleşik. Sen de hiçbir şey yapmayacaksın. En berbat isim tavsiyesiymiş. Bok!" diye bağırdım. Hırsımı alamıyordum. Yataktan atmak istiyordum ama gücümün yetmediği şeyi yapmaya yeltenmiyordum.
"Senin o güzel ağzını var ya." dedi ve dudaklarıma baktı. Sabrının sonundaydım. Benim sabrım zaten bitmişti.
"Yabanmersini olacak kızımın ismi."
"Kızımızın ismi yabanmersini olmayacak."
"Kızımın ismi yabanmersini olacak."
"Olmayacak Efsun."
Bir inatlaşmayla başlayan kavgamızın üstünden aylar geçmişti. Öylesine büyümüştü ki olay şu an mantıklı gelmeyecek şekilde hırçınlaşmıştım. Fetih'le günlerce konuşmamış, yatağın ucunda yatmak için direnmiş, zorlukla orta yere çekilmiş, yaptığı yemekleri yememiştim. Şu anki Efsun'a mantıklı gelmiyordu ama o dönem koca bir duygu karmaşası yaşıyordum.
"İki taraflı hatalarımız vardı diyelim." dedi ve hatamı bölüştürdü. Hiç hayır demedim. Aksine rahatlattı bile beni.
"Bilmiyorum ama bence ismine karar vermeliyiz. Yani yanlış bir fikir ismiyle gelecek olması belki de. Hani düşününce... Ya aklımıza hiçbir şey gelmezse? Ya uzunca bir süre ismi olmayacak ya da biz alel acele koyacağız ismini. Evet o an çok mantıklı gelmişti, içten içe de çok inanmıştım ama..."
Yatağın en köşesine kıvrılmış, omzumun üzerine yatmışken odadaki gölgeleri izliyordum. Her hareketlilik gölgelere yansıyordu ve beklediğim büyük hareket henüz gelmemişti. Bu odada tek nefes olmak bana katlanılmaz bir mutsuzluk veriyordu.
Bir süre daha yerinden oynamayan gölgeleri izledim. O büyük hareket yaşandığındaysa gözlerim hızla kapandı. Uyumadığımı anlamayacakmış her gece bunu yapıyordum. Yatağın boşluğunda bir çukur oluştu. Yatağın orta yerine çekilecektim ve elini karnıma yaslayıp uyuyacaktı. Öyle sandım. En azından üç gündür öyle yapıyordu. Sakalları aniden omzuma temas ettiğinde irkildim. Sürttü çıplak omzuma sonra öptü.
"Muhtemelen annen bu kadar inattı."
Çıkarımı doğruydu ama babama da toz kondurmuyordu. "Hangi şarkıyı söylemişti adam harap haldeyken? Neydi... Hı?" omzumun üstünde konuşuyordu vır vır sinir ediyordu beni. "Kusura bakma iş işten geçti, olamayız artık eskisi gibi... Ama dur daha kötü kısmı vardı. Neydi? Hı? Benim de gözüm artık açıldı, her yanıma kısmet saçıldı. Ooof!" dedi abartılı bir nidayla. Gözlerim kapalı kokladım.
"Koklama boşuna alkol almadım." diye laf yetişti. "Annen de babana gerçeklerden bahsedince alkolik muamelesi yapıyor muydu acaba? Malum sizde her şey genetik. Küfretmeden küfür etmek. Annenin söylediği şarkı senin şu yatağın en dibine uyuman. Ne çektik biz babanla ya? Ne çektik biz bu adamla? Bu adamla keşke denk gelseydik de dertleşseydik, keşke!"
"Çekme derdimi!" dedim dayanamadan. Ah... Yapmamalıydım! Yapmamalıydım... Omzumun üstünde attığı kahkaha duvarlarda yankı yaptı adeta.
"Yok o Allah'ın emri."
"Yalan söyleme Allah'ın öyle bir emri yok."
"Bana var!"
"Yok!"
"Ya kızım!" dedi ve yüzünü boynuma doğru itti. Üç gündür bu bana en yakın temasıydı, heyecanım tarafından kamçılandım. "Baban nasıl çektiyse biz de öyle çekeceğiz. Başka yolu yok. Unut o ihtimali."
Kaşlarım çatık, gözlerim kapalı cevapsız kaldım. Beni yavaşça tuttu ve yatağın orta yerine doğru çekti. "Kızım." diye seslendi sonra. Bu bana değildi. Babasının sesine duyarlı bir kız çocuğunaydı. Karnımda bir hareketlilik hissettim galiba. Fetih üç gündür onunla da sadece temas içindeydi konuşamıyordu. "Annen bu konuda senin de hakkını yedi. Sana kalmadı. İnatçı olmak yok tamam mı?"
"Hııı! Her şeyi sana benzesin Efsun! Hııı aynen! İşin gücün şov zaten senin. On şey söylüyorsun dokuzu yalan biri şüpheli."
"Ya kızım." bu banaydı işte. "Ne diyorsun kızımın yanında?"
"Yalan mı daha o gün her şeyi sana benzesin dedin?"
"Bir konuda, sadece bir konuda bir ayrıcalık istiyorum. Neden diye sor? Bak neden diye sor."
Sormadım.
"İkiniz aynı anda inada binerseniz ben hanıma bakmaktan kızımı unuturum, anlamam bile inat ettiğini."
Hanım... İlgi... Unuturum... Her şey birbirine girdi ve içimde çok ince bir tele dokundu. Gözlerimi hemen kapatıp uyumalıydım. "Kızımı bu konuda karşımda değil yanımda istiyorum. Sen bilmezsin Efsun ama benim hanım var ya hanım."
Sabır.
"Benim hanım kırk dereden su getirtir inada bindirdiyse sonra der ki ben susamadım ki! Halbuki susuzluktan çatlayacaktır." durdu ve paragrafı bozdu. "En son ne zaman su içtin?"
"Yatağa girmeden önce."
"Aferin benim karıma." dedi yanağımdan öperken. "Ha işte benim hanım böyle. O yüzden en azından kızım yanımda olsun, benim ilgi hanıma kayınca dünyayı unutuyorum. Benim han'ım." dedi. Kasten yapıyordu. Ağlayacaktım şimdi. Bu küslük bitmesin istiyordum. Sessizliğe gömüldük. Taş olsa çatlardı ben çatlamak üzere durmayı başardım. Sonra artık uykuya adım adım giderken konuştu.
"Adıyla gelecek." irkildim, dalmak üzereydim.
"Hı?"
"Kızımız adıyla gelecek."
Kapalı gözlerim açıldı. "Nasıl yani?"
"Bizi kavgaya iten o. Adıyla gelecek, biz karar vermeyelim istiyor. Doğduğunda yüzüne bakacağız, hangimize nasip olacak bilmiyorum ama birimiz görecek. Diğerine söyleyecek, diğerinin de içine sinecek. Adıyla gelecek." bu söyledikleri beni öyle kolay ablukaya aldı ki ona döndüm. Günler sonra.
"Gerçekten mi?" çillerimi sevdi ve burnumun ucuna dokundu.
"İki aklı başında insanın böyle bir konu üstünden birbirini yemesi mantıklı gelmiyor bana. İsmini kendisi seçmek istiyor. Adıyla gelecek."
"Ama?" dedi. O benim gibi değildi sanırım, aynı fikirde kalmıştı.
"Ne bileyim Fetih... Yanlış mı düşünüyoruz?"
"Ben eminim." dedi o çöktüğü yerden kalkarken. "Adıyla gelecek. Dokuz ay sabrettik, kaldı bir hafta. Adıyla gelecek, az daha sabır." odadaki diğer koltuğa oturdu. Tam olarak koltuk da değildi aslında böyle ileri geri sallanan, benim lügatimde anne baba koltuğuydu. Karnımın üzerindeki meyve tabağını yan taraftaki boşluğa koydum. Fetih'e güveniyordum. Evhamdı benimki.
"Neden bitirmedin tabağını?" dedi kalmış meyvelere bakarken.
"Doğumdan sonra bir sürü şey yiyeceğim ve bir süre meyveden uzak duracağım." dedim sıkılmış bir sesle. Severek yiyordum ama bıkmıştım da artık.
"Sebep?"
"İçim dışım meyve oldu, canım başka şeyler çekiyor artık."
"Mesela?"
"Suşi, midye," dedim ve durdum. Söyleyip söylememek arasında gittim ama dayanamadım söyledim. "ve şey..." elimi karnımı üzerine koyup karnıma baktım.
"Ne?"
"Kızma ama." önden pazarlık yapmam gereken bir mevzuydu. Odanın tavanına baktı. Yıldızlar vardı. Işığı kapatınca gözüküyorlardı. Sabır diledi galiba.
"Kızmayacağım."
"Tekila ve şarap."
Derin bir sessizlik oluştu. "Efsun..." dedi bir zaman sonra. Yüzlerce cümle aktı altından.
"Ama en son ne zaman içtim hatırlasana." dedim kaşlarımı büküp bana üzülmesini beklerken. Birbirimize baktık. Hatırladık da çok geçmeden. Onun son sarhoş olduğu gece gibi bu gece de aklımızdaydı. Hamileliğim öğrenildiğinden beri Fetih de içmiyordu. Son içtiği gece bugüne sebep olan geceydi zaten.
"Hatırlamaz olur muyum? Dışarıda sarhoş olmana tövbe etmiştim."
"Benim böyle bir tövbem yok." dedim ve tutunarak kalktım yerimden. Fetih'le uzaktan konuşunca yeterince verimi alamıyordum. Karnım artık kocaman olduğu için de o nasıl rahat oturursam bunu bozmuyordu. Yavaşça Fetih'e vardığımda bacaklarının üzerine oturdum. Birkaç konum denedim, en rahat ettiğim ana kadar uğraştım. Yerimi sağlamlaştırdı ve yüzüme baktı. "Benim var ama."
"Sebep?"
Asistanlığın ilk senesi dışarı çıkmak, dışarıda dilediğim gibi yiyip içmek benim için bir lütuf olduğu için yapabildiğim anı kullanıyordum ama Fetih her andan elbette ki mutlu değildi. "Öyle." dedi gözlerime bakarak.
"Şeyden mi? Eeee," dedim o günü hatırlayarak. "Elimi de kolumu da bağla hadi şarkı sözünü beden dilime uyarladığım için mi? Nasıldı? Elimi de kolumu da bağla had..."
Fetih eğlendiğimiz ortamda ne kadar sessiz sakin oturuyorsa ben de yanında bir o kadar hareketli kalıyordum. Bana kızmıyordu ama beni zapt da edemiyordu. Kaldırdığım kollarımı havada tuttu ve dudaklarını dudaklarıma çarptı, evet öpmedi, çarpıştırdı. İçli bir nefes aldım, aramıza yine bir özlem girdi. Bazen sırtımıza biniyordu, bazen böyle aramıza sıkışıyordu. İndirdim ve boynuna sardım kollarımı. Öpüştük, alınlarımız denk düştü. "Mahrem perileri pır pır pır." dedim dudaklarının üstünde.
"Keşke sana da az biraz pır pır etseler." dedi. Ne olacaktı yani yanımdaki adamın yanında minik dans hareketleri yapıyorsam dışarıda?
"Cık." dedim. Dudağının kenarından öpmeye başladım ve öpe öpe boynuna kadar ulaştım. Arkadaki takvimde takılı kaldı gözüm tesadüfen. Sabah gördüğüm bilgi aklıma geldi çünkü bizim takvimimizde de 29 Nisan'da serçe figürü vardı ve ben bunu yeni fark ediyordum.
"Nasıl cık? Bak seninle bu konuyu konuşalım." dedi. Serçe figürüne bakarken ben sakinlikle ansızın Fetih'in kucağında titreyeceğim kadar bir ağrı sırtımda dolandı ama Fetih fark etmedi. Kollarını tutuyordum ve sıktım istemsizce. Yoğun bir kasılma hissettim, karnıma ve hemen ardından omurgama kadar yayılan bir ağrı suya damlatılan mürekkep kadar hızlı dağıldı. Dudağım acıyla aralandı, nefes alamadım.
"Bizim evimizle, evimizin dışı bir olamaz. Senin bana evin içinde yapacağın bir davranışla onca insanın içinde yapacağın bir davranış bir değil. Benim gördüğüm..." duraksadı bir an. "Boşuna çıkarma pençelerini Efsun, haklıyım." kollarını tırnaklıyordum ama farkında bile değildim. Acı ağzımdan dökülemeyecek kadar arttı ve karnımdaki kasılma büyüdü. Uyluklarıma da sıçradı. Nefesimi kesiyordu. İçimden saymaya başladım. Gözlerimi kapattım ve yüzümü omzuna gömdüm. Ağrıyı sindirmeye çalıştım. Geçecekti.
Geçecek gibi değildi...
"Fetih." dedim kesik bir sesle. Nefes al ver, geçecek. "Bugün serçelerin yavrulama zamanıymış biliyor musun?"
"Konuyu değiştirme."
Karnımda bir sertleşme hissettim. Bir top gibi sıkıştı sanki. Beynimden bir ses geliyordu. Sancıyla beraber yankısı büyüyordu. Fetih'in değil bir başkasının kucağında olsaydım elinde bir bıçak vardı da onu sırtıma saplıyor sanardım.
"O yüzden ben seni nasıl insan içinde gelişine öpmüyorsam sen de insan içinde cilve..."
"Fetih." sinem hızlı hızlı inip kalkmaya başladı. Beynimdeki ses artık kulak arkası yapılamazdı. Efsun, bu doğum sancısı. "Fetih geliyor."
Sesi kesildi ya da ben duymayı bıraktım. Başımı zorlukla omzundan kaldırdım. Bacaklarıma kadar düştü ağrı, kucağında iki büklüm kaldım. Başımı sabit tutamadığımı bile o yüzümü avuçlayınca fark ettim.
"Ne geliyor?" dedi buz gibi bir sesle.
"Doğum sancısı bu. Saat kaç?" dedim. Son sancımda saate bakmıştım. Bileğindeki saate baktı. "21.15." dudaklarımdan inleme döküldü. Kanıt suratıma tokat gibi çarptı.
"Doğum başladı." dedim. Diğer sancıların aksine artarak devam ediyordu ve son sancımın üzerinden on iki dakika geçmişti. "Fetih," nefesim yetmiyordu. "Fetih geliyor." gözlerinde bir parlaklık gördüm. Ten rengi attı, tepkisizliği benim acıyla attığım ve olabildiğince az bir sesle çıkardığım çığlıkla son buldu.
"Tamam." dedi. "Tamam kalkacağız şimdi. Sa.. Sakin ol." ayaklarım yere bastı önce. Beni kucağına alacak gibi olduğunda "Yürüyebilirim." dedim. Kucağına alması mantıklı değildi. Açılması gereken birkaç kapı vardı, o da telaşlıydı ve konumun bana daha çok acı çektirmeyeceğini sanmıyordum. Bir elini sıkıca elime yerleştirdi diğerini belime. Bir şeyler söyledi ama acının sesi daha yüksekti. Arabaya kadar iki büklüm yürüdük. Karnım zaman geçtikçe sertleşiyordu.
Koltuğa oturmak Fetih'in kucağından daha az rahattı. Ağrının boyutu daha da arttı. Beynime kadar bir acı hissettim. Araba tavanına baktım. Bağırıp kendimi yormamam gerekiyordu. Sakin kalmalıydım, sakin kalmalıydım... Bir tekme gibi destursuz artan ağrılar ağzımdan bağırışları kopardı. Fetih'in sesini duyuyordum, elini zaman zaman tenimde hissediyordum ama ağrı beni öylesine ablukaya almıştı ki göremiyordum hiçbir şeyi. Acıyla baş başa kalmıştım.
"Efsun nefes al." elimde bir baskı hissettim. Fetih'in eliydi ama buz gibiydi. Kornaya abanmayı bıraktı. Bir yola bir bana bakıyordu. "Bana bak." dedi. "Bana bak Efsun, nefes al. Dudakların morardı, nefes al Efsun. Bak bana." aldığım nefesi acı kamçılıyordu. Fetih'e baktım, ikimiz de aynı anda nefes aldık, aynı anda verdik. Defalarca kez, bir yola baktı bir bana baktı. Nefes aldık verdik. Telefonu çalana kadar benimle nefes aldı. Arabaya bindiğimizden beri arıyordu birilerini ama duymuyordum.
"Geliyoruz." dedi. "Nefes alırken çok zorlanıyor." araba kolunu sıkıca tutmuş, adeta koparacaktım. "Tamam," dedi. "Tamam." dedi tekrardan. Karnıma baktı. "Anladım. Tamam, hayır sakinim ben. Efsun da sakin. Tamam." telefonu kapattığı an tamamen nefesime yoğunlaştı. O nefese vurgu yaptıkça ben daha çok odaklandım nefesime ama yapamıyordum. Yarım kalıyordu aldığım her soluk. Yapamıyordum. Nefes alamıyordum. Gözlerim kararıyor, acı bilincimi açık tutuyordu.
Trafiği birbirine kattı. İnsanlar adeta bir ambulansmışız gibi yol vermeye başladı bize. Fetih bunu arabadan sarkarak, bağırarak sağladı. Adeta bir görev dağılımı yapmışız gibi ben de durmadan nefes alıp vermeye çalışıyordum. "Geldik az kaldı." dedi nefes nefese, ben alamıyordum o da almayı unutuyordu. Hastane tabelasını gördüğüm an arabanın da hızı mümkünmüş gibi daha çok arttı. Arabanın tekerleri zeminde cırtlak bir ses çıkardı. Araba kapımı açamayacak haldeydim, kıpırdamadım Fetih gelene kadar. Kapı açıldığında elini tuttum hızla. Bacaklarımı oynatmaya korkuyordum. Her hamlem canımı daha çok yakıyordu. Kızım adeta içeriden çığlık çığlığa çıkmak istediğini söylüyor, dört yandan beni itiyordu. Fetih'in tırnak izleriyle kanlanmış eline baktım. Ayaklarımı yavaş yavaş araba dışına aldığımda başım karıncalanıyor, midem bulanıyordu. Ayaklarım yere bastı ama adım atmadan bir ıslaklık hissettim. Korkuyla yere baktığımda Fetih de baktığım yere baktı.
"Fetih." dedim hastane önünde olsak bile korkuyla. "Suyum geldi." her geçtiğim güncelleme Fetih'in ömründen eksiltiyordu. O bağırmadan hastanede hazır hale gelen kişiler beni tekerlekli sandalyeye oturttu. Her geçtiğimiz alanda bir iş arkadaşımız daha katılıyordu bize ve kalabalıkla ilerliyorduk. Bağırmamak için elimden geleni yapıyordum.
Elif Hoca'nın "Efsun." sesini duyduğumda korkuyla ona baktım. "Ah kızım ah kızım!" dedi yüksek sesle. O kadar kızgın bakıyordu ki bana. Hızla eldivenini taktı ve o sırada yatağa yatırıldım. Gelecek sonuçtan ben de çok korkuyordum ama daha çok Elif Hoca'dan korkuyordum. Dakika dolmadan kilit cümleyi de duydum.
"Açıklık 8 santime ulaşmış!" dedi sesinde şaşkınlık, bakışlarında hayal kırıklığı vardı. Etraftaki her şey daha da hızlandı. Çektiğim acının sesini bile çıkaramamaya başladım. Herkes bakışlarıyla bana tepki gösteriyordu. Sesli kızmasalar da, bağırmış kadar etkiliydi gözleri.
"Bu ne demek?" dedi Fetih.
"Kızımız geliyor." dedi açıkça.
Ağrım hırçın bir deniz gibiydi. Karaya vuran kuvvetli bir dalga bedenimdeki ağrıya benziyordu. Ansızın, yok edecek gibi ve hırçın. Sesimi bastıramadım. Elif hoca bana ulaştı ve elimi tuttu. "Bu çok fazla..." dedim. Tanımlayamadım, daha seçici anlatamadım.
"Biliyorum." dedi elimi sıkarken. "Biliyorum ama bitecek. Ayrıca sana ne söylediğimi de çok iyi biliyorum, şimdilik susuyorum ama sana çok kızacağım Efsun. Bu doğum bir bitsin sana çok kızacağım." dedi. Korkuyla eline tutundum.
"Doğuma gireceksiniz değil mi?"
O an kızgınlıkla beni bırakacağını sandım. Bir daha bana asla güvenmeyecekti. Bana doğru eğildi "Hepimiz." dedi. "Sen sadece sakin ol, hepimiz buradayız."
"Fetih de gelsin." dedim. Doğum anında babaları almazdık ama ayrıcalıksa ayrıcalık ya da adı her neyse o uygulansın istiyordum. Aksi halde doğurmam ki diye inat edeceğimi de biliyordum. Fetih'in yanımda olmama ihtimali korkunçtu.
"Buradayım." dedi. Elimi tutuyordu ama bedenini de eğdi bana doğru. "Buradayım, gitmiyorum hiçbir yere."
"Fetih'i de hazırlayın." dedi Elif Hoca. Stres yapacağım zaman kalmadı. Halbuki en korktuğum şeydi stresle baş edememekti. Gerekli tüm kontroller sağlandı hızla. Herkes el birliğiyle bir makine kadar kusursuz ve seri çalışıyordu. Doğumhaneye geldiğimizi üşümemden anladım. Söylemedim ama bir zaman sonra titremeye başladım.
Çenem birbirine çarptığında Fetih'in elini hissettim. "Çok üşüyor." dediğini duydum. Hissettiğim ağrının yanında hiçbir şey kalıyordu ama avucunun içine aldı elimi, önce elleriyle sonra nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Tüm tezatlıklar aynı anda yaşanıyordu. Deli gibi titresem de alnımdan akan terler şakaklarıma doğru kayıyordu.
"Efsun bana bak kızım." dedi Elif Hoca. Aslında annemden çok ablam yaşında olabilirdi ama bana kızım diyordu doğum başladığından beri. İşini aşkla yaptığını biliyordum ama ya bu kez burada yatan ben olduğum için ya da ben öyle görmek istediğim için bilmem parlıyordu gözleri. "Benim en çok kullandığım cümleyi hatırlıyor musun?" Fetih'in avucuna bir yumak peçete doluşturuldu. Terimi sildi. Birden fazla şeyi düşünmek, her şeye aynı anda dikkat kesilmek ama hepsini acıyla yapıyor olmak şimdiden bitkin düşürüyordu beni. Efsun kızına odaklan. Kendi kendime defalarca kez söyledim bunu. Odaklanamazsam her şey daha zor geçecekti. Pratikle teorik birbirine girdi. Nefes nefese başımı salladım. Başını salladı söylemem için.
"Gücümü bağırmaya değil ıkınmaya harcayacağım."
"Aferin benim güzel kızıma. Sakin sakin ilerliyoruz. Hiçbir acelemiz yok tamam mı? Bebeğimiz çok güzel geliyor. Kulağın bende olsun yeter tamam mı?"
Bu cümlelerin hepsi de teorikte kaldı. Hiçbir şey sandığım gibi, kendimi telkin ettiğim gibi gitmedi. Doğumhane daraldı, tavanın boyası üzerime yağmaya başladı. Dakikalar geçti kendimi sakin tutamayacağım kadar arttı ağrım. Kemiklerim birbirine girmiş, içimde bir kuvvet kemikleri kırarak ayırıyordu birbirinden adeta. Gücüm ne bağırmaya ne ıkınmaya yetti. Bir sürü uyarı alıyordum dört bir yandan. Elif Hoca'nın sesi, ebenin sesi, içimde adeta çıkmak için çırpınan bebeğim... Onlarca uyarı vardı, hiçbirini sonlandıracak adımı atamıyordum. Başımı ve Fetih'in gücüm yetse parçalayacağım elini öfkeyle yatağa vurdum.
"Yapamıyorum!" dedim açıkça. Acıyı çekmek ama o acının sonunu görememek, azalmadan ilerlemesi ve dört yandan gelen onlarca uyarının öfkesiydi bu. Her ıkındığımda bağırsaklarımı çıkardığımı sanıyordum ama bebeğim olduğu yerdeydi. Yapamıyordum.
"Efsun."
Doğumun başından beri sessizdi, yanı başımdaydı ama neredeyse hiç konuşmuyordu. Hiç kimsenin sesinin önüne geçmiyor, kimseden rol çalmıyordu. Bana, bu acıyı çekerken altı boş vasat bir avuntu da vermiyordu. Saçımı okşuyordu, terimi siliyordu, parmaklarımı seviyordu ve biliyordum ki dua ediyordu. Ondan akan teri de görebiliyordum, patlayacaktı sanki yüzü. Benim gibi bağırmıyordu ama acım benden çıktıkça ona da varıyordu. "Bana bak." dedi yumuşak bir sesle. İlk kez odağını kendisine kaydırdı. Bu anı bekliyor gibi, bedenimi yatağa bıraktım. Dikleşecek halim de kalmamıştı.
"Fetih." dedim. Sızlanır gibi, isyan eder gibi. "Fetih yapamıyorum." nefes nefeseydim, kontrol edemiyordum. Doğum haddinden fazla uzamıştı, anlayabildiğim nadir şeylerden biriydi. "Fetih yapamıyorum, olmuyor yapamıyorum." cümlemi hiç bölmedi, tane tane dinledi her kelimemi. Nefesim yüzünü bana yaklaştırırken daha da titrek akmaya başladı. Göğsüm titriyordu, kalbimin atışları çarpıyordu ağzımın içinde. Elindeki peçeteye ne olmuştu bilmiyorum ama avucunun içiyle sildi terimi. Yapışmış saçlarımı çekti yüzümden, açtığı boşluklara üfledi.
Yüzüne baktım. Tüm hatlarına, çizgilerine, kirpiklerine, dudaklarına. Gözümde bir ressam yüzünü çizsin diye uğraştım. Bu çabamın nedenini anlayamıyordum.
"Canın çok yanıyor biliyorum." dedi. "Yemin ederim biliyorum ama inatçı, annesi gibi inatçı." gözyaşlarım çığlıklarımla akmıştı şimdiye kadar. İlk kez hıçkırıklarımla aktı. Bir cümle beni doğumun orta yerinde ağlatmaya başladı. "Ama bilmiyor ki annesi ondan inatçı." ağlayışım şiddetlendi. "Son bir sabır, son bir sabır Efsun güzelim. Son bir sabır. Hadi, son bir sabır."
Yapamayacağımı dillendire dillendire ağlamaya devam ettim. Ben devam etmedikçe, olduğu yerde kalmaya devam edecekti biliyordum. Fetih'in eli çillerimin üzerinde dolanırken gözlerimi açık tutacak takatim kalmadı. Zaman varlığını kaybettim. Çok karmaşık bir an geçirdim. Saatler mi geçti yoksa saniyeler mi ayırt edemiyordum. Saçlarımda bir el hissettim. İnce narin bir el. Fetih'in eli değildi.
"Efsun." adım, tüm sesleri aştı, en öne yerleşti ve bunu nahif bir ses yaptı. Tüm kargaşadan sıyrıldı. Isındığımı hissettim bir an. Üşümem geçti. Bu ses... Tekrar etti. "Efsun, güzelliğim."
Anne? Annemdi.
Başımı o ele daha çok bastırmak istedim. Gözlerimi açmaya zorladım ama olmadı. Belki de açsam gidecekti. "Anne." dedim. Sesim kargaşada yok olur diye daha yüksek sesle konuştum. "Anne!"
"Duyuyorum anneciğim ben seni. Yorma kendini."
"Anne..." söyleyeceğim bir sürü cümle vardı aslında, yapamayacağımı ve onu çok özlediğimi söylemek istiyordum ama kelimeler bütünleşmiyordu bir türlü. Üşümem neredeyse tamamen geçmişti. Bir uyku bastırdı bedenime. Huzurlu, temiz bir uyku.
"Senin çillerin benden azdı, onun çilleri senden çok."
"Anne."
"Saçları da aynı biz."
"Anneciğim."
"Baban sana ninni söylesin mi?" vücudum sarsılmaya başladı. Ağlıyordum ama kötü bir his yoktu içimde. Kötü olan hiçbir şeyi hissetmiyordum. "Anne babam,"
"Burada, herkesin babası burada. Dayan Efsun az kaldı."
"Fetih..." diye sızlandım. Babamın sesi geldi bu kez. Onun dokunuşları yoktu. Fetih'in elini tutuyordum. Annem saçlarımı okşuyordu, babam ninni söylüyordu ve ben artık üşümüyordum. Kulağımın çok yakınlarında bir fısıltı duydum. Gözlerimi daha çok sıktım. O sese odaklandım yalnızca. Zaman zaman inliyor ama gülümsüyordum da. Soğuk odadan koptum. Sıcacık bir evin içindeydim. Şöminenin önüne sinmiş, babamın dizlerine yatmıştım. Öte yandan taze ekmek kokusu geliyordu, odunlar cızırdaya cızırdaya yanıyordu.
"Sen bir güzel meleksin
Her gönülde çiçeksin
Sen bir güzel meleksin
Her gönülde çiçeksin
Sen ne şirin bebeksin
Uyu uyu göz bebeğim
Uyu uyu ninni"
"Efsun." tüm yavaşlığın ve huzurun içini baskın bir ses parçaladı. Zarif ellerden koptum, beni avucunun içine hapsetmek istese bunu yapabilecek kadar kuvvetli bir el tarafından sarsıldım. "Efsun bana bak!" gözlerimi araladım, yeniden üşümeye başladım. Fetih'in ten rengi bana benziyordu sanki. "Son kez, hadi. Hadi Efsun, bitiyor. Hadi." son bir kuvvetti zaten damarlarımda dolaşan. Bir ninniye ve bir narin ele kandığım son bir kuvvet. Dişlerimi parçalayacağım kadar sıktım ve ittim içimi. Çığlığım ve kopuş aynı anda oldu. Ağrım kesilmedi ama yüküm azaldı. Hissettim ama bakamadım lakin bir cümleyi çok net duydum.
"Doğum saati 22.22." dendi ama hemen ardından bir cümle daha geldi. "Dakikada 1 mililitre olmak üzere transamin hazırlayın!"
Fetih'in gülüşünün bile önüne geçti bu cümle. Kan grubum sesli bir şekilde dillendirildi. Zorlukla açık tuttuğum gözlerimle Fetih'e bakıyordum. "Ne oluyor?" dediğini duydum. Dört duvarın ortasında sıkışmıştım, kalbim o kadar hızlı atıyordu ki vücudum her atışında titriyordu. Aldığım nefes bana yetmiyordu, iki nefesim teke eşitti sanki. Nefes alamıyordum. Az önce hissettiğim huzuru aradım yine ama çok çabuk yorgun düştüm. Kalbim kriz geçiriyordu ve bu oldukça somut bir histi. Dokunmadan anlayabiliyordum. Çok hızlı atıyordu. Bedenim titremeye başladı. Ya artık üşümüyordum ya da hissetmiyordum.
Dakikada 1 mililitre olmak üzere transamin hazırlayın.
Tüm güzellikler yok oldu. O şömine, babamın sesi, annemin eli, ekmek kokusu ve Fetih'in varlığı. Bir gerçekle baş başa kaldım.
Ölüyorsun Efsun.
Fetih'in elini de tutamamaya başladım. En çok bunun için direndim ama. Ne annemin eli ne babamın sesi, ne o ekmek kokusu. Sadece Fetih'in elini tutmak için uğraştım. Nefes alamamak hissettiğim her şeyi benden alıyordu. Başımı kaldırıp bakmak istedim ama yapamadım. Ağlama sesi de gelmiyordu. Benimle nefes alamayan biri daha vardı sanki. Konuşmak istedim ama nefes nefeseydim.
Ölüyorsun Efsun.
Hissetmiyordum ama anlıyordum. Kanamamı durduramıyorlardı. "Bir şey yapın." dedi Fetih. Benim gibi kafasını kaldırıp birilerini görmeye çalışmıyordu. Sadece bana bakıyordu. "Nefes alamıyor. Bir şey yapın." görüntüler ve sesler git gide kaybolmaya başladı. Fetih'in adını fısıldamaya çalıştım. Varla yok arasında çıktı. Çok direndim. Ağlama sesini duyana kadar kendimi kaybetmemeyeyim diye çok uğraştım ama ağlama sesi gelmedi. Fetih artık insanlardan daha rahat rol çalıyordu. Onun sesi vardı.
Tik tak.
Artık onun da sesi yoktu. Korkunun pik noktasına ulaştım ve bu kargaşa son buldu.
Burnuma taze çiçek kokusu geliyordu. En az bir fırında pişmiş ekmek kadar taze, buram buram... Kokular hafızaya mıh gibi kazınırdı senelerce bir kokuyu almamış olmamız o kokunun yabancısı olacağımız anlamına gelmezdi. Beni ısıtan güneşin ta kendisiydi.
"Uykun mu geldi?" saçlarıma dokunan kişinin sesiydi bu.
"Hım." diye mırıldandım. Suna annemin çiçek kokan parfümü gerçek çiçek kokusuyla karışmıştı. Suna annem çiçek gibi kokuyordu, çiçekler Suna annem gibi. Bu birleşme beni gülümsetti. Ömrümün sonuna kadar bu kokuyla yaşayabilirdim.
"Uykun mu geldi? Uyu istersen."
"Cık." dedim. "Gözlerim kapalı olunca böyle güneş ışığını daha iyi hissedebiliyorum. Dene bak." Gözlerimi açmadan denediğini tahmin edebiliyordum. Zaman verdim ona. Güneşi tüm kemiklerinde hissetsin diye. "Nasıl?"
"Kızım öyle diyorsa öyledir."
Gözlerimi açtım, kıkır kıkır gülerek yanağına uzandım. Uzandığım yeşillikte başımı annemin dizine yatırmıştım. Etrafımızda papatyalar, kırmızı laleler ve gül ağaçları vardı ama en çok çimende bitmiş papatyalar. "Anne." dedim son heceyi uzatarak. Güneş yüzünün tüm ayrıntılarını bir fırça gibi boyamıştı. Karşımda çok güzel bir tuval vardı.
"Annem."
"Gidecek misin?" bana baktı gülümsedi. Gözleri ince bir çizgi kadar kısıldı, eğilip öptü saçlarımdan.
"Yolcu yolunda gerek."
Güneş olduğu yerde kaldı ama ışığını kaybetti. Hava kararmadı ama ışıl ışıl değildi artık ortalık. Gülümsemem soldu, başımı salladım. İstemiyordum. "Anne de evlada gerek ama."
Hiçbir şey söylemedi. Yüzümü sevdi. Pürüzsüz elleri vardı. Bacağına sarıldım boylu boyunca. Kalkmak istese bırakmayacaktım. Eteklerine yapışacaktım.
"Ben de geleyim o zaman?"
"Olmaz." dedi hemen.
"O nedenmiş?"
"Yolcu yolunda, anne de evlada gerek." birbirimize baktık uzun uzun. Hiç konuşmadan anladık, anlaştık, anlattık.
***
Bir insanı yaratmaktan sonraki en büyük mucize o insanı doğurmaktı. Annelerin kutsallığı da buradan gelirdi zannımca. Yaratılan varlığı doğurmak, bu dünyaya getirmek mucizenin ta kendisiydi. Zamanın ötesinde, mekanın dışında ve başı sonu olmayan bir boşlukta derin bir sessizlikle sallanıyordu ruhum.
"Bir saniye uyanıyor."
"Efendim?"
"Efsun."
"Tamam sakin olun lütfen."
"Efsun beni duyabiliyor musun?"
"Fetih Bey..."
"Tamam sakinim."
Bir, iki, üç, dört... Saniyeler akıp giderken gözlerim bir açılıp bir kapandı. Midemdeki yoğun bulantı, gözlerimin alışamadığı ışık ve kayboluş. Bir adam görüyordum, onu tanıyordum ama adımı bile hatırlamıyordum. Nerede olduğumu, zamanı, kimliğimi ve yaşananları. Yirmi, yirmi bir, yirmi iki...
O adamın yüzündeki gülümsemeye baktım. "Günaydın." dedi ama bu güneşin doğuşuna değil benim uyanışımaydı. Karnımdaki şişliği hissettim. Bana göre hâlâ hamileydim. O adam Fetih'e dönüştü, karnımda bebeğim var sandım ve adımı hatırladım, nerede olduğumu hatırladım. Sonra doğumu. Bir dakikayı doldurdum. Doğum... Aklıma düşen sahneler. Birkaç yarım yamalak kesit. Ben doğurmuştum.
"Efsun hocam." dedi bir genç kız. Fetih yatağın dibinde başlarımız denk düşecek kadar eğilmişti ama o ses ayaktaydı yüzünü göremiyordum.
"Su." dedim ilk. Bilinçli değil. Sadece yorgun düşmüş bedenimin en öndeki sinyali buydu. Çok susamıştım. Çok yorgundum, çok bitkindim ve midem bulanıyordu.
"Su istiyor." dedi Fetih, ayaklandı da ama o genç sesi yeniden duydum.
"Önce muayane edip vital bulgularına bakmamız lazım, ondan sonra su içebilir."
Fetih'i durdurdu ve yeniden yatağın dibinde diz çöktürdü bu cümleler. Zaman geçtikçe görüntüleri daha iyi takip edebiliyordum. Üzerinde beyaz gömleği vardı. Hastaneye geldiğimiz gibiydi. "Efsun." dedi bir kez ve eli yavaşça tenime dokundu. Buna ihtiyacım olduğunu dokununca fark ettim. Soyuttan somuta geçiyordum her adımda. "İyi misin?"
"Saat kaç?"
"Saat gece yarısını geçti, ikiye geliyor." ben ne kadar yavaş hareket ediyorsam, o da bir o kadar yavaştı. Bakışları, teması, soruları. Karnımdaki yokluk zaman geçtikçe hissediliyordu. Hâlâ şişti ama içinde bebek olmadığını anlayabiliyordum ve bacaklarım çok yorgundu. Ve kollarım...
"Fetih kızımız." dedim titrek bir sesle.
"Küvözde." dedi ve daha fazlası için hemşireye baktı. "Her şey yolunda sadece annesinin onu emzirmesini bekliyor. Elif Hoca siz uyanana kadar her ihtimale karşı küvözde tutmayı uygun gördü."
Hemşireyi görmek için başımı kaldırdım zorlukla. Odada sadece üçümüz vardık ve bir sürü çiçek. Bir de henüz boş olan bir beşik. "Hazırsanız muayenenizi yapalım mı?" dedi gülümseyen yüzüyle. Neredeyse hiçbir şey hatırlamıyordum. Buraya geldiğimizi hatırlıyordum. Bir de doğumun birkaç anını. Çektiğim acı da vardı. Çok yorgundum. Başımı salladığımda, Fetih doğruldu ve yavaşça beni kaldırdı. Sırtımı yatak başlığına dayadık saçlarımı ne zaman taktığımı bilmediğim tokadan kurtardı ve hemşireye yer verdi.
Rutin muayenemin tamamı yapıldığında sonuçları ben de takip ediyordum ama bu bile yoruyordu beni. Fetih'e bakmaya gücüm yoktu ama başımı karnına bastırdım. Yanağımdan boynuma kadar sevdi yüzümü.
"Her şey yolunda, ben şimdi Elif Hoca'ya haber vereceğim. Acil bir hastası vardı ama işi az kalmıştı. Bebekle beraber geleceğiz. Su da içebilir. Benden istediğiniz bir şey var mı?"
Benim yoktu ama Fetih "O kalabalık güruha haber vermeyin Efsun'un uyandığını." dedi. Hangi kalabalık güruhtan bahsediyordu ki? Hemşire onay verdikten sonra odadan çıktığımda Fetih yavaşça benden ayrıldı ve su koydu bir bardağa, pipet çıkardı ve yatağın ufacık kısmına oturdu. Bardağı tutmak istedim ama izin vermedi. Pipetle yavaş yavaş suyu çektim. Bana bakıyordu, beni izliyordu. Benim gibi yorgun değildi. Gözleri yorgun bakıyordu ama parlıyordu da. Kocaman bir tezatlık, yıllardır hiç görmediğim bir bakışla ilk tanışmamdı. Çözmeye çalışıyordum. Bir bardak suyu dakikaya sığacak kadar uzun zamanda içtim. Odadaki çiçekleri izledim suyumu içerken. Kim bize bu kadar çiçek göndermişti ki?
"Bir bardak daha?"
Başımı salladım. Yatmak istedim hemen ama izin vermedi. Çekmecenin içine uzandı. "Dur bakalım." dedi ve toz pembe bir bandana çıkardı. Bunu ben almıştım ama buraya getirmediğime emindim. Saçlarımı taradı parmaklarıyla sonra bandanamı taktı saçlarıma.
"Fetih." dedim kısık sesle.
"Aynısını kızımıza da taktılar, verdim ben."
Üzerimde yine toz pembe bir pijama takımı vardı. Yavaşça yatırdığında beni omzumun üstüne yattım onu daha rahat görmek için. Sandalyesini çekti dibime ellerine uzandım ve yanağımın altına yerleştirdim. Gözlerimi kapattım. Ellerinde bir büyü vardı onun bedenime geçmesini bekledim. Saniyeler dakikalara varırken geçti de zaten. Vücudumdaki ağrı tükenmedi ama eksildi. Sıra ona geçmiş olacak ki o elimi tuttu bu kez. İki avucunun içinde elim kayboldu, avucumun içine duyduğu sevgiyi izledim bir süre.
"İyi mi?" dedim, bir özne eklemeden. Ne diyeceğimi, ondan nasıl bahsedeceğimi bilmiyordum. Doğurduğumu bile artık tam olarak anlamamıştım.
"Epey iyi. Annesini hiç yormamış gibi, çok iyi hem de." parmak boğumlarıma teker teker öpücük kondurdu.
"Fetih ben ne olduğunu hatırlamıyorum." dedim. Kalp atışlarımın çok hızlandığı vardı, Fetih vardı, duymadığım ağlayış vardı ama gerisi yoktu işte.
"Birazdan gelip sana korkudan bayıldığını söyleyenler olacak, onlara diyeceksin ki 'Ben Fetih Karadere'nin karısı Efsun Zorlu Karadere. Korkudan bayılmam, paşa gönlüm bayılmak istedi ben de bayıldım.' Anlaştık mı?"
Yorgunluğum kıkır kıkır gülmeme engel olmadı. Benim gülüşüm ona bulaştı. Yüzüyle sokuldu bana, burnumun üzerine öpücük kondurdu.
"Kanamam mı oldu?"
"Birazcık, hemen taze kan verdiler..." dedi. Şu an bu haldeysem, gülümsüyorsam ve bir ameliyat dikişi hissetmiyorsam çok olamazdı ama birazcık olduğunu da hiç sanmıyordum. "Ama korkacağın hiçbir şey yok, sana kendi ellerimle yemek yedireceğim. Kanın fazlası olacak eksiği olmayacak. Hiç korkma." dedi. Korku kelimesini öylesine bastırıyordu ki, gerçekten korkudan bayılmıştım galiba. Kan kaybının bilincimi benden bu kadar hızlı olması mümkün değildi. Öleceğimi hissetmiştim belki de. Bilmiyordum. Hatırlamıyordum o kısmı.
"Sen korktun mu?" diye sordum istemsizce. Cevap vermedi, bana yaklaştırdı yüzünü. Sokulmak istediği sinemde ona yer açtım. Orada soluklandı. Korkmuştu. Belki de, her şeyi düşünerek, her ihtimali ele alarak karar vermeli ve doğuma Fetih'le girmemeliydim. Bilmiyordum. Saçlarını sevdim. Bu konu hakkında başka soru sormadım.
"Kalabalık güruh kim peki?"
"Herkes."
"Nasıl herkes?"
"İsteyeceğimiz, istemeyeceğimiz herkes. Gelmeyecek samimiyette olanlar ya da yurt dışında yaşayan, iş akdimizin olduğu herkes de nasıl duydu bilmiyorum ama çiçek gönderdi. Daha bir bu kadar daha odaya alınmadı..."
"Fetih." dedim şaşkınca ve çiçeklerime baktım. Bir bu kadar daha diyordu hem de...
"Hepsini evimize götüreceğiz." dedi. Zihnimi çırılçıplak görüyordu ve bu korkutucu değildi. Beni dinlendiriyordu.
"Nerede peki herkes?" dedim. Saat ikiye geliyorsa Türkiye'nin neresinde yaşanırsa yaşansın uçakla gelecekleri kadar zaman geçmiş demekti. Yani gerçekten herkes buradaydı.
"Bir yarım saat önce Elif Hanım senin için turp gibi dedi ve hepsi çil yavrusu gibi dağıldı. Bebeğimizin yanındalar."
"Sen?"
"Ne ben?"
"Sen gitmedin mi?"
Gözlerini kısa kısa bana baktı. "Herkesin bir sırası var, zamanı var, olması gereken yeri var." dedi tane tane. "Benim yerim hanımın yanı."
Sekiz yıldır tıp dünyasının içinde iki yıldır tam olarak kadın doğumun içindeydim. Neredeyse tüm doğumlarda tek bir ayrıntıya şahit oluyordum. Bebek doğunca herkes bebeğin yanında olurdu, annenin yanında tek bir kişi kalırdı. Onca insan arasında tek bir kişi.
Annesi.
Annenin annesi. Kızının yanından ayrılmazdı anne. Öylece durup onları izlerdim. Başka birini arardı gözlerim. Kendimi o yatakta görürdüm sonra yanımda oluşacak boşluğu hissederdim. Bu yazılmamış bir kural gibiydi. O an, o telaşede bir tek annelerin aklına gelir sanıyordum ve gözlerimi derin bir sessizliğe, kuytu bir yalnızlığa açacağımı düşünüyordum. O hissetmeyi beklediğim duygunun yokluğu, önce burnumun direğini sızlattı sonra çok geçmeden dudaklarımı titretti.
Fetih'i sevmek, tek kişiyi sevmekten ibaret değildi. Fetih'i sevmek sadece Fetih'i sevmek de değildi. Fetih'i sevmek tüm insanlığı sevmek gibiydi bazen. İnsanlara biçilen tüm rolleri tek bir bedende sevmek gibi ya da. İçimde sonunu bilmediğim, başından bile artık emin olmadığım hissin fazlalığı bu yüzdendi. Bazen uyandığımda kendimi bile sevmediğim olurdu ama bir kez bile yataktan Fetih'i sevmeden kalktığım olmamıştı. Çünkü her şeyi aynı anda sevmeyi bırakmak mümkün değildi.
Sevgilim senin sayende beni öldüğüm an bile terk etmeyecek o duyguyla tanıştım. Benim güzel sevgilim sen gelmesen, ben sana gelmesem terk edilmekten başka şeyi öğrenemeden ölüp gidecektim.
"Ne oldu?" dedi bana bakarken. Omuzları düştü. Üzerime titriyordu ve bunu hissetmemek mümkün değildi. Eskiden olsa ağla rahatlayana kadar derdi sanki artık ağlamamı hiç istemeyecekti. "Hı," diye mırıldandı, "Ne geldi aklına?"
Elimi yanağına koydum. Kirli sakallarını sevdiğimde bana yaklaştı. Benim ona yaklaşacak kadar kuvvetim yoktu zaten. "Kadınlar doğum yapınca yanlarında en başta kim kalır biliyor musun?"
Başını iki yana salladı.
"Anneleri."
Hem sesim titredi hem de göz yaşım yastığa doğru damladı. Sadece sustuk. Hiçbir şey söyleyemedi. Fetih'in gücünün yetmediği şeylere ihtiyaç duymam onu öylesine çaresiz yapıyordu ki soluğu bile duyulmasın istiyordu. Yutkundu, gözlerini kaçırdı devamlı. Dili dişlerinin arasında ezildi. Hiç konuşmadık. Gözlerimizle anlaştık. Benim yaşlarım aktıkça, onlara bakıyor ama silmiyordu. Gözleri parlıyordu ama. Bu parıltıyı biliyordum. Birazdan yağmur yağdıracaktı. Özür diledi defalarca kez, keşkeler sığdırdı, elinin kolunun nasıl bağlı olduğunu söyledi ama dudakları bir kez bile oynamadı.
"Ben sandım ki, kimse olmayacak yanımda."
Baş parmağını dudaklarıma siper etti. "Beni hiç tanımamışsın gibi..."
"Ama babalık içgüdüsü..."
"Sen bendeki Efsunluk içgüdüsünü hiç bilmiyorsun ki." dedi. Bir camın arkasında da olsa gidip bakabilirdi kızına. Beni beklemişti. Beraber görecektik onu ilk kez. Bir hayatı böylesine paylaşmak... Ömrü bir parça ekmeği böler gibi ikiye bölmek... Fetih ve Efsun.
"Kızımız gelecek, saç rengini beraber göreceğiz ilk."
"Fetih..."
"Sesini duydum ben bir tek. Sen sustun bir an, nasıl bağırdı nasıl bağırdı... Bu da annem için der gibi." sesinin titrediğini fark etmiyordu. "Bir de kimi tembihlediysen kaşla göz arasında ayak izini koluma da bastırdılar ama fiziksel özelliklerini ayırt edebileceğim bir an değildi."
Mürekkebe bulaşmış gömleğini sıyırdı ve izi gösterdi. Dövmesini yaptırmak istiyordu ve ben doğumuma girecek herkesi tembihlemiştim. O anlık heyecanla unutursak siz sakın unutmayın olur mu demiştim. Unutmamışlardı.
"Yapacak mısın dövmesini?"
"Yapacağım tabi."
Baş parmağımdaki mürekkebi gösterdi. "Senin parmak izini de alacağım." dedi ve bileğinde nabzının attığı yeri gösterdi. "Şurada da seninki olacak." Dövmeden çok hoşlanmıyordu. Seneler öncesine gitsek, ikinci dövmeyi yapmaz bile diyordum ama şimdi üçüncünün yeri bile belliydi. Islak kirpiklerimi sildi. Burun buruna, dudak dudağa bir konumdayken kapımız çaldı. Fetih benden yavaşça uzaklaştı ama elleri teması kesmedi. İkimiz de heyecanla kapıya diktik gözlerimizi. Aynı anda sıktık ellerimizi. Serum takılı elim boşlukta duruyordu.
Elif Hoca kafasını uzattı. "Gelebilir miyiz?"
Miyiz... Birden fazla kişi.... Kalbim koşturmaya başladı. "Tabii..." dedi Fetih titrek bir sesle. "Buyurun." Elif Hoca önden girdi ama bizim gözümüz arkadaydı. "Uyandı mı bizim güzel annemiz?" doğruldum yavaşça. Fetih'in yardımıyla yasladım sırtımı.
"Uyandı."
"Annesini bekleyen ve çok aç olan bir minik var." yarı kapalı olan kapıyı tamamen araladığında dizlerimin üzerine tırmanacaktım takatim olsa. Elif Hoca başımdaki bandanaya baktı. "Aaaa," dedi ve arkasına döndü. "Bu nasıl güzel bir uyum? Nazar değecek. Gerçi..." Fetih'e baktı. "Kızına takan eşine de takmıştır nazar boncuğunu. Onun da mı bandanasında?" diye sordu Fetih'e ama ikimiz de şu an başka bir konumdaydık. Bandana, boncuk... Hiçbir şey umurumuzda değildi. Hemşire odadaki beşiğe gitmek istedi ama Fetih "Bir saniye." dedi. "Beşik Efsun'a çok uzak."
Onun için bir oyuncağı itmek kadar kolay olan iş, titreyen ellerle biraz zorlaştı ama beşiği itti sonunda bana. Görmek için artık kalkmama gerek yoktu ve hemşire çok minik, minicik, dokunsam kırılacağını sanacağım, minicik elleri, minicik burnu, burnunun üstünden başlayan ve elmacık kemiklerine yayılan; temiz bir gökyüzündeki sayısız yıldızları andıran minik minik çilleri, bandanasının kenarlarından fırlayan birkaç tutam rengini seçebildiğim soğan kurusu rengindeki saçları ve upuzun kirpikleri olan bebeğimi kucakladı.
Buncacık ağırlığı bir çocuğa bile verseniz düşürmesinden korkmazdınız ama daha hafif bir vazoyu bir çocuğa taşıtırsanız korkardınız. Elinden sayısızca bebek geçmiş bir hemşireden bile korkardınız. Hatta bir de Fetih gibi bir babaysanız elinizi düşme ihtimaline karşı altına bile siper ederdiniz. Fetih'le şaşkınca beşiğin içini izliyorduk.
"Efsun sen doğurmadın, sen kendini klonladın gibi oldu biraz." dedi Elif Hoca. Ondan başkasına bakamıyor, cevap veremiyordum. Birazcık kaşları çatıktı galiba. Küçük ağzı minik hareketlerle oynuyordu ama ne ses çıkarıyordu ne ağlıyordu. Azıcık saçına rağmen takılmış bandanası ve bandanasıyla uyumlu bir toz pembe tulumu vardı.
"Herkesin bebeği en güzel olduğu için birincilik bence benim oğlumda ama benim doğurduğum en güzel bebek. Tamamen objektif olarak söylüyorum."
Ben mi doğurmuştum şimdi? Ben doğurmuştum? Benden çıkmıştı. Benim diyebilir miydim? Diyemezdim galiba. Annesiydim ben onun. Ben onundum diyebilirdim ama. Elim çekingen bir halde ona ulaştı. Yanağına dokundum hafifçe. Çok çatık kaşlı duruyordu, rahatsız etmekten de korktum bir an. Hayatımda ilk defa bir bebek görüyordum sanki. Halbuki şimdiye kadar onlarca erken doğuma şahit olmuştum. Ve arasında bir su şişesi ağırlığında olan bile vardı ama en küçüğü benim bebeğimdi sanki. Kirpikleri bile uzun olsa da küçüktü. Fetih'in kirpiklerine baktım. Fetih'in kirpiklerine benziyordu... Kıvrılışı. Dokunduğu yer. Çok bakmıştım Fetih'in kirpiklerine hamileyken. Fetih nefes bile almadan büyük bir dikkatle kızımızı izliyordu. Nefes de almıyordu, emindim. Devlet ciddiyeti vardı yüzünde ama dokunsam da ağlayacak kadar sağlam değildi.
O dudakları bu kez ağlamak için büzüldü. Elimi çektim korkuyla. Tırnaklarım uzun değildi, temas da etmiyordu ama korktum bir an. Fetih de biraz geri çekildi. Biz iki yetişkin insan bu dünya üzerinde birkaç saattir var olan kızımızdan korktuk.
"Biraz daha emzirmezsen gerçekten kızacak artık, zaten doğduğundan beri kaşları çatık. Sen böyle değilsin, bence Fetih'e çekti." dedi. "Efsun sen zaten biliyorsun ama Hemşire Hanım Fetih'e nasıl tutması gerektiğini anlatsın."
Ben mi biliyordum? Evet biliyordum. Galiba. Hemşire bebeğimize doğru bir adım attığında Fetih "Yok." dedi. Sesindeki tedirginlikle ben de korktum. "Yok b... ben şimdi şey yapmayayım. Siz Efsun'a verin, önce o şey yapsın." bana baktı çaresizce. Sersem gibiydi. "Sonra bana o şey yapar."
"Sonra şey de yaparız, değil mi Fetih?" dedi Elif Hoca ve küçük bir kahkaha attı. Bizimle çok eğleniyordu. "Şu babaların kendi cüsselerinin ellide biri ancak olacak bebeklerden korkmasına bayılıyorum ya. Neyse, Efsun... İş yine biz kadınlara kalıyor biliyorsun."
Elif Hoca kızıma yaklaştı ve dikkatle kucağına aldı. "Gel bakalım küçük hanım." dedi ve bana doğru yaklaştı. Bir refleks, içgüdü ya da başka bir şey. İçimdeki korku gitti ve kucağıma yerleştirildiğinde sıkıca tuttum. Az önceki tüm takatsizliğim gitti. Ayaklarım çok yorgundu ama kollarımda müthiş bir güç hissediyordum. "Efsun nasıl emzirmen gerektiğini biliyorsun." dedi. Bunları insanlara ben çok anlatmıştım, oradan bildiğimi sanıyorlardı ama öyle değildi işte.
"Yapabilir miyim?" dedim korkuyla. Başımı eğip kızıma baktım. İçmek istemezse ya? Ne yapacaktım? İterse ne yapacaktım? Bir yanlış yapıp canını yakarsam ne yapacaktım? Korku duygusunu ilk bende yaşarsa ne yapacaktım?
"Stres yapacağın hiçbir şey yok. Tek var olan şey bu miniğin," dedi ve bebeğimin midesine dokundu. "Aç karnı. Seni bekliyor zaten. Hadi güzel kızım." söylediğini sahiden doğruydu. Pratik her bilgim teorikle birleşti. Yavaş yavaş, dinlendire dinlendire emzirdim kızımı. Herkes sessizce ikimize uyum sağlıyordu. Dinlendiği boşluklarda eğiliyor yüzüne buseler konduruyordum. Öyle bir histi ki içimdeki saatlerdir bu dünyada olan bir canı, canım attığı andan beri seviyordum sanki. Yüzüne bakmak bir ağlama dürtüsü yaratıyordu bende.
"Kanamam mı oldu?"
Stresim azalınca Elif Hoca'ya sorduğum ilk soru oldu. "Evet." dedi. "Korkuttun biraz bizi ama kabul edelim çok sakin bir gebelik geçirmiştin. Son dakika golü atmış oldun."
"Ben neredeyse çoğu şeyi hatırlamıyorum."
"Neyse ki... Zaten doğum öylesine zor ki, bir kadın yüzde yüzünü hatırlarsa ikincisine cesaret edemez. Unutuyoruz."
"Kan nasıl buldunuz hemen?"
Zor bulunan bir kan grubum vardı. Fetih'e baktı hocam. Onunla aynı kan grubunda değildik. Gözlerimi ona çevirdiğimde kızımızı izliyordu. "Kim verdi kanını?"
Cevap vermedi bir süre, kızımızdan ayırmadı ilgisini.
"Sen Emir ve Zeliha'ya gelebilirsiniz deyince onlar da sürpriz yapmak istemişler, erkenden binip gelmişler. Sen doğumdayken İstanbul'a varmışlardı."
Zeliha'nın kan grubu da benimle aynı değildi. "Evet." dedim.
"Emir'in kan grubu 0 rh negatifmiş."
"Gerçekten mi?"
Sesi de bakışları da biraz mahcuptu. Burada olmayan birineydi sanki bu mahcubiyet. Başını salladı hafifçe. Ben emzirmeye devam ettim. O sıra Elif Hoca'nın sorduğu soruları yanıtladım. Mide bulantımın geçeceğinden, yorgunluğumun da biraz zaman alacağından bahsetti. Bebeğim için yapılan kontrolleri anlattı. Onunla ilgili bir soru sordum. Zihnimi çalıştırdıkça yorgunluğum artıyordu. Başımı Fetih'in gövdesine yatırdım.
"Doyduğunu nasıl anlayacağız ki?" dedi yanı başımda tatlı bir ses.
"O içmeyi bırakır ki."
Çok geçmeden öyle de oldu, dudaklarını mıç mıç diye oynattı. Evet mıç mıç diye ses geldi. Oradan anladım ben doyduğunu. Gazını çıkarmak için son bir kuvvet aradım kendimde. Kollarım da yorgundu artık ama Fetih kendini hazır hissetmeden zorlamak istemiyordum.
"İlk kakasını yapmadı henüz." dedi Elif Hoca. Sırtını yavaş hareketlerle ovalarken tenini tenime temas ettiriyordum. Yanak yanağaydık. Beni hissetsin, bu dünyaya gözlerini açtığını anlasın, artık onu karnımın içinde değil dışarıda koruyacağımı bilsin istiyordum.
"Ne zaman yapacak?"
"Canı ne zaman isterse." dedi gülerek. "Bu gece sen mi kalacaksın Efsun'un yanında?"
"Tabi ki." dedi başka seçenek mümkün değil gibi.
"Tamam o zaman bu kutsal görevi sana veriyorum. Efsun sık sık uyuklayacak. Biraz güç kaybetti çünkü. Kızının kakasını sen takip et. İlk kaka bizim için önemli. Yaptığında altını değiştirirsin ama seni şimdiden uyarıyorum Fetih. İlk olduğu için yapısı biraz farklı olacak. Dokunmak, bize getirmek falan yok. Yaptığını söylesen yeter bizim için."
"Farklı derken?"
"Farklı. Görünce anlarsın zaten. Korkulacak bir şey yok, bil diye söylüyorum."
Benim çok yorgun olduğumu bildiğinden belki gazını çok çabuk çıkardı. Fetih'le birbirimize baktık. Evet bu an da özeldi. Gülümsedik aynı anda. Hemşire benden almadan önce sinesine gömdüm yüzümü. Hep nasıl kokacağını hayal ediyordum. Kirpiklerini, saçlarını, burnunu.
"Kaç kilogram doğdu?" diye sordu Fetih. Dokunmuyordu ama hakkında her şeyi bilmek istiyordu.
"İki kilogram yedi yüz gram. Saat tam 22.22'de doğdu Efsun bu arada." hemşire benden önce davrandı ve beşiğine yatırdı.
"Az değil mi?"
"Sorun olacak kadar değil. Normal. İlk on beş gün biraz kilo kaybedebilir. Efsun biliyor zaten ama sen benden de duy. Korkulacak bir durum yok sonra almaya başlayacak kilos..."
Kapımız tıklatıldığında hepimiz o tarafa döndük. Zeliha oldukça yavaş şekilde kapıyı araladığında önce yalnızca kafasını gördüm. Beni gördüğünde kapıyı biraz daha açtı. "Ben artık dayanamıyorum!" dedi. Otuz iki diş. Evet otuz iki diş. Onu ilk defa böylesine dişlerini göstere göstere gülüyor görüyordum. "Gelelim mi?" diye sordu bize. O çoğul ekinin rahatsız edeceği kişiler vardı, bunu bildiğim için ben kafa salladım. Gel dedim ama seke seke, zıplayarak odaya gireceğini düşünemedim. Üstüme düşecek diye korktum, Fetih "Yavaş!" dedi ama o zaten dengesini korudu.
"Sen anne mi oldun?" dedi. Adeta şakıyor, yüzümü ağabeyi gibi avucunun içinde eğip büküyor, öpücükler konduruyordu. Odaya birilerinin girdiğini farkındaydım ama Zeliha bakmama fırsat vermiyordu. Bir kediye sever gibi seviyordu yüzümü ve aynı cümleyi kuruyordu.
"Anne mi oldun sen? Hı anne mi oldun?" sorusunun arasına beni öpüşleri giriyordu. "Nerede dünyanın en güzel annesi? Hani nerede? Burada!"
Sevgisi karşılık veremeyeceğim kadar tek kişilikti ve haşindi. Benden bıkana kadar öptü, yüzüm gözüm Zeliha'nın dudaklarıydı artık. Sonra dikkati dağıldı. Arkasındaki beşiği gördü. "Aaay!" dedi ve benim yanımdan kalkıp aynı haşinlikle bebeğimize doğru gittiğinde ben de irkildim. Aynı haşinliği kaldırabileceğini sanmıyordum. Fetih hızla elini kardeşinin önüne koydu ve engel oldu. "Hey!" dedi. "O kadar da değil."
Bence de o kadar da değildi. Beni bir kedi gibi sevmişti ama onu sevemezdi henüz. Zeliha yerinde zıplayarak durdu. Dişleri kamaşıyor, yerinde duramıyordu. Elbette ki sıra Fetih'e geldi. Abisinin boynuna atladı ve aynı soruyu ona sordu. "Ay sen baba mı oldun?"
Çocuğumuz dediğim kız çocuğu, çocuğumuz olduğu için bizi bir çocuğu sever gibi seviyordu. En son onu böyle seven bizdik. Nasıl da değişmiştik öyle rolleri. Sarılmayı bıraktı ama Fetih'ten uzaklaşmadı. Yüzünü avuçladı ve sıktı. "Kızın doğdu! Baba oldun sen!"
"Zeliha..." dedi Fetih, engel olmak ister gibi ama hoşuna gittiğini saklamadan.
"Nerede dünyanın en güzel babası? Hani nerede?"
"Zeliha..." çocuk gibi kendini sevdiriyordu. Engel olmak istese olurdu.
Odaya doluşan kalabalığa baktım. Gözleri ağlamaktan şişmiş Meltem Teyze, sakinlikle ama gözleri parlayan İlbey amca, bir bana bir bebeğe gülerek bakan Burcu, bebeği izleyen Emir, elinde telefonla fotoğraf çeken Kürşat, Merthan, Zafer, Zühre Karadere, Osman Bey, Fetih'in iki halası... Odada insan kalabalığı oluştu aniden.
"Anne bu yakından daha güzel!" dedi Burcu beşiğe yaklaşırken.
Meltem Teyze yaklaştı beşiğe. "Kurban olurum ben ona." dedi. Kürşat aralarından sıyrıldı ve bana ulaştı. "Yenge yenge!" dedi ve tüm dikkatimi kendine çekti. "Adını ne koyacaksınız yenge? Karar verdiniz mi?"
Allah'ım sosyal medyaya yazmak için sormuyordu inşallah....
"Henüz vermedik." dedim.
Doğurduğumu yazmış mıydı? Bunu ilk fırsatta soracaktım. İnsanlara seslenmek, konuşmak ve yaklaşmak istiyordum ama başım ağrıyor, midem bulanıyordu. Meltem teyzeyle göz göze geldiğimde bana yaklaştı ben söylemeden. Elimi ona doğru uzattı.
"İyi misin güzel kızım?"
Başımı salladım. "Yorgunum biraz."
"Olacak biraz." saçlarımı sevdi ve alnımdan öptü. "Emzirebildin mi?" Yeniden başımla onayladım. "Aferin benim kızıma. Kendini doğurmuşsun." dedi bebeğe bakarken. Genelde bana benziyor olsa da ayrıntıya indiğimizde Fetih'e benzediğini görmüyordu çoğu kimse. Zühre Karadere'ye baktım. Belki o farkındaydı. Gözlerini bebekten ayırmıyordu. Muhakkak fark etmişti. "Huyu da sana benzesin inşallah. Annesi gibi kuvvetli olsun, çalışkan olsun, merhametli olsun."
"Fetih'e benzesin." dedim. Bana baktı, gülümsedi, içinden reddetti ama bir şey demedi. Elbette bir tercih yapsa beni seçerdi.
"Allah analı babalı büyütsün kızım." dedi İlbey amca. "Geçtiği yolda taş olmasın, rüzgar esmesin." dedi. En büyük amin içimden geldi. Canı hiç yanmasın. Bunca çektiğim acıda onun da hakkı olsun. Onunkini de çekmiş olayım. Hiçbir şey görmesin, saç teli bile kopmasın. Bir kozanın içinde büyüsün. Kötü insanlara hiç denk gelmesin. Onlarla savaşmayı hiç öğrenmesin. Acıdan bihaber olsun ömrü boyunca.
Fetih'in halaları da geldi yanıma onlar da konuştular. Özellikle Güzide halanın gözleri doluydu. Benim üzerimde emeği vardı. Elini tuttum. Teşekkür eder gibi. Ağrımın olup olmadığını sordu. Sonra neler yemem gerektiğinden bahsetti ama Fetih duymadan konuyu değiştirdim. Dalak dedi en son, gerisini duymak bile istemiyordum. Emir bir köşede, ellerini önünde bağlamış bizi izliyordu. Zaman zaman gözleri Zeliha'ya kayıyordu. Sanırım göz göze geliyorlardı ki gülümsüyordu. Bazen uyarıyordu sanırım onu. Üzerinde siyah bir takım elbise vardı. Efendilik akıyordu üstünden. Halbuki en yakında olması gereken kişiydi.
Ne Osman Karadere ne de karısı bir adım yaklaşıyorlardı. Osman Bey bana gülümsedi. Karşılık verdim. O yaklaşsa Fetih bile bir şey demezdi ama öyle hissediyordum ki karısını yalnız bırakmıyordu. O da gelirse, katılırsa bize, Zühre Karadere bir başına kalacaktı orada. Gözleri sık sık bebeğime kayıyordu. Yaklaşırsa kızıma Fetih izin vermezdi biliyordum ama ben ne hissederdim emin değildim. Korkardım ama. Biliyordum.
"Hop, hop!" Fetih'in tok sesiyle ona döndüm ne oldu diye. Kızımın üzerine gelmiş her kameraya önce diliyle sonra beden diliyle engel oldu. "Kapatın telefonları yoksa toplarım." dedi. İlk Zeliha geri çekti telefonu sonra Kürşat, Burcu, Merthan ve Zafer. "Bakın buradaki hiç kimse kızımın fotoğrafını hiçbir yerde paylaşmayacak." dedi. Parmak da salladı.
"Ben öğretmenim sen farkında mısın?" dedi Burcu. Sonra Zafer "Ben de doktorum." dedi ne alakaysa. Sanırım meslek etiklerinden bahsettiler ama Merthan da girdi araya.
"Ben de mimarım o zaman." dedi.
"Meslekleriniz beni alakadar etmiyor." dedi Fetih. "Hiç kimse hiçbir yere atmıyor, paylaşmıyor. Duydunuz mu beni? Zeliha?"
"Asla böyle bir şey yapmayacaktım."
"Hala siz de. Bak akraba grubudur, odur, budur. Sakın."
"Tövbe." dedi Güzide hala. İnsanları azarlaya azarlaya kızdı. En arkada biriyle göz göze geldim. Sessiz sedasız ve sanki suçlu biri. Kürşat. Paylaşmış olamazdı değil mi? "Sen bana sarılmayacak mısın?" dedim bana doğru gelsin diye. Kıvırcık saçlarını karıştı ve yürüdü.
"Yengem." dedi. Kollarımı kaldırdım yapabildiğim kadar. Eğildi ve sarıldı bana.
"Paylaştın mı?" diye fısıldadım.
"Yok."
"Kürşat?"
"Yemin ederim yüzü gözükmüyor."
"Kürşat!"
"Yengem!" dedi tekrar yüksek sesle. Yatağımın dibine oturdu. "Bak çektiğim fotoğrafa." dedi ve dikkat çekmeden açtı sözde fotoğrafı. İşin doğrusu hesabını. Takipçi sayısı güç geçtikçe katlanıyordu. Aşağılara indim ve birkaç saat önce atılmış tweeti gördüm.
YENGEM DOĞURDU LANNNNN
Yeni yıla girerken gömlek yırtan ve duvara kafa atan adamın videosu
Bir üste geçtim ve korkuyla fotoğrafın açılmasını bekledim. Önce zıbını gördüm en son tamamını. Kafasına kocaman bir nazar boncuğu koymuştu. Ne ben ne de Fetih anlardık ama benim asıl dikkatimi çeken, eriten, mahveden yazdığı şey oldu.
Anlat yenge anlat kendinden güzelini nasıl doğurdun anlat bize anlat
Ağzımdan çıkacak sesleri Kürşat kendi ağzını kapatarak engelledi. Binlerce beğeni, yüzlerce alıntı vardı ama bakacak fırsatım yoktu. Kürşat hızla telefonu alıp kapattı ve cebine attı. Ağabeyinin görmesinden ölesiye korkuyordu. Yüzüne dokundum, saçlarını karıştırdım.
"Biz sana kan verdik!" Kürşat'la aramızda geçen o sevgi dolu bakışmayı Zeliha böldü. Daha fazla Emir'in arkada durmasına gönlü elvermedi. "Yani Emir verdi, verirken ben de ona destek oldum." Emir'e gel işareti yapsa da hâlâ duruyordu yerinde.
"Emir." diye seslendim. Sırtımda zonklayan bir ağrı vardı. Sesim istesem de yorgun çıkıyordu, geriye kalan herkes de kısık sesle konuşuyor sayılırdı.
"Yengem." dedi durduğu duvarın dibinden doğruldu bana doğru birkaç adım attı.
"Teşekkür ederim." dedim.
"Ne için?" diye sordu her şeyden habersiz gibi.
"Emir..." dedim 'yapma' der gibi. Bana baktı sonra Fetih'e. Aylardır sevdiği kadın için ödediği bir bedel vardı, öz ağabeyi yerine koyduğu kişiyle neredeyse tüm ilişkisi bitmişti. Fetih'in içten içe Emir'e olan sevgisinin yerinde kaldığını ben biliyordum ama Emir bilemezdi. Ondan sebep bana da yaklaşırken temkinliydi. En azından Fetih yanımızdayken. Fetih'le birbirlerine baktılar. Sonra, Emir için uzun zaman sonra, oldu. Fetih omzuna dokundu. Minicik bir temas ama Emir'in de Zeliha'nın gözlerinin içindeki ışıltıyı gördüm. Başka hiçbir şey olmadı. İnsanlar neredeyse hiçbir şey anlamadı ama ben çok iyi anladım. Emir'in, Fetih'in elinin üzerine dokunan eli ve kısa bakışmaları çok şey anlattı.
Çiçekler daha fazla gelmedi odamıza ama notlar geldi. Çoğu Fetih'in iş arkadaşlarındandı. Benim iş arkadaşlarım girdi çıktı odaya. Bir yerden sonra oturur pozisyonda kalamadım. Çok yorgundum ve bunu ilk Meltem teyze anladı. Beni yatırdılar tamamen yatağa, bebeğimi sevdiler. Fetih herkesin tepesine dikilmişti. Bir kez sevdirip sonra ya sözlü ya da sözsüz ileri itiyordu. Osman Bey aştı karısını geldi. Kucakladığında kızıma sakince onu izliyordum. Korkmadım bir tepki de vermedim ama Fetih tüm yumuşaklığını kaybetti. Sadece ben müdahale etmesin diye elini tuttum yanağımın altına koydum. Hareketini kısıtladım. Osman Bey kulağına bir şey fısıldadı. Belki de dua okudu bilmiyorum ama çok güzel tutuyordu bebeği. Öylece onları izledim, tam da o sıra bir kapı çarptı. Zühre Karadere çıktı odadan.
Elif Hoca yeniden geldi odaya, dinlendikçe karnımın açlığını hissediyordum. İnsanlar yavaş yavaş eksilmeye başladı. Gerek Fetih gerek Elif Hoca gönderdi. Burcu, Zeliha, Meltem teyze kaldı bir tek. "Fetih." diye seslendim sonunda. "Ben acıktım biraz." ne yemem gerektiğini biliyordum ama canım bir şey istiyordu. Kokusu neredeyse uyandığımdan beri bir alt nota gibi burnumda olan bir şey.
"Ben sordum Elif Hanım'a, önce kayısı suyu sonra çorba içecekmişiz." dedi. Biliyordum ben bunu.
"Benim canım bir şey çekiyor aslında." dedim çekingen bir sesle.
"Hadi kelle paça de, de bayılayım burada Efsun." dedi Burcu gülerek.
"Ya da pekmez, ya da Urfa dürüm..." diye devam etti Zeliha ama Meltem teyze "Gitmeyin kızın üstüne." diye uyardı. Neden alay ediyorlardı ki benimle? Fetih'in başımı okşayan eli yüzüme kaydı.
"Ne çekiyor güzel canın? Söyle bana ben sorayım önce doktora sonra bakalım hâl çaresine."
"Taze ekmek."
"Ne?"
Sanırım çok spesifik bir şey bekliyorlardı. Birkaç tane ne, sorusu da arkadan geldi.
"Fırından çıkmış taze ekmek ama sıcacık."
"Efsun senin şu vizyonsuz aşermelerin beni çıldırtıyor ya." dedi Burcu köşede koltuğa bırakırken bedenini. "Yani insan ne bileyim şey ist..."
"Bir saniye Burcu." dedi Fetih ona dönmeden. Bana yaklaştı iyice. "Ekmek mi istiyor canın?"
Nedenini bilmiyordum ama ekmek istiyordum. "Kokusu burnuma geliyor, o fırından yeni çıkmış hali var ya..." Bu Fetih'i neden kötü yaptı, neden üzülmüş gibi baktı bana anlayamadım. Kötü bir şey söyledim sandım hatta.
"Kayısılı meyve suyu da içecek misin yanında?" dedi o ilk tutukluğunu attıktan sonra. Başımı salladım hemen. "Bana bir on beş dakika verir misin peki?"
Verirdim. O sıcak ekmek için daha uzun bir zaman da verirdim zaten ben. Onayı benden aldığında doğruldu eğildiği yerden ve beni son kez öptü, insanlara emanet etti. Onu hamileliğimde hiç koşturarak bir yere göndermemiştim ama şimdi koşuyordu. Hem de fırından ekmek almak için. İnsanlar sanırım benim yorgun olduğumu anladığı için sessizliklerini korudular. Bebeğimi izlerken içimin geçtiğini hissettim bir an. Ne kadar uyudum ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama Fetih geldiğine göre çok da uzun zaman olmamıştı. Bir torba dolusu poşeti buharlanmış ekmek gördüm.
"Kakasını yapmadı değil mi daha?" diye sordu önce Meltem teyzeye. Eğildi kokladı. Ben de. Ama ben ekmeği. Buram buram yayıldı o ekmek kokusu odaya. Karnımın gurultusu arttı.
"Doktor tam bir görev adamını seçmemiş mi bu kaka konusunda?" dedi Zeliha kıkırdayarak. Katılıyordum buna. Yavaş yavaş uykudan tamamen kopuyordum.
"Yapmadı Fetih henüz." dedi Meltem teyze. Diğer ikisine kalsa Fetih'le alay etmekten cevap veremeyeceklerdi. Yavaş yavaş doğrulttum bedenimi. Fetih ekmekler soğumadan önüme bir sofra kurdu adeta. Peynirler de almıştı, çeşit çeşit ekmek ve kayısılı meyve suyu da. Her ekmekten dilim dilim koydu önüme. Beyaz olanı aldım, birkaç ısırık yedim. O kadar yavaştı ki yiyişim içişim, her lokmada soluklanıyor, Fetih büyük bir sabırla beni bekliyordu. Bunca sabrına büyük bir karşılık veremedi. Çok da fazla yiyemedim ama kayısılı meyve suyumu bitirdim. Ağzımı sildi, üstümdeki kırıntıları aldı.
"Yeter mi şimdilik?"
"Yeter. Teşekkür ederim."
"Sıcak mıydı?" dedi. Kestiğinde üstünde buhar tütmüyor gibi.
"Sıcacıktı."
En az ekmek kadar sıcak bir gülümseme geçti aramızda. Vücudum artık uykuya direnemeyecek kıvama geldi. Uyumak istiyordum, karnımın tokluğu buna tuz biber oldu. Fetih ben uykuyu dalmadan odayı tamamen boşaltmaya niyetliydi ama.
Meltem teyze kalmak için ısrar etti ama Fetih ona da hayır dedi. Bunu kibar bir dille, boşuna yorulmaması için, sonrasında çok yardıma ihtiyacımız olacağından bahsederek yaptı. Zeliha adeta yalvardı, inat etti ama yine de olmadı. Biri kalacak olsa o sen olurdun, dedi gizli gizli. Burcu'yu kızımızdan biraz zor kopardık. Fetih'ten daha çok temas etti hatta. Yanağıma buseler kondurdular ve yavaşça odadan çıktılar.
Kaldık. Bir başına değil, biz bize.
Belki böylesine bir huzurdu beni ağrıyan vücuduma inat derin bir uykuya çeken, bedenimi dinlendiren. Fetih'in saçlarımı seven elleri, kızımın varlığı, ekmeklerin kokusuydu. Ailemin kokusuydu beni iyi eden. Ailem. Her zerresi bana ait olan kocaman bir varlık. Parça değil. Ben ancak parçası olurdum böylesine bir varlığın. Uykuya daldım. Ne kadar uyudum bilmiyorum ama damardan bir ilaç alsam ancak bu kadar etki ederdi bana. Otuz yaşıma merdiven dayamıştım en huzurlu uykularımdan biriydi bu. Uykumdan birazcık kopuşum da oldukça zarif bir şekilde oldu. Bir yerden düşme hissiyle irkildim ama Fetih'in sesiyle yumuşadım.
Benimle konuşmuyordu, kucağına aldığı kızımızla konuşuyordu. Ne kadar uyumuştum bilmem ama o vakitte Fetih kucak işini çözmüştü. Fısıltılı olsa da duyabiliyordum.
"Yerinde mi keyfin?"
Ses soluk çıkmadı kimseden. "Nasıl anlayacağız keyfinin yerinde olup olmadığını? Hı?" diye yeniledi sorusunu. Bunu zamanla öğreneceğimizi, hangi sesin ne anlam ifade ettiğini anlayacaktık. "Kakanı yaptın. Bence keyfin yerinde, benim yerimde mesela. Ha kızım?"
Kutsal görevini yerine getirmişti. Omuzları dik, beyaz gömleği vücudunu sarmışken epey dinç gözüküyordu. Bebeğinin ilk kakasını görmüş bir baba gibi gururlu...
"Çatma o kaşlarını. Ağrı yapar."
Kendinden biliyordu.... Gülümsüyordum, daha da genişledi. Sırtı bana dönüktü. "Baba sözü dinle biraz." dedi. Sesi hafif ciddileşti, derin bir sessizlik girdi araya ama hiç mi hiç dayanamadı. "Baban sana ölsün." dedi. Bu adama her şeyi öğretmiştim de şu ifadeyi kullanmaması gerektiğini öğretememiştim. Öyle derin bir nefes aldı ki, öylesine kokladı ki kızını, eriyeceğim sandım. Kalbimin bütünlüğü bozulacaktı adeta.
"Anneyi mi özledin?" bu soruyu daha kısık bir sesle sordu. Ardından peş peşe itiraflar geldi. "Ya," dedi bilmiş bilmiş. "Öyle kolay mı sandın? Özletiyor işte böyle kendini. Bir saat uykusu bile yetiyor ama alışacağız. Ben tek beceremedim ama beraber başaracağız. Tamam mı?" duraksıyor uzun uzun kızının yüzüne bakıyordu. Sesi gülümsüyordu Fetih'in. Yüzü gülümsemiş çok muydu? Mutluluktan ölünse ölecekti adeta. Neyse ki ölünmüyordu. Mutluluk öldürmüyordu, neyse ki ben yaşayabiliyorduk şimdi.
"Çatma dedim o kaşlarını. Kardeş bebeklerin de annene ihtiyacı var. Paylaşmayı öğreneceğiz." o her cümleden sonra oluşan sessizlik ilk kez bozuldu. Bir mırıltı duydum. Sanırım itiraz ediyordu ya da biz mutluluktan kafayı yiyorduk. O sesi duyan Fetih'in tepkisi "Ooof!" oldu. "Kurban olurum ben sana. Halledeceğim dedim. Sen benimle ben seninle paylaşmayı öğreneceğiz." dedi ve o an beklemediğim şekilde bana baktı. Uyuduğumu sanıyordu, yakalandım.
"Muhabbet çok sardı galiba." dedim.
"Kakasını yaptı Efsun." diye müjdeyi verdi. Bu onun için ilk, ilkiydi.
Sonrakilere hayal dahi edemiyordum. Başımı salladım.
"Kucağına almışsın." Kızına baktı, biraz sinesine çekti. "Seni uyandıracaktı yoksa. Emzirecek misin?" Diye sordu. Emzirmem gerekiyordu. Başımı salladım. Önce beşiğe bıraktı kızımızı sonra doğrulmama yardım etti. Bu kez daha rahat emzirdim. Daha iyi anladım dilinden.
"Yanına yatıralım mı biraz? Seni özledi bence." dedi Fetih. Beşiğe vermek istemiyordum zaten hemen. Yatakta en uca kaydım, ona yer açtım bir sürü.
"Uykun gelince uyu, ben alırım yanından." dedi. Bunu demese uyumamak için direnecektim. Önce ben sonra o, ikimiz de ayrı ayrı anlaşmadan kızımızın yanağına yaslandık. Kalbim patlayacaktı bu huzurdan. Kalbim oluk oluk güller kusacaktı.
"Fetih."
"Hım."
"Bize ninni söyler misin?"
Ne evet, ne de hayır dedi. Israr etmedim tekrar da etmedim, bunlara gerek de kalmadı.
"Ne yiyor, ne içiyorsunElde değil aklım sendeGece çok geç yatıyorsunGelde bi demli çay iç bende
Olmadı akşam yemeğe yetiş bariYolunu gözlüyor Perihan hanımBu ayrı ev işine alışamadımSızlıyor ince ince sol yanım"
Tanıdık bir his, tanıdık bir ritim, ses, tat...
"A nenni nenniKınalı kuzumBüyüdünde adam mı oldunYanağı pembem, dudağı kirazımGözü okyanusum iyi ki doğdun
Bu yürek çarpıntısı ömürlük biliyorsunBüyümedin hiç gözümdeBebeğim sen ne diyorsun
Bi dualık mesafedeyimNe zaman sıkışırsan yanındayımHa bu arada soğudu havalar aman haÜşütme yine kurbanın olayım
A nenni nenniKınalı kuzumBüyüdünde adam mı oldunYanağı pembem, dudağı kirazımGözü okyanusum iyi ki doğdun"
Biraz ayırdım tenimi teninden kızımın. Gözyaşlarım değmesin diye ona. İçimden çok ince bir sızı aktı geçti. Kitaplarca anlatamayacağım bir his dolaştı kanımda.
"Sen bunu daha önce söylemiş miydin?" Öylesine tanıdık bir tattı ki, ilk yediğim anı bulmadan rahat etmeyecektim.
"Söylemedim." dedi ama o. Hatırlamıyordum zaten. Sadece hissediyordum. Peşinden gidemedim o böyle söyleyince. Elini tuttum kızımın, dudaklarıma bastırdım.
"Minicik." dedi.
"Minicik." dedim.
"Minik bir serçe kadar."
Serçeyle dört yavrusu. Fetih'in boyadığı o kızıl serçe aramızdaydı. Biz başarmıştık.
"Minik serçe." diye tekrar etti. Sonra bir kez daha. "Minik serçe." Gülümsüyordum. Bir şey söylemek istiyordu, anlamayacak kadar gönlüm mayışmıştı.
"Efsun."
"Hı?"
"Sezen."
"Efendim?" Gözlerimi araladım ona baktım. Başını doğrultmuş kızımıza bakıyordu. Kulağına o aylardır beklediğimiz fısıltı geldi. Heyecanla ben de başımı kaldırdım. Aynı sesi ben de duyuyordum.
"Efsun, Sezen. Adı. Sezen olsun mu?"
Sezen... Minik serçe.
コメント