SERÇEYİ ÖLDÜRMEK FİNAL PART 1
- Dilan Durmaz
- 1 Kas 2024
- 85 dakikada okunur
SERÇEYİ ÖLDÜRMEK
Bölüm LXXIV
“FİNAL”
Sevgili dört yılım, bu bölüm senin için. Sana.
2020’nin mayıs ayıydı, evinin salonunda, ders çalışmak için çabalayan, dünyayı çalkalayan bir hastalıkla eve kapanmış, on sekiz yaşına yeni girmiş, kimisine göre daha gün alan genç bir kızdım. Girdiği pikenin altında uyumaya çalışırken zihninde, bir avlu, bir kadın, biraz kalabalık, gelinlik giydirilmiş bir kız çocuğu ve bir adam belirdi. Uyumayı çok sevse de pikenin altındaki kişi, zihninde avaz avaz bağıran kadının sesini bastırıp bir türlü uyuyamadı. O gün uyusaydı, bugün bu satırları yazmayacaktı zannımca.
İyi ki Efsun o gün o avluda o kadar bağırdı da ben uyuyamadım:)
O günün akşamı karar verdim, adı Efsun olacak, adı Fetih olacak ve adı Serçeyi Öldürmek olacak dedim.
Sınava girdim, hiçbir şey istediğim gibi olmadı, yeniden sınava girmeye karar verdim. O sıra Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Sınava hazırlanmaya çalışırken annemin kanser hastalığıyla sınandığını öğrendim. O sıra Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Hiç hayal etmediğim bir bölümü kazandım ve hiç bilmediğim bir şehre yerleştim. O sıra Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Çok sevdiğim bir dostumla birbirimizden uzaklaştık, Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Yeni insanlar tanıdım, onlarla tanıştım, Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Ben bu şehri sevmedim başka yere gideceğim dedim, gittim, Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Annemin iki yıl süren tedavisinin sonuna geldik, ben Serçeyi Öldürmek yazıyordum. Ben bu meslekte mutlu olamam, yeniden sınava gireceğim dedim. Serçeyi Öldürmek yazıyordum o sıra. Yeni insanlar tanıdım, aralarında yirmi sene sonra da aynı masada otururuz dediğim insanlar oldu, onların varlığını hayatımda kaybettim sonra zamanla. Serçeyi Öldürmek yazıyordum ben. Yeni işlere başladım, sevmedim istifa ettim, yeni yerlere başladım Serçeyi Öldürmek yazarken. Zaman geldi fiziken yazacak gücü kaybettim, kalemi bıraktım, insanlar beni bıraktı, ben insanları bıraktım, insanlar beni buldu, ben insanları buldum, size kızdım, bana kızdınız, büyüdüm, küçüldüm, imzalar attım, küçük adımlar bile atamadım. Değiştim. Hayatımdaki her şey değişti. Bunlar olurken tek bir şey sabit kaldı. Ben hep Serçeyi Öldürmek yazdım. Onları yazmazken bile yazdım. Herkes ve her şey gitti, herkes ve her şey gidecek gibi oldu, hiçbir şeye tutunamadım ama onlar zihnimden bir adım bile uzaklaşmadılar. Hep orada benimle durdular. Benim gibi değişmediler. Öyle ki Serçeyi Öldürmek’le aramdaki bağ sadece benden değil, onlar da bana çok sıkı tutundular. Ben bir başına o kadar sıkı tutamazdım. Kaçtığım değil vardığım yer oldular. Biz sizinle de onlarla da karşılaşmadık, ben olsa olsa buna kavuşma derim.
O yüzden hep derim, Serçeyi Öldürmek’ten sonra yazacağım her şey; Serçeyi Öldürmek’ten elbet iyi olur ama hiçbiri Serçeyi Öldürmek’in şahit olduğu şeylere şahit olamaz. Her anında hayatımın başka bir dönemi var, onlar benimle değil ben onlarla büyüdüm ve size yemin ederim ki tek bir cümlesini bile hissetmeden yazmadım. Belki de bu yüzdendi neredeyse beş yıllık bu serüven. Hislerimin hırpalandığı her dönem elimdeki kalemi bıraktım, köşeye geçip izledim. Zamanını bekledim. Çünkü bana göre hiçbir şey, kaybedeceğim hiçbir okuyucu sayısı benim hissetmeden yazdığım bir cümleden daha önemli değildi. Benim için önemliydi ama Serçeyi Öldürmek’ten daha önemli değildi.
Ben hikayemin kaderini hep karakterlerinin kaderine benzetirim. Ve hikayemin son bölümü, beş yılın sonu da eve gidiş yolunun kapanmasına denk geldi. Her şeye rağmen hayırlısı buymuş diyorum ama ‘arkadaşlar bölümü öylece paylaşamam! Bu bölüm o bölüm değil’ isyanlarının arkasında bu vardı. Final yazısıydı bunun en büyük sebebi. Umarım şimdi kendimi anlatabilmişimdir, özür dilerim ama seneler önce ben final için geri sayım yapmayacağım, bir bölüm gelecek ve açtığınızda final yazısını göreceksiniz derken böyle bir durumu asla aklımdan geçirmemiştim. Bu süreçte çok söyleyecek gibi oldum, anlayanlar hissedenler oldu ama bilirsiniz. Ben ketumumdur. Evet…
Sayfalara döküldük, kitaplara dönüştük, onlara dokunuyoruz. Onları ölümsüzleştirdik. Yetmez mi? Efsun’un en çok korktuğu şey unutulmaktı. Belki de kitaplaştırırken hikayenin içindeki korkuyu da yenmeyi başardık. Şimdi Efsun’a kolaylıkla söyleyebiliyorum. İnsanların rafındasın Efsun, seni unutmak ne mümkün?
Bölümün sonunda sizi bir tarif karşılıyor, o tarifi yapınca benimle paylaşmayı unutmayın. Evet zamanı geldi… Evet kurşun kek tarifi de artık sizinle beraber. Bu bile beni tek başına bu gece ağlatabilir ama sabırla yarınki İzmir imzasını bekleyeceğim. İlk imza şehrimde yeniden imzaya gelirken bu kez finalle beraber geliyorum. Lütfen siz de kurşun kekle gelin(Şaka… Belki de değil…)
Burası kapalı, alternatif bir sitemiz var artık, oradan da lütfen haberdar olun. Serçeyi Öldürmek ve bundan sonra yayınlayacağım her şeyi wattpadle beraber sitemize de yükleyeceğim. Tüm bölümleri orada da olacak. Vpn kullanmak istemeyenler için sitemiz hep köşede duracak. İkinci kitaba çok az kaldı, yakında elimizde olacak. Ve bir başka şeyin de haberine çok az kaldı. Bunların tamamı için instagram hesabını lütfen takip edin. Çünkü artık buraya erişimimiz eskisi gibi rahat değil.
Önümüzdeki hafta 8 KASIM CUMA GÜNÜ akşam 21.00’da twitterda ses odasını açacağım. Bu kez tüm cevaplarımla geliyorum çünkü artık cevabını veremeyeceğim tek bir soru bile yok:))))))
İnstagram; dilanduurmaz
Twitter;
Site; dilandurmaz.com
Sevgili Serçeyi Öldürmek ailem,
Sevgili Karadere konağı misafirleri,
Sevgili 18,19, 20, 21, 22 yaşlarım,
Bugün bu evren için son kez kapınızı çalıyorum. Bilirsiniz size emanet ederim çoğu şeyi. Serçeyi Öldürmek tamamlanmış haliyle artık tümüyle size emanet. Sizi çok seviyoruz. Evet çoğul, bugün her şey çoğul.
Keyifle okuyun.
‘8 Haziran 2025 tarihinde İstanbul eğitim ve araştırma hastanesinde, önce annesini öldüren ardından bir güvenlik görevlisinin ölümüne sebep olan ve bir doktoru ağır yaralayan K.N isimli zanlı, şizofreni tedavisi gördüğü hastanede geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti.'
Haberin devamını okumak için kaydırdığım ekran siyaha büründü; ekranı kapatmakla yetmedi, telefonu elimden aldı ve çantamın içine bıraktı. Hatırlamak, görmek istemediği her şeyin üstünü siyah bir kalemle çizerdi zaten hep.
“Okuma şunu.” dedi huysuz bir sesle.
“Sen gördün mü?”
“Gördüm.”
Sezen’in büyüdükçe halasından hallice kıvırcıklaşan saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı ve alnına birkaç minik öpücük kondurdu. Kızımın tüm dikkati bileğindeki altın, ucu pembe nazar boncuklu bileklikteydi. Biraz daha uğraşsaydı koparacaktı ama uyarmadım çünkü Fetih’in huysuzluğuyla uğraşmam gerekiyordu. Bu sükûnet ve tavırla tanışıyorduk. Evlilik, bir insanın her haliyle tanışmak demekti bir yerde ve bu açıkçası muazzam bir duyguydu.
“Fetih.” diye seslendim.
“Efendim.” kaşları çatık, suratı asıktı ve bunlar birkaç saniye içinde yaşanmıştı.
Uzatmadım, konu hakkında yeni şeyler dillendirmedim. Duymak istemeyeceğini biliyordum. “Öpeyim mi?” kurduğum cümleyle Sezen de babası gibi bana baktı. Yanağına dokundum. “Buradan ama.”
Havalimanını ve çevremizdeki insanları bahane etmemesi için bölge bile verdim ama onun derdi havalimanı değildi zaten. “Yok.” dedi ama. “Öpme.”
Sezen’in çatık kaşları babasını bulduğunda, anlayamadı sebebini. Bu pek rastladığı bir diyalog değildi. Ben pek izin almazdım, babasının da izin vermemesi işten bile değildi. Fetih’in tepkisini ölçmek için “Ben öpeyim mi?” diye sordu. Fetih’in karşıya diktiği ciddi bakışları sihirli bir değnek darbesiyle yumuşadı, kızımıza indi ve gözleriyle gülümsedi.
“Tabi ki benim güzel kızım.” yanağını uzattı Sezen’e doğru. Sezen uzandı öptü babasını ve “Ama anne de öpsün.” dedi hemen. Göz ucuyla kontrol ediyordu beni. Üzülüp üzülmediğime bakıyordu ve benim kızımın hassas kalbi doğduğu ilk günden beri bana hassasiyet gösteriyordu. Bunu biliyordum. “Ben de öpeyim kızımı.” dedi Fetih son cümlesini görmezden gelip.
Hayatımın sonuna kadar görebileceğim en kindar adamdı.
“Altı yılı geçti Fetih.” dedim öylece.
“Ömrüm boyunca bu konu açıldığında sana kızac…”
“Tamam…” diyerek kestirip attım. “Tamam bırak ben de oğlumu öperim. Öpmeyeceğim seni.”
Başını göğsüme yaslamış Esat’ın dalgalı saçlarına dokundum. Yanağımı yasladığımda başına, ona ihtiyacım olduğunu hissetti sanırım ve küçük elini kalbimin üzerine koydu. Sessizce durduk. Sezen’in bakışlarının ikimiz arasında gidip geldiğini biliyordum. Kafasında kurmasın, maalesef kimden aldığını bilmediğim öyle kötü bir huyu vardı, babasının o kırk günlükken başlayan ve bugünlere kadar zaman zaman nükseden kinini büyütmesin diye ilk fırsatta ona baktım ve gülümsedim. Eli babasının elindeydi, bana bakıyordu. Güneşte bir gümüş gibi parlayan soğan kabuğu rengindeki saçları, bir gömlek düğmesi gibi küçük bir burnu, temiz havanın daim olduğu bir gökyüzünde gece boy gösteren yıldızlar kadar çok çilleri ve hafif çatık kaşları vardı. Saçları büyüdükçe kıvırcıklaşmış, onun tek başına zapt edemeyeceği bir hacme ulaşmıştı. Anne ve babasının desteğiyle saçlarından bir gün bile usanmadan büyümüştü. İç geçirdim. Ben nasıl olmuştu da altı yıldır şu içimde taşıdığım sevgiden ölmemiştim?
Babasının aşkı seni öldürdü mü ki evladının ki öldürsün? Efsun, Efsun…
Bana dudaklarını oynatarak bir şey söylemeye girişti ama arka tarafımızdan gelen bir ağlama sesi hem onu hem beni hem de Esat’ı korkuttu ve telefondan bir haberin beni alıp altı sene önceye götürmesiyle gözümün önündeki boşluğu fark etmedim.
Mustafa Kemal neredeydi?
“Fetih birini dövdü!” dedim korkuyla. Büyük bir inatla ve iradeyle bizim yanımıza oturmamış, karşı koltukta oturmuş oğluma bakıyordum ben o telefonu elime alana kadar. Onun bana karşı yaptığı tüm cilvelere karşılık veriyordum. Fetih hızla ayaklandı ve kalktığı yere Sezen’i oturttu. İkimiz de sesin geldiği yöne baktık. Tam da korktuğum gibi Mustafa Kemal’in yanında bir çocuk daha vardı ve ağlayan bizim oğlumuz değildi. Kucağımdaki Esat’la onun kadar hızlı kalkamadım ama ikimiz de artık olay yerindeydik.
Olay yeri.
Mustafa Kemal’in olduğu her yer bir olay yeriydi. Muhakkak bir vukuatı vardı ve en yakın ekip olay yerine hızla intikal ederdi. Bu bazen ben olurdum bazen Fetih.
Fetih’in neden erkek çocuğundan korktuğunu, annemin bana bedduası var diye yakınmasını artık anlıyordum. Bir Fetih Karadere doğurmak benim en çok istediğim şeylerden biriydi. Şükürler olsun ki yaşamıştım bunu ama küçük bir Fetih Karadere’nin annesi olmak da kolay değildi. Daima diken üstünde olmak, hop oturup hop kalkmak, devamlı korkmak ve inanılmaz refleksler geliştirmek gerekiyordu. Bu denli hareketli bir çocuk nasıl olmuştu da rahmimde dokuz ay boyunca kardeşiyle durmuştu? İçimden bir ses sık sık Reşat Esat’ı da tekmelediğini söylüyordu. Hatta Fetih bunu, sana çok düşkün muhtemelen o tekmeler sana değil kardeşineydi, diyerek doğruluyordu.
Mağdurun annesi de artık olay yerindeydi. Mustafa Kemal’i hızla kendime doğru çektim. “Çok özür dileriz.” dedim. Fetih mağduru kontrol etti, sanırım olay bir oyuncak kavgasıydı. Yerdeki arabayı aldı ve çocuğa uzattı. “Aynısı bizde de var, kendisinin zannetti sanırım.” dedi. Evet aynı araba bizde de vardı ve en sevdiği oyuncaktı.
Kadın çocuğunu kendine çekti ve “Tamam oğlum.” diye teselli etti. Mahcupça ona bakıyorduk. Neyse ki bir darbe yoktu. “Çocuk işte.” dedi neyse ki anlayışla. “Yapacak bir şey yok.” oğlunu alıp kalktığında biz çöktüğümüz yerde kaldık. Mustafa Kemal bir an peşlerinden gidecek gibi oldu da engel oldum. Esat’ı, Fetih’in hakimiyetine bırakırken onu aldım tamamen himayeme.
“Bana bakar mısın?”
Yaptığı hatayı farkındaydı yüzüme bile bakmadı. “Mustafa Kemal bana bakar mısın?”
“Mustafa annene bak.” babasından emir geldiğinde gözleri bana dokundu ve suçunu bana uzanarak örtmeye çalıştı. Öpmeye çalıştı ama engel oldum. Çünkü çocuk psikolojisi üzerinde uzmanlık almış bir ahbabımız öyle söylemişti. “Şu an beni öpmeni istemiyorum. Beni dinler misin?”
Öpmek… Sinirlerimi bozmaya başlıyordu bu kelime.
“Dün gece oyuncaklarını beraber topladık değil mi?”
“Efşun.” dedi adımı yarım yarım heceleyerek, dili döndüğünce ve yeniden bana uzanıp öpmeye çalışarak. Mustafa Kemal’in babasına olan tek benzerliği genetik bulgular değildi. Babasının her hareketini dikkatle inceler ve onun gibi davranırdı. Bu bana olan sevgisinde de böyleydi. Fetih’te gördüğü gibi severdi beni. Anne yerine Efsun’u daha çok kullanırdı. Saçlarımı okşar, şakaklarımdan öperdi. Benim üç çocuğumun da bana olan şefkati babalarına benzerdi ama Mustafa Kemal bizzat babasını taklit ederdi. Üçü de yüzüme buseler kondururdu ama Mustafa Kemal hariç bana Efsun diyen yoktu.
“Mustafa beni öpmeni istemiyorum.” dedim ve işaret parmağım ona doğru kalktı. Bu cümle içimde korkunç bir ezilmişliğe sebep oldu. Fetih’e baktım. Anladı ne düşündüğümü ve kaşlarını kaldırdı. Dayanamayıp sineme çekecektim ve öpüp koklayacaktık birbirimizi. Yapmamalıydım. Yoksa yaptığını bir hata olarak hafızasını yerleştirmeyecek ve hareketini tekrar edecekti. Küçük gözlerini bana dikti.
“Dün gece oyuncaklarını beraber topladık.”
Başını salladı.
“En sevdiğin arabayı da benim çantama koyduk ama o arabayı gelip benden istemedin ve ben çıkarmadım çantamdan. Yani o araba senin değil.”
Başını salladı.
“Başkalarının eşyalarına dokunmuyoruz. O araba senin olsa bile kimseyi itmiyoruz. İnsanlara onlar izin vermeden dokunamayız Mustafa. Bunu konuştuk seninle. Beni üzüyorsun,” dedim duygularımı açıkça belli ederken. Bu da bir tavsiyeydi. “Babanın yanına gidip uçak kalkana kadar onunla otur. Başka bir yerde oturmanı istemiyorum. Arabanı istiyorsan da babandan iste o sana verecek.”
Onu kendimle cezalandırmak değildi bu, ona yaptığı her hatayı beni öperek kapatamayacağını göstermekti. Ama yine de… İçimde bir gitarın telleri gibi ezilen histen kurtulamıyordum. Fetih’e baktım. Fazla mı olmuştu dediklerim? Yine anladı ne hissettiğimi ve sorun olmadığını belli ederek gözlerini bir kez açıp kapattı. Mustafa Kemal net kararımı fark edince babasına doğru gitti ve onunla göz göze gelmeden boynuna sarıldı. Hayır lütfen ağlama…
Reşat, Fetih’in elini tutarken Mustafa Kemal de kucağındaydı. Bizi usluca oturduğu yerde bekleyen Sezen’in yanına geçtim ve Sezen’i dizlerimi oturttum. Reşat’ı kucağıma almak Mustafa Kemal’e kötü hissettirebilirdi. Bunu yapmadım ikisi de Fetih’in yamacında kaldı. Ailemizin üstüne huysuz bir sessizlik çöktü. Fetih’le göz göze geldik, bana bazen sen bu hassasiyetle nasıl üç çocuk büyüttün aklım almıyor derdi. Sanki kendisi de öyle değilmiş gibi.
Aslına bakarsak Sezen her annenin bir tane de olsa kızım olsun dediği eşsizlikte bir çocuktu. Bana karşı büyük bir hassasiyetle doğmuştu. Ona ne geçmişimi ne de acılarımı anlatmıştım ama doğduğu ilk günden beri bunları bilerek doğmuştu sanki. Canımın yandığı zamanları hisseder bana daha büyük sarılırdı, kendimi kötü hissettiğim anlarda saçlarımı severdi, daha iki günlük bir bebekken babaannesinin varlığını hissedip çığlık çığlığa ağlayan Sezen’in hassasiyeti olduğu gibi bizimleydi bugün de. Sezen’i büyütmek, Sezen’le büyümek bir ayrıcalıktı. Benim için de Fetih için de.
Sezen bizim ilk göz ağrımız değildi, Sezen benim ve Fetih’in ortak kalbiydi.
Kızımın başına yasladım yanağımı, sessizliği o da bozmadı. Onlara karşı çok iyi bir ablaydı ama asla küçük bir anne değildi. Asla da olmayacaktı. Ben ve Fetih varken onlara göz kulak olmak onun değil bizim vazifemizdi. Onun çocukluğunu hiç unutmuyor, ona ablalıkta büyük sorumluluklar dayatmıyor ve buna oldukça dikkat ediyorduk. Çünkü benim yine geleceğe dair anksiyete sancıları çektiğim, Esat Reşat’a ve Mustafa Kemal’e hamile olduğum bir gece, Fetih’le birbirimize söz vermiştik. Çocuklarımız asla bizim yaşadığımız hiçbir şeyi yaşamayacaklardı. Asla hadlerinden fazla sorumluluk almayacaklardı. Çocuk gibi, ergen gibi, genç gibi ve yetişkin gibi… Yaşları neyse o olacaklardı. Biz onların çekeceği her zorluğu onlar doğmadan çekmiştik. Tıpkı Fetih’in Zeliha’ya babalık yapması gibi.
Fetih eğilip Mustafa Kemal’in kulağına bir şeyler fısıldadı, sonra oğlum babasının kulağına. Bu şekilde bir süre fısır fısır konuştular. Fetih en sonunda kafasını salladığında Mustafa Kemal bana döndü ve “Aye.” diye seslendi. Evet konuşmanın içeriği belli olmuştu. Annem diye ona dönmemek için zor durdum.
“Efendim.”
“Özü dilelim.”
Sanırım babası ona benden özür dileyerek gönlümü alabileceğini kulağına fısıldamıştı. Dayanamadım ve ona baktım. Onu reddetmem kalbini çok kıracak ve babasının sinesine nasıl kaçacağını ve ağlayacağını hayal edebiliyordum. Küçük çenesi titriyordu.
“Bir daha yapacak mısın?”
Başını iki yana salladı ve mırıldandı. Derin bir nefes aldım. Bazı pedagojik tavsiyeler de bir yere kadardı, ben anneydim. “Beni hâlâ öpmek istiyor musun?” diye sordum tüm ciddiyetimle. Sesimden olacak sorduğum soruyu başta anlamadı, o küçük çenesi gözleri parıldamadan önce biraz titredi ama anladığı yerde babasının kucağından zıpladı. Biraz haşin bir sevgisi olduğu için ablasının kafasını eziyordu az daha. Son anda kurtardım Sezen’i. Boynuma sarıldı. Onu usulca kucağıma çektim ve sarıldım. Yüzlerimize bıraktığımız öpücükleri saymaya kalksalar yetişemezlerdi. Bir an saçlarıma bir başka el daha dokundu.
Buradaki en büyük eldi, buradaki en güvenli eldi ve burada her şeyi emanet edebileceğim tek eldi.
Kulağıma doğru fısıldadı. “Peki sen beni hâlâ öpmek istiyor musun?” diye sordu. Göz göze geldik, acıyla ona baktım. Bana her böyle yaptığında biliyordu ki ben çok üzülüyordum. “Kızma bana.”
“Nasıl kızmam sana?”
“Fetih…”
“Efsun.”
Altı saniye altı seneye götürebilirdi bizi. Bir acının yok olmayacağını biliyordum ama bir acının bir kayba neden olmamasına rağmen yok olmayacağını bilmiyordum. İkimiz de aynı zamanı düşündük anlaşmadan.
8 Haziran 2025
Sezen... Ona annem kadar bile annelik yapamamıştım.
"Benim kırk günlük kızım var," dedim. "Daha kırk gün oldu doğalı. Anneni kurtaracağım ama izin ver onunla konuşayım önce."
Annesini kurtaracak mıydım? Hayır. Zaman mı kazanıyordum? Hayır. Ya neydi bu?
Bir şizofreni hastasını çok çabuk kandırırsınız. Ama şunu unutmayın ki onlar da sizi çok çabuk kandırır, demişti bir kez hocam.
"Yemin ederim anneni kurtaracağım ama önce kızımla, babasıyla konuşayım. Sonra kurtaracağım anneni."
"Kurtaracak mısın annemi?"
"Söz veriyorum," dedim.
"İki dakikan var," dedi. İki dakika… Sezen’le geçirdiğim vakit ancak bu kadar olurdu. Daha iki ay bile olmamıştı. Yarın mevlidi vardı. Hâlâ var mı Efsun? Olsun. Kızım hiçbir şeyden eksik kalmasın. Hızla elime telefonu aldım. Çalıyordu zaten. Hızla yanıtladım. "AÇSANA!" diye bağırdı karşımdaki çılgına dönmüş ses.
"Buzlukta sütüm var. Onu Sezen'e ver ama birden değil. Günlere böl."
Nasıl oldu da ilk bu cümle aklıma geldi bilmiyordum. Nasıl oldu da ilk bunu düşündüm, bu can havliyle buzluğa attığım süt nasıl aklıma geldi aklım almıyordu. Tek bildiğim buzlukta o kadar da çok süt olmadığıydı.
"Efsun." ağlıyordu. Hasta yatağının önüne çöktüm, alnımı soğuk metale yasladım. Gözlerimden düşen yaşlar, sessizdi. Bir ölünün matemini tutuyordu. Sezen… Beni ömür boyu affetmeyecekti. Sezen… Sana annem kadar bile annelik yapmadım. Beni sakın affetme. "Efsun geliyorum. Giriyorlar hastaneye temkinli bir şekilde. Geliyorum ben. Camdan uzak dur, geliyorum ben."
"Süt bittikten sonra bir süre ağlayacak. Süt anne bulursan mutlaka emzirsin."
"Camdan uzak dur, sesini sakın çıkarma. Sakin ol tamam mı? Ben geliyorum.”
"Hazır yoğurt verme. Öğren nasıl yapıldığını. Annen iyi yapıyordu yoğurdu, ona sor. Sakın ola ki çekinme bu konuda. Altı aydan önce ek gıdaya insanlar söylese de geçme."
"Kes sesini!" öyle bir bağırıyordu ki ses telleri eriyecekti. Ne kadarım kalmıştı? İki dakika… Daha acı veren başka bir süre daha biçilmedi dünya üzerinde kimseye. Anneyi evlattan ayırmak için iki dakika. Ne zalimceydi. En az iki ömür şarttı halbuki.
"Kes sesini kes! Kes. Sus. Sus devam etme. Camdan uzaktasın değil mi?"
"Her banyodan sonra bebek yağını sür,” alnımı ardı ardına demire vuruyordum. Bunları söylemek uçurumun kenarında yürümekten daha zordu. Ant içerdim ki beni ince bir ipte yürütseler yine de yüreğimdeki acıya yaklaşamazlardı. Beyin kanamasını geçirecektim sanki ama vaktim yoktu. “Alacağı her karara saygı duy ama asla sağlık seçmesine izin verme. Bu sektöre asla girmesin. Her zaman yanında ol. Öyle bir bağ kur ki onunla ne olursa olsun seni arasın. Sakın kızma. Ne yaparsa yapsın sakın kızma. Kokumdan yavaş yavaş kopar, önce gündüzleri azalt en son geceleri."
Sabah yıkadığım her bir çamaşıra lanet ettim. Sezen bensiz nasıl uyur bilmiyordum, ne anlatacaktım ben bu adama? Kaç saniyem kalmıştı?
"Kanı akmadık insan bırakmam,” dedi. "Sana bir şey olsun. Taş taş üstünde bırakmam. Elime bulaşmayan kan kalmaz. Sana bir şey olmasın, bana bunları söylediğin için ömür boyu affetmeyeceğim seni. O kadar kızacağım ki sana..."
"Seni çok seviyorum." dedim. On sekiz yaşında o balkonda arkamdan fısıldayan şey kaderimdi. Biliyordum. "Bana yaşattığın her şey için seni çok seviyorum. Sezen sana emanet." Fetih'in karşılığını duyamadan alındı telefon elimden.
Tik tak.
Sürem başladı.
Bir ölüyü canlandırmak için kaç dakika lazımdı? Çok dakika. Benim kızımla geçirdiğim dakikadan çok dakika. Sezen Karadere. Annesi ona, annesinden bile çok annelik yapamayacak mıydı?
Tik tak.
Benim hikayem tüm paralelleriyle yaşanmaya ant içmişti.
Beni çöktüğüm yerden kaldırdı annesinin üzerine savurdu. “Hadi!” dedi. “Hadi çabuk ol, kurtar annemi. Hadi çabuk ol!” camın hemen yanındaydım. Son bir kuvvet Fetih’i dinlemek istedim. Belki o bilmese de, o hep aksini iddia etse de ben Fetih’i dinlerdim. Çünkü bazen öylesine yorardı ki bu hayat beni, Fetih’in benim için düşünmesi, benim için hareket etmesi bana verilen bir lütuftu.
“Şu tarafa geçmem lazım,” dedim ve olduğu yeri gösterdim. Hiç sorgulamadı beni olduğu tarafa aldı. Benim camdan uzak durmam gerekiyorsa onu cama yaklaştırmam lazımdı.
Sezen… Fetih.
“Şimdi bana yardım et, şu tarafa geç annenin serumuna bak. Bittiği an bana söyle. O serum biterse anneni kurtaramam. O bitene kadar yapabilirsek annen yaşar ama o biterse, yenisini takana kadar anneni kaybederiz. Hadi hızlı ol.”
O serumun en az bir saati vardı. Nereye kadar bana kanardı bilmiyordum. Kafasının içinde ona bunu yaptıran her şey ya serumun sonuna kadar sabredecekti ya da bir dakika sonra onu kandırdığımı söyleyecekti. Hızla söylediğimi yaptı, camın tam önüne geçti ve serumun akışını izlemeye başladı. Silahı bir an bile indirmiyordu. Kalp masajına başladım. Bir ölüye kalp masajı yapıyordum, ölmemek için.
Benim bileklerim güçsüzdü. Çabuk yorulurlar, biraz fazla ağırlık görmeyedursunlar hemen düşerlerdi. Zaten öyle ağırlıklar kaldırmama da Fetih izin vermezdi. Nabzımın üzerinden öperdi “Ya sen,” derdi “Bu narin bileklerinle, hiç utanmıyor musun bunları kaldırmaya?”
Beni şımarttığı onlarca mevzudan biriydi. Şımarmıştım, bileklerimi yormazdım. Bilseydim, şımarmazdım. Çabuk yorulmamak için yavaş başladım. Birkaç kez o silahı terden sırılsıklam olmuş alnıma bastırdı. “Hadi serum azalıyor hadi!” diye bağırdı. Canhıraş savaşıyordum. Fetih’in yanında onlarca kez pes eden bileklerim, bir kez bana mısın demedi.
Sezen… Fetih.
Gözyaşlarım ölü kadının yüzüne damlıyordu. Gözlerimi yumdum, isyanlar uçuştu zihnime.
Efsun’un annesi iki kez öldü zaten, Sezen’in annesi ölmese olmaz mı? Olmaz, insan dediğin ölümlü. Tamam… Şimdi ölmesin. Sezen daha minicik. Büyütsün onu, kocaman yapsın, yaşlansın öyle ölsün. Olmaz mı?
Saçlarım ölü kadının yüzüne doğru dökülüyordu, dilim damağım kurudu. Otuz dokuz gün olmuştu o zorlu doğumu atlatalı. Zaten yeni yeni toparlanmaya başlamıştım. Fetih’in elleriyle besledikleri olmasa, daha toparlanmazdım da. Ona rağmen yine de çabuk yorulurdum. Ya şimdi? Nefes nefeseydim, ciğerlerim yanıyor, başım dönüyordu. Midemdeki yoğun bulantı, gözlerimi karartıyordu. Kaç dakika geçti bilmiyordum. Sezen’in silüeti gözlerimin önündeydi. Biraz büyümüştü, saçları dökülmemişti, babasının kucağındaydı.
Gülümsedim. Sezen…
Telefonumun sesini duymayı ya bıraktım ya da çalmıyordu artık. Sezen’in yüzünü görüyordum, sadece. Ölü bir kadının yüzünde canlanmasın, Sezen biraz bile ölüme bulanmasın diye gözlerimi yine yumdum sıkıca. Soğuk metal alnıma baskı uyguluyor, biraz olsun Sezen’in yüzünden kopmuyordum. Babasının kucağında elini sallıyor, mırıldanıyor, sanırım Tanrı bana son bir iyilik yapıyor ve Sezen anne de diyordu.
En az iki, ben ölürsem yalnız kalır demiştim. Bunu bile gerçekleştirememiştim. En azından Sezen’in tek kalmayacağı kadar kardeşi olsaydı. Sezen yalnız mıydı? Babası… Fetih vardı. Fetih… Bana çok kızacaktı. Mezarımın başında bile bana çok kızacaktı. Soğuk bir metal bile beni kızımla babasının görüntüsünden koparmaya başarmadı. İki şey koparırdı beni, biri silah sesi diğeri en az onun kadar kuvvetli bir ses. Adamın arkasındaki cam; iple aşağı doğru sarkan üniformalı adamların darbeleriyle parçalandı, herkes korkuyla çığlık atıp yere eğilirken ben düştüm.
Korkudan mı yoksa artık dayanacak gücüm mü kalmadı bilmiyordum. Düştüğüm yatağın dibinden yatağın altına doğru ittim bedenimi, kulaklarıma kapattım avuç içlerimi, küçüldüm. Kimse beni görmesin, bana zarar vermesin diye küçücük yaptım bedenimi. Yüzümü bacaklarıma bastırdım, gelen her sesi bastırmak için çok çabaladım ama boğuk boğuk da olsa duyuyordum. Ölü bir kadının yattığı yatağın altındaydım. O kadına değil kendime dua ediyordum. Bir ileri bir geri sallana vücudum yalvarıyordu.
Lütfen Sezen’in annesine bir şey olmasın…
Bir başına bana bir şey olmasında değildim. Tek isteğim Sezen’in annesiydi. Tek isteğim kader motifini bozmaktı. Sezen annesiz büyürse eğer… Bu düşünce sarsa sarsa ağlatmaya başladı beni. Sezen benim yaşadığımın birazını bile yaşamamalıydı. Ben bunca acıyı kızımın acısını da sırtladım diyerek normalleştireli otuz dokuz gün oldu. Bu kendimi kandırmak mıydı? Yetmemiş miydi? Benim yaşadıklarım yetmemiş miydi? Sezen’e de mi kalmıştı? Kalmasaydı… O daha kırk günlük bile değildi. Dünyanın en güzel babasına sahip diye annesinden olmamalıydı. Dünyanın en güzel babasının da bir sınırı vardı, dayanacağı bir sınırı vardı. Fetih…
Bir el bana uzandığında korkuyla çığlık attım. Azrail’le bana severek yaşamayı öğreten adamın elini ayırt edemedim. “Hayır hayır hayır…” dedi. “Hayır benim, Efsun.” Tırnaklarımı bedenine batırdım ama gözlerimi açmadım. Ağlayışım şiddetlendi, yüzümü yüzüne yasladığımda hangimizin yüzü daha ıslak ayırt bile edemedim. Beni bir ölünün altından çekip aldı, yaşamımın koynuna bastırdı. O kadar sesim çıkmaya başladı ki, odadaki tüm sesler yutuldu. Gözlerimi bir an olsun açmıyordum.
“Yok yok yok,” dedi, beni bağırıyordum, o bağırıyordu.
“Ölürüm ben sana,” dedi her bulduğu boşluğa sayısız öpücük konduruyor, bana ağlama demiyordu. Ağlamamı engellemeyeceğini bildiğinden değildi. Umurunda değildi. Ağlamam şimdi umurunda değildi. Atan kalbimle, nabzımla, akan kanımla baş başaydı. Ağlıyordu, nasıl ağlama diyecekti hem. Ağzından çıkan hırıltılı ses ağlayışının iziydi. “Ölürüm ben sana, ölürüm ben sana,” dedi arka arkaya. Ben aklımı kaçırmış gibi ağlıyor, o aklını kaçırmış gibi öpüp kokluyordu beni.
Dik tutamadığım başımı avuçlarının içinde tuttu, gözlerimi biraz aralamak istedim ama yapamadım. “Allah’ım sana şükürler olsun,” nefeslerimiz iki dudağımız arasında birleşti. Kimin ayırt edemiyordum. Yerde benimle çöktüğü yerde, ağıt yakar gibi Allah’a şükrediyordu. Ağıtlar yalnızca ölümlere yakılmazdı. Ağıtlar ölümün kıyısından dönenlere de yakılırdı. Kaç kere şükretti, kaç ağıt yaktı, kaç kere varlığımı beni sarsarak hissetti bilmiyordum.
Fetih’e bir el dokundu “Kardeşim,” dedi. Bu sesi tanıyor ama çıkaramıyordum. “Kaldıralım Efsun’u. Fetih çıkalım buradan, hadi kardeşim.”
O el bana da uzanmaya çalıştı ama Fetih elini siper etti. “Hayır hayır dokunmayın,” dedi. “Dokunmayın ona,” diye tekrar etti. Gözlerim tamamen kapanmamıştı ama bilincim neredeyse kapalıydı. Parmağımı bile oynatamıyordum. Kendinde o gücü nasıl buldu bilmem, o çöküşten nasıl kucağında benle doğruldu bilmem boynuna bastırdım yüzümü. İnsanlar onu yönlendirdi, merdiven indi, bir odaya girdi. Bedenimi yatağa bıraktı ama ellerini çekmedi üstümden. Zafer’in kan çanağına dönmüş gözlerini değdi bir an bakışlarım. “Efsun ben çok özü…”
“Zafer dur, Allah aşkına dur.” Benim cevap verecek takatim yoktu ama Fetih konuşabildi. “Dur kurban olayım, dur.” Kolumdaki kumaşı sıyırdı Fetih, hemşirenin tansiyon aletini takmasına yardım etti. “Otuz dokuz gün önce doğum yaptı.” Ağlayışının şiddeti ya tamamen azaldı ama bitmedi, hâlâ ağlıyordu. Kolunu tutmuştum sıkıca. “Kanaması oldu doğumda. Toparlamaya başladı kendini…” buna benzer o kadar çok cümle kurdu ki “Fetih!” diye bir ses yükseldi odada. Elif Hoca bağırmayana kadar odada olduğunu farkında bile değildim.
“Efsun iyi! Beni duyuyor musun? Efsun iyi! Kendine gel! Bana bak, bak bana!” Fetih’in kollarından tutup sarstığını gördüm. “Biliyorum, 40 gün önce doğumda ben de vardım. Efsun iyi, bak bana Fetih!”
Bu cümleler öylesine haykırıldı ki, kendimden ilk kez geçtim ve Fetih’e baktım. Nefes nefese Elif Hoca’ya bakıyordu. Yüzünün yarısını görmek bile bedenimdeki her organın yarısının iflasını verdirebilirdi. Bana yüzünü dönse öleceğimi sanacaktım yine. Ağlıyordu. “Git bir elini yüzünü yıka. Sen yardım et, Zafer miydi? Elini yüzünü yıkasın. Ben Efsun’un yanında bekliyorum. Hadi Fetih.”
Fetih itiraz edecek oldu da Elif Hoca izin vermedi. “Git elini yüzünü yıka Fetih! Hadi!” dedi. Benim görmeye korktuğumla yüz yüzeydi. Bir yabancıyı böylesine etkileyen yüz, biliyordum beni öldürürdü. Tırnaklarımı derisinden ayırdım, elimi gevşettim. Ona git diyemedim ama o anlardı ne söylemek istediğimi. Elini tümüyle bıraktığımda elime baktı. Başını yere doğru eğip ellerinin arasına aldı. Yerinden doğruldu, kalktı gitti. Elif Hoca yatağın dibinde diz çöktü, herkes gibi onun da kirpikleri ıslaktı. Saçlarıma dokundu “Ne yaşadığını tahmin bile edemiyorum,” dedi. Dudaklarım aşağı doğru büzüldü, “Ama yaşıyorsun ve sizin bir kızınız var.”
Sezen…
Sezen’in bana ağladığı gibi ağlamaya başladım.
“Dik durmanız gerekiyor. Hadi güzel kızım, hadi. Doğrul. Tansiyonun normal, bir bardak su iç.”
Gözlerimi yumdum. Sezen…
“Birkaç gün kendi köşenize çekilemezsiniz, sizin bir kızınız var Efsun. Ne yaşadığını tahmin bile edemiyorum ama yaşıyorsun. Şükürler olsun ki yaşıyorsun.”
Kalk Efsun. Sezen…
Bana elini uzattı, bir ölü gibi yattığım yatakta eline baktım. Sezen, Sezen, Sezen… O eli tuttum, sırtımı yataktan ayırdım zorlukla ve duvara yasladım. Bu güç Efsun’a ait değildi. Ben bu yataktan doğrulacak kadar kuvvetli olmadım ömrü hayatım boyunca, her neyse bunun adı onun yüzü suyu hürmetineydi. Yatakta oturur vaziyete geçtim, sırtımı ve başımı duvara bastırdım. Bir bardak su doldurdu ama bana uzatmadı kendisi içirdi.
“İstersen bir serum takalım, düşük dozda sa…”
“Hayır,” dedim kısık sesle. Ne uzun süreli bir serum ne de sütüme az da olsa karışabilecek bir şey istiyordum. “Vurulan doktor…”
“Müdahale ediliyor. Sen hiçbir şey düşünme,” dedi. Elimi tuttu, yanı başıma oturdu. Kapıya baktım, bir yüz yıkama değil on yüz yıkama kadar vakit geçti. O gelmeden yaşlarımı silmem lazımdı. Ellerimi yüzüme örttüm, tüm yüzümü yavaşça temizledim. Gözlerim yeniden karşıyı gördüğü an onu gördüm, hiç anlaşmadan o da ellerini yüzüne kapatmış, gözlerini siliyordu. Neredeyse aynı anda göz göze geldik, ben başaramadım ama o gülümseyebildi bana. Aramızdaki mesafeyi o adımlarıyla ben ellerimle aştım. Kollarımı beline doladığım an karnına sarıldım. Elleri tüm başımı kavradı “Tamam,” dedi. Ağlamıyordu artık. “Tamam geçti benim güzel karım, tamam buradayım.”
On kez yüz yıkanacak vakit değil, Fetih’in kendini sarsacağı kadar vakit geçirmişti. “Fetih, Sezen…”
“Güvenli yerde, annesini bekliyor. Ona dedim ki anneni alıp geliyorum.”
Ben onun gibi ağlayışımı durduramıyordum. Gömleğinin bir tarafı ıslanmaya başladı. “Babalar yalan söylemez,” dedim.
“Asla.”
“Sözlerini tutarlar.”
“Her zaman.”
“Kızımızın yanına gidelim Fetih.”
“Çok özlemiştir zaten annesini.”
“Çok özlemiştir.”
“Fetih…” adı ağzımdan acı dolu bir iniltiyle döküldü. Hiçbir şey söylemedi, ağlamama izin verdi. Odadaki herkes benimle beraber ağlıyordu biliyordum. İnsanlar arkalarını dönüyordu, bizden kaçıyordu, gözyaşlarını gizliyordu ama herkesi görüyordum.
“İyi mi?” dedi Elif Hoca’ya.
“Eve götürmek istiyorsan her şey yolunda, korkacağın hiçbir şey yok.”
İyi diyemedi… “Sezen acıkmıştır.”
“Tamam gidin, bir şey olursa beni ara tamam mı? Bana bak,” dedi ama bana değil tümüyle Fetih’e seslendi. Hep Fetih’i kızdırırdı inceden inceye sonra bana bakıp ‘seninki kızdırmak da dünyanın en kolay işi’ derdi. Öyleydi de zaten. Fetih temasını bitirmeden Elif Hoca’ya döndü. “Senin de tansiyonunu ölçelim.”
“Tansiyonum normal.”
“Fetih araba kullanacaksın, tansiyonunu ölçelim gel.”
Kalbim daha fazlası varmış gibi korkuyla attı. Yere ayak basmaya kalkıştım. “Fetih,” dedim. Yatağın kenarına bırakılmış tansiyon aletini aldım ama Elif Hoca izin vermeden alıkoydu. “Otur Fetih, Efsun’un yanına. Hadi. Çok kısa sürecek.”
Elini tutmuş elim koluna tırmandı, yanıma çektim onu. Gömleğinin kolunu sıyırdım. Elif Hoca aleti koluna taktı ve ibreye baktı. Bedeni helak olmuş halde nefes alıyordu. Omuzları çökmüş, gözleri bitik, bedeni tükenmişti. O da ibreyi izliyordu, gözleri bir an sulandı ama ağlamadı. Tansiyon sonucuna baktığımızda hepimiz ifadesizce sustuk. “Tamam,” dedi Elif Hoca. Fetih’in tansiyonu adına en azından her şey normaldi. “Bana bakın,” dedi, ikimizin arasında gidip geliyordu gözleri. “Sizin bakımınıza, size muhtaç kırk günlük bir bebeğiniz var.”
Nasıl gözüküyorduk da bu uyarı bize defalarca kez gelmişti bilmiyordum. “Daha kırk günlük.”
Otuz dokuz…
Bu düzeltme beni yeniden ağlatmaya başladı. Kayıp içime el pençe geçirmişti, kanını durduramıyordum. El basamıyordum, elim de kanıyordu. Fetih’ten yardım isteyemiyordum, Fetih de kanıyordu. Fetih başını salladı, yerinden doğruldu. “Gel Efsun,” dedi. Beni kucağına almaya kalkıştı izin vermedim ama o da izin vermedi. “Gel buraya, gel,” dedi ve beni kucakladı. Asansöre bindik, aşağıda bizi bekleyen, Fetih’in adını zikreden birkaç kişi vardı. Arabayı Fetih kullanmadı, arka koltuğa oturduk ikimiz de. Dizlerine yatırdı beni, tıpkı seneler önceki gibi. Yine ağlıyordum, o zaman ölmediğim için lanetler ediyordum şimdiyse ölmediğim için şükrediyordum. Fetih yine saçlarımı okşuyordu, yine öpüyordu şakaklarımdan.
Yol uzadıkça uzadı, bitmedi. Binlerce duyguya girdik. Sessizliğe gömüldük, sessiz gözyaşlarımız konuştu, birbirimizi öpüp kokladık, kızımızın adını dillendirdik. Gözlerimizi kapattık, birbirimizin teninde dinlendik. Fetih alnını başıma yasladı, şükretti, dua etti, feryat etti. Evimize vardığımızda kapımız açıldı, Fetih indi ve elini bana uzattı. Beni bu kez kucaklamaya çalışmadı çünkü kucaklaması gereken başka bir bebeği vardı. Üstelik o istese bile yürüyemiyordu. Hızla yan komşunun evine girdi, neredeyse koşar adımdı. Gitmedim, kimse beni o halde görsün, sorular sorsun istemiyordum. Kızımı ve babasını bekledim. Fetih de her soruyu duymazdan gelmiş olacak ki bu kadar çabuk geldi. Bedenleri görmeden Sezen’in ağlayış sesini duydum.
Sezen’i yeniden gördüğüm için içimde tüm hastalıkları iyileştirecek bir mutluluk doğdu, Sezen’in ağlayışı bile olsa sesini duymak o mutluluğu tüm hücrelerime dağıttı. Yüzünü görmem yetti onun gibi ağlamama. Kimse bilmedi ama bu tümüyle mutluluktan bir ağlamaydı. Kızım böyle için için, yüzü kızarana kadar ve beni her seferinde kahredecek kadar ağlarken ben sesini duyduğum için ağladım. “Getirdim anneni kızım,” dedi Fetih. “Ağlama bak, getirdim anneni.”
Fetih, hiç beklemeden Sezen’i kucağıma bıraktı. Sıkıca tuttum, bize açılan her kapıdan geçtim. Sezen, durmadan ağlıyor, sesi tüm evi inletiyordu. Yine onu ilk doğurduğum günlerdeki telaşa ve duygu karmaşasına kapıldım. Bu son bir haftadır ciddi anlamda azalmıştı, tek bir şey hissediyor ve ona odaklanıyordum ama yine kaybettim o metaneti. Sezen çatlayana kadar ağlıyorken o şükürle yarıştı onu susturma isteği.
Sezen’in kırkıncı gününü görebilecektim. Şimdi kucağımdaydı, annesi ona ninni söyleyecekti ve Sezen ağlamayacaktı. Sesimi bulamadım birkaç kez. Ağlamaktan nefesimi kontrol edemiyordum. Fetih bana nefes oldu, “Mır mır mır,” dedi nahif bir sesle. Zorlukla devam ettim. “kedi gelmiş,”
“Hav hav hav köpek gelmiş
Bebeğimin uykusu çabucak gelivermiş.”
Nefesimin yetmediği yerde daha çok sesini yükseltiyordu.
“Cik cik cik kuşlar gelmiş
Zıp zıp zıp tavşan gelmiş
Bebeğimin uykusu çabucak gelivermiş.”
Hıçkırıklarım durdu, gözyaşlarım sürdü. Gövdem Fetih’e yaslı olmasa devrilirdim. O tutuyordu beni.
“Fil gelmiş, aslan gelmiş
Vak vak vak ördek gelmiş
Bebeğimin uykusu çabucak gelivermiş.”
Sezen yavaş yavaş sakinleşti. Önce sesli ağlamayı bıraktı. İkinci tekrarda iç geçirmeye başladı. Üçüncü tekrarda nefesleri düzene girdi.
“Tüm hayvanlar toplanmış
Ona şarkı söylemiş
Bebeğimin uykusu çabucak gelivermiş.”
Sezen’in uyukladığı yerde başımı başına yasladım. Ninniyi söylemeye devam ettim. Defalarca. Mır mır mır kedi gelmiş… Dengemi kaybettim. Hav hav hav köpek gelmiş… Ölecektim. Kızımın kırkıncı gününü bile göremeyecektim. Ölecektim Fetih’i bırakıp gidecektim. Fetih Sezen’i kucağımdan aldığında kollarım bitkince düştü aşağı doğru. Oturmak istedim ama başım dönüyordu. Kucaklandım, sıkıca tutundum Fetih’e. Ne güçlüydü, Allah’ım ne güçlüydü.
Yatağa değil duşun altına soktu beni suyu açtı kıyafetlerimi çıkarmadan. “Cik cik cik kuşlar gelmiş,” dedim. Fetih bu kez benden hızlı davrandı, dudakları titredi de ağlamaya başladı. Çenesine dokundum titrerken. Canım o kadar yanıyordu ki bu kez bize ninni okuyordum. “Zıp zıp zıp tavşan gelmiş.”
Bir o söyledi bir ben. Sırılsıklam olduk. Gözyaşlarımız su kadar aktı, doldurdu her yeri. Ninni başa sardı. Fetih dakikalarca öpüştü benimle. Hayatı boyunca beni affetmeyeceğini söyledi, ninni söyledim. Beni çok sevdiğini söyledi, ninniye devam ettim. Dakikalarca suyun altında kaldık. Dakikalarca ölmediğimizi birbirimize kanıtladık.
Mır mır mır kedi gelmişti…
Gözümüzün önünden akıp giden zamanlar Fetih’in bana doğru ucu bucağı olmayan bir şefkatle dolmasına sebep oldu. O dakikalar önceki kindarlığı bir kibrit gibi hızla tükendi, elini yanağımda hissettim ve gözlerimi yumdum. Sezen’i hissedebilmek için daha sıkı kucakladım, Fetih dudaklarını şakaklarımda gezdirdi. Saçlarımı çenesine sürttüm, “Benim güzel karım,” dedi öylece. İçinden sıraladığı şükürleri duyabiliyordum.
Bazı anlar tesirini kaybediyor ama unutulmuyordu. Artık hatırladığımda nefesim kesilmiyordu ama anımsamaktan da geri durmuyordu zihnim. O zaman bir çocuğum vardı, şimdi üç. Kaybın gölgesi çok büyümüştü. Sezen aramızdaki huzursuzluğu fark etti ve göz altlarımı kontrol etti. Bu onun gizlice ağlayıp ağlamadığımı kontrol etme davranışıydı ve bunu tam anlamıyla ben, kardeşlerine hamileyken kazanmıştı. Hiçbir şey Sezen’in hamileliğindeki gibi değildi. Sezen bana çok rahat bir hamilelik, çok zor bir doğum yaşatmıştı. Reşat ve Mustafa’ysa çok zor bir hamilelik ve Sezen’e oranla çok daha rahat bir doğum… İkiz olmalarına rağmen hem de. Hiçbir şey Sezen’in doğumunun önüne geçemiyordu. Biz kendimizi öylesine zoruna ayarlamıştık ki, geçirdiğim doğum beklentinin çok daha rahatında kalmıştı.
Fetih’in doğum yaklaştıkça iştahının kesildiğini, geceleri uyumadığını hatırlıyordum. Çünkü onun için ikiz olması, ilk günden beri Efsun doğumu nasıl atlatacak telaşı demekti. Ben bile Sezen büyüdükçe doğumu geride bırakabilmiştim ama Fetih bırakamamıştı. Ben o anları hayal meyal hatırlasam da her sahne onun zihninde daha kanlı canlıydı.
Sezen’in göz altlarımı kontrol eden elini yakaladım ve avuç içinden öptüm. Ağladığımı fark edince beni zor duruma sokmadan koynuma girerdi. Orada kalırdı, bazen babasına haber verirdi, o zamanlar gidip tam olarak ne söylüyor bilmiyordum. Babasıyla iyi bir ekip arkadaşıydı, ağlayışımı dindiriyorlardı. Ağlamadığım belli olsun diye yüzüne baktım ve gülümsedim. Gözündeki o telaş dağıldı ve o da minik dişlerini göstere göstere gülümsedi.
“Ay Sezen! Biz senin yaptığın resme bakacaktık! Unuttuk Sezen! Hadi hemen bakalım, hadi, hadi, hadi!” onu tatlı bir telaşa düşürdüm, gözleri kocaman açıldı ve hemen fırladı kucağımdan.
“Ay anne anne anneeee!” dedi telaşla ve elbette ki üçledi. Babasının yanı başında duran pembe, küçük sırt çantasını aldı ve içinden dosyasını çıkardı. Evet her şeyi düzenli bir şekilde ona aldığımız dosyanın içinde tutardı. Babası kılıklı! Ben bile çantama sıkıştırıyordum! Ben bazen, çantamın içinde cebelleşirken Fetih’in beni örnek almadın kızını örnek al bari! diye kızdığı olurdu. Sezen’in onlarca renkli kalemi, süslü defterleri, birbirinden güzel eşyaları vardı. Buraya kadar bendi. Fetih bazen ona yeni kalemler alırken bana da alırdı, çünkü ben Sezen’e aldığım şeyi çok beğendiysem kendime de alırdım mutlaka. Bunca şeyi küçük yaşına rağmen bir düzende tutması, her şeyi işi bitince yerine koyması, uykulu bile olsa oyuncaklarını, kalemlerini toplamadan yatmaması da kesinlikle Fetih’ti. Tekrar söylüyordum;
Sezen bizim ilk göz ağrımız değildi, Sezen benim ve Fetih’in ortak kalbiydi.
Dosyasından bir kâğıt çıkardı. Arkasında Fetih’in olduğu belli olan yazılar vardı. Kalemi eline aldığı günden beri, bu yaklaşık çarpık bir tutuşla bir yaşına kadar uzanıyordu, en sevdiği şey Fetih’in iş kağıtlarının arkasındaki ve önündeki boşluğu kullanmaktı. Defterleri vardı ama hiçbiri Fetih’in kağıtlarının yerini tutmuyordu. Büyüdükçe yapmaz desek de yapıyordu. Bazen çok önemli evrakları kullandığı olurdu. Fetih’in gözleri kapanır, birkaç saniye durur ve ona merakla bakan kızına zoraki gülümserdi. Çünkü bunu fark edişi Sezen’in yaptığı resmi ‘baba bak! Nasıl olmuş?’ diye sormasıyla olurdu. O kâğıt her ne olursa olsun o kısa göz yummasından sonra bir şey demezdi ve resim hakkında konuşurdu. Çünkü bir yerde hiçbir şey Sezen kadar kıymetli olamazdı.
Fetih’e baktım kafasını hafifçe eğmiş, çaktırmadan Sezen’in hangi kâğıdı kullandığına bakmaya çalışıyordu. “Sizin de eliniz kalem tutacak mı?” diye sordu bebeklerime. Önce Esat’ın sonra Mustafa Kemal’in avuç içinden öptü. “Tutacak mı bu eller kalem?”
Aslında tutuyorlardı ama kağıtları pek sevmezlerdi. Duvarlar, kapılar ve yüzleri onlar için daha idealdi. Hangi kâğıt olduğuna bakmayı bıraktı, sanırım önemli bir şey de değildi. Olsa da ne fark ederdi ki? Sezen’in kullandığı ve eline döktüğü mürekkeple parmak izlerini bastırdığı ilk kâğıt babası tarafından özenle saklanıyordu.
Sezen’in çizdiği resme baktık ilgiyle. Biz bakınca Reşat ve Mustafa da baktı, Sezen izlendiğini fark edince daha bir özenle anlattı. Kocaman bir masa çizmiş, masanın üzerinde kediler geziniyor, masanın etrafında çocuklar dolaşıyordu. Köşelere çizdiği panolardan anlayabiliyordum sınıfına benzer bir şeyleri çizmeye çalıştığını.
“Öğretmenim hayalinizdeki sınıfı çizin dedi, bak anne masamıza kocaman artık. Sınıftaki küçük küçük, ben sevmiyorum öyle.”
Sezen ve sevmeyişleri… Sezen ve beğenmeyişleri. Üç yaş sendromunda nükseden ve zaman zaman hâlâ süren bir durumda.
“Babaa muz neden sarı?”
“Muz neden mi sarı?”
“Evet baba niye yeşil değil?”
“Çünkü o şekilde yaratılmış. Yeşil renk elmaya, marula, salatalığa verilmiş. Muza sarı kalmış.”
Durur uzun uzun düşünür ve tatmin olmazdı. O çatık kaşlarını da hiç indirmeden küçük burnunu kırıştırırdı. Yok, derdi. Beğenmedim! Muzun sarısını, televizyona neden televizyon dendiğini, öğretmeninin neden babası gibi ev çizmediğini sorgular, verilen cevaplardan tatmin olmaz ve derdi ki;
Hııı beğenmedim!
“Sınıfa kedileri aldım anne bak, baba baba baba bak!” ikimiz de ayrı ayrı kedilere baktık. Evet bu durumdan çok şikayetçiydi. Sınıf kocamandı, bir sürü kedi sığardı, neden içeri girmelerine izin vermiyordu öğretmeni anlamıyordu. İnan ben de Sezen! Her yeri bahçemiz sanıyordu. Sezen’e göre uygun bir yer varsa orası sokak hayvanlarına verilmeliydi, boş kalmasının bir anlamı yoktu.
“Bu öğretmenim, bu ben, bu Atlas Ege,” dedi ve tek tek çizdiklerini gösterdi. Buraya kadar her şey normaldi, hiç kimsenin dikkatini hiçbir şey çekmedi. “Burası benim sandalyem, burası Atlas’ın sandalyesi.”
Sezen lütfen, o ismi üçleme kızım… Lütfen.
Fetih’le kısa bir an göz göze geldik ama hemen kaçtım bundan. Bakışlarına daha fazla maruz kalmak istemedim. Halasından hallice olan saçlarına yasladım yanağımı, Fetih’in ilgisi arttı ve resimdeki panolardan birini gösterdi. “Bunlar pano mu?” dedi. Normal panolar gibi dikdörtgen değildi, bulut şeklindeydi.
“Evet baba baaak. Bulut, yıldız, çiçek, araba şeklinde. Sınıftakiler ııı…” dedi ve burnunu kırıştırdı yine. “Beğenmedim. Bunlar baaak böyle. Çiçek pano benim, araba pano Atlas’ııın,” dedi ve üçledi. Uzata uzata, çocuğun ismini çekiştire çekiştire üçledi. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kısa bir an gözlerimi yumdum. Aramızda kısa ama derin bir sessizlik oluştu. Gözlerimi açmak ve Fetih’e maruz kalmak istemiyordum. Fark etti bunu ve Sezen’e yöneltti sorularını.
“Bu sandalye kimin kızım?”
“Öğretmenimin.”
“Peki bu?”
“Beniiim.”
“Bu ya?”
“Atlas’ın,” dedi Sezen. Aslında en sevdiği arkadaşının Eda olduğunu biliyordum ama zaman zaman değişirdi bu. Sezen uzun süreli biriyle daha iyi vakit geçirir, oyun oynarsa en sevdiği arkadaşı o olurdu. İsim değişikliğine alışıktık ama Sezen genelde kız arkadaşlarıyla daha çok anlaşırdı, onlarla vakit geçirmekten daha çok hoşlanırdı. Bu yaş aralığında olağan olan buydu çünkü çevresinde ilgi alanları ona en çok benzeyen kişileri tutmak isterdi çocuklar ama bu değildi ki karşı cinsle de çok iyi anlaşmasınlar. Demek ki bu aralar Atlas’la çok iyi anlaşıyordu.
“Peki diğerleri nereye oturacak?” diye sordu Fetih. “Sonuçta sınıfta başka arkadaşların da var.”
Gözlerimi açtım ve Sezen’in kâğıt üzerinde dolaşan minik parmak uçlarını izledim. Tamam Fetih, aklı başında bir adamdı. Kaldı ki böyle saçma ve komik durumlara düşürmezdi kendini. İki tane küçük çocuktan, oyun arkadaşından bahsediyorduk. Sadece ilk tepkisinden çekinmiştim. Sezen çok hassastı ve sevdiği insanlar hakkında olumsuz bir ifadeye bile katlarca üzülebiliyordu.
“Immm,” diye mırıldandı, babasına hak verdi muhtemelen. “Daha bitmedi ki resmim! Buraya Eda oturur, buraya Alin, buraya Asel, buraya Lalin, buraya Eva,” dedi ve bütün kız arkadaşlarını yan yana sembolik olarak oturttu. “Buraya Teo, buraya Aytunç, buraya Batın, buraya da İlbars oturur. Olur mu baba?” dedi ve babasına baktı. Fetih tek tek parmaklarıyla dokunduğu yerlere bakıyordu.
“Kızım senin sınıfında hiç Ali, Mustafa, Ayşe, Fatma isminde arkadaşın yok mu?”
Fetih’in şaşkınca kurduğu cümleye mi yoksa Mustafa’nın babasının ona seslendiğini sanıp babasına hızla dönmesine mi güleyim bilemedim. “Oy sana kurban olurum!” dedim ve oğlumun yüzünü kavradım. İsmine duyarlı olması bu yaşında bile hâlâ hoşuma gidiyordu. “Kurban olsun annen sana, baban sana seslenmedi oğlum!” Fetih’in kucağına doğru uzandım, yanaklarını ısırmamak için dişlerimi sıka sıka öptüm. Yüzü avuçlarımın içinde ezilip büzüldü, hiç vakit kaybetmeden Reşat’ı da sarıp sarmaladım.
“Benim yakışıklı oğlum, küçük prensim benim! Oh! Ne güzel doğurmuşum sizi.”
Bu sevgi atağıydı, aniden nüksediyordu, ortam fark etmeksizin dışa vuruyordum. İçimdeki sevgi bedenimin yanında büyük kalıyordu, sığmıyor, sıkışmıyor, katlanmıyor, kesilip biçilmiyordu. Sezen’i göğsüme bastırdım “İyi ki doğurmuşum sizi!” dedim bilmem kaçıncı kez. Bu dünyada çoğu şeyden en az bir kez de olsa pişman olmuşluğum vardı. Çok değil az önce okuduğum haberin yaşandığı gün doktor olduğuma pişman olmuştum mesela, belki bir kerelik ama olmuştum işte. Aldığım neredeyse her karar beni bir kez de olsa pişman etmişti. İki şey hariç.
Biri tümüyle Fetih ve ona dair her şeydi, bir diğeri üç minik bebeğimdi. Konu öylesine tatlı bir şekilde dağıldı sandım ki ben, Fetih yeniden resme dönüp bir şeyler sormak istediğinde yeniden müdahale ettim.
“Sezen! Sen evdeyken bana bir şey söylemiştin hatırlıyor musun? Babana söyleyelim demiştik,” Sezen minik çenesini doğrulttu ve düşünceli gözleriyle bana baktı. Çok geçmedi o ışıltıyı gördüm bakışlarında. “Baba baba baba!” dedi ellerini çırparak ve ben resmi usulca aldım elimden. Sonsuza kadar konunun kapandığını umuyordu ve Fetih’in beni izlediğini de biliyordum. “Benim canım dün ne çekti biliyor musun?” dedi ve kollarını iki yana açtı. Bu hissettiği şeyin büyüklüğünü anlatma yöntemiydi. Acısını da mutluluğunu da bu boyutta anlatırdı.
“Ne çekti güzelliğim?”
“Şuşi!”
Küçük ağzı henüz suşi diyemiyordu ama canı çekebiliyordu. “Baba bana şuşi yapsın,” diye daha açık bir dille dillendirdi. Fetih’e baktım, ben söylesem mırın kırın ederdi. Böyle bir yemeğin dünya üzerinde var olmasından bile hoşlanmıyordu kendisi. Tabi söz konusu Fetih Karadere’nin biricik kızı Sezen Karadere olunca aldığımız tepki de mırın kırınlarla başlamadı. Kızına baktı ve önce, sıcak bir tebessümle kızına baktı. Beyefendi zaten ancak eşi hoşuna gitmeyen şeyler isteyince konuşsun… Fetih… Fetih Karadere.
“Sezen… Kars’a büyükannenin yanına gidiyoruz,” dedi kısık sesle. Evet Fetih’in suşi yapmayı bilmesi, Sezen ifşalamadığı sürece bizim ailemiz arasında bir sırdı. “Eminim o bir sürü yemek hazırlamıştır bizim için. Kaz yemey…” ardı ardına öksürdüm ve cümlesini tamamlamasının önüne geçtim. Sezen için kaz yeme fikri korkunçtu. Bunu nasıl dile getirebilirdi? Kaz etini önüne koyarsanız ne olduğunu bilmeden afiyetle yerdi ama onun bir kaza ait olduğunu anlarsa ağır depresyona bile sürüklenebilirdi. Eti seviyordu ama o etin nasıl elde edildiğini bilmiyordu, sorguladığında da babasının et ağaçları var kızım, dediğini biliyordum. Bir gün bu yalan çok korkunç bir şekilde ortaya çıkacaktı ve baba kız arasında büyük bir dehşet yaşanacaktı.
Göz göze geldiğimizde kaşlarımı kaldırdım hızla. Evet kızına kütüğünü hatırlatmak için çabalıyordu belki ama bu kaz yemekle anlatılamazdı. Ki zaten Sezen babasının kütüğünü yaşatan bir çocuktu. Minik parmak uçlarıyla yediği yemeklerin üzerine isot serpiştirirdi, kelle paça çorbasını severdi, sebze yemeklerini etli yemeye bayılırdı. Babasının kıramadığı, zeytinyağlı yemeğin içine et girmez kuralını küçücük bedeniyle yıkıp geçmişti. Artık evde sebzeli yemekler etli yapılırdı. Etli enginar yemeğine en sevdiği yemeklerden biriydi. Üstü kıymalı tarhana, bol sebzeli kavurma et ve daha fazlası… Ben de ek gıdaya geçerken bunların olacağını sanmıyordum, öyle ki Fetih de. Hatta ikimiz de Ege mutfağının baskın olacağını düşünürdük. Sezen benim yüzümü kara çıkarmıştı.
“Kars’ta büyükannen bir sürü yemek yapmıştır. Onları yemezsek çok üzülür.”
“Tamam onlardan da yerim ki. Hem büyükannem de şuşi yer!”
Fetih’le Sezen’in saçları üzerinden birbirimize baktık. Kesinlikle kızım! Yedi göbek Urfa’lı olan soyunun yaşayan en büyük üyesi suşiyi soya sosuna bandırıp bandırıp yer!
“Sen onlara hiç şuşi yaptın mı?” diye sordu merakla.
“Ben sadece annene ve sana yapıyorum.”
“Onlara da yapalım,” dedi ve benden yardım istemek için yüzüme dokundu. Israrına katılmamı istiyordu. Kulağına doğru eğildim ve “Bence bu bize özel kalmalı,” diye fısıldadım. “Baban hayatı boyunca bir tek bize suşi yapsın, bizden başka kimseye yapmasın.”
“Neden ki?”
“Çünkü baban bunu yapmayı bizim için öğrenmişti. Biz sana hiç ilk suşi yapışını anlattık mı?” diye sordum. Madem uçağımız rötar yemişti, yapabileceğimiz en güzel şey Sezen’e geçmişe dair günlerimizden bahsetmekti. Dinlemeyi çok seviyordu, onu anlıyordum. Ben de dinlemeyi çok severdim küçükken.
Başını iki yana salladı ve tüm duyularını bize doğru açtı. “Sen doğalı daha kırk gün olmuştu ve biz bir süreliğine Edirne’de yaşamaya karar vermiştik.”
“Edirne miii?” soru ekini heyecanla uzattı. Edirne’yi severdi, bazı hafta sonlarını o bahçeli evimizde geçirmeyi, orada yemek yemeyi, sakin sokaklarında dolaşmayı, bol tahinli Hayrabolu tatlısını, bahçede onun için inşa ettiğimiz küçük oyuncak evini, bademli kurabiyelerini ve Edirne’ye ait çoğu şeyi severdi. Edirne onun yorgunluk durağıydı. Bazen sessizlik istediğinde, okul onu yorduğunda ya da tümüyle sadece bizimle vakit geçirmek istediğinde koynumuza girer ve Edirne’ye gidelim mi, diye sorardı. Hafta sonu kaçamaklarımız olurdu o şehir.
Fetih’e baktım. O günlere atıf yapmamızdan çok hoşlanmıyordu sanırım, üstelik bugün biraz dozunu kaçırmıştık sanırım ama bilmeliydi o dönemlere ait en güzel anılarımız Edirne günlerimize aitti. Sezen bizi dinliyor, masallarla büyüyen kızım anlattıklarımızı kolaylıkla canlandırıyordu ama yine de ben ve babası gibi o anları yeniden yaşamıyordu.
Çünkü henüz kırk günlüktü.
Bazı rüyaların tesiri ne kadar büyük olsa da, bizi derin bir uykudan korkuyla uyandırsa da hafızamıza yalnızca yarım dakika kadar ancak tutunurlardı. Korkuyla, yerimden titreyerek beni uykumdan uyandıran rüyayı saniyeler içinde unuttum ama korkusu bedenimde baki kaldı.
“Sezen,” dedim fısıltıyla. Bir yumak gibi karışmış zihnim, berrak değildi, aksine karman çorbandı. O yüzden rüya ve gerçek ayrımı karıştı. Dün yaşadıklarımın bir rüya değil gerçek olduğunu hatırladım, korkuyla küçüldüm yerimde, yataktaki ve beşikteki boşluğa baktım. Dün ölüme ne kadar yaklaştığım, bir rüya değildi ve çok kötü bir günün ardından uyandığımız ilk an, bunun gerçek olduğuyla çok çirkin bir şekilde çarpışırdık.
Dün ölecektim ve Sezen bugün tam kırk günlüktü.
Yataktan doğruldum ve Sezen’in beşiğine baktım. Yoktu, babası da yoktu ama bu beni yine de huzursuz etti. “Fetih,” diye seslendim banyo kapısına doğru ama karşılık alamadım. Odanın kapı girişinde gri orta boy bir valiz dik duruyordu. Hali hazırda çok geç uyumuştum ve uyumadan önce Sezen’i emzirmiştim. Henüz acıkmaması muhtemeldi ama neredeydi?
Dün ölecektim ve bugün Sezen’in kırkına şahit olmayacaktım.
Ayağıma bir şey giymeden hızla çıktım odamızdan, hızlı hızlı merdivenleri inmeye başladım. Bir ses duymayana kadar da yavaşlamadı adımlarım.
“Peynir de koyalım,”
Fetih’ti. Durmadım ama düşecek kadar koşmadım da.
“Annen tulum peyniri sever biliyor musun?”
Uzun uzun bir mırıltı duyduğumda daha da yavaşladım. Biliyordum merdivenlerin sonuna geldiğimde köşeye çökecektim çünkü Sezen’in sesini duymak bile kalbimin üstüne korkunç bir gerçeği yapıştırdı.
Dün ölecektim ve Sezen’in kırkını bile görmeyecektim.
“Artık biliyorsun. Baban da Siverek peyniri sever. Annene o biraz ağır geliyor, sen hangisini seveceksin acaba. Koklamak ister misin?”
Merdivenlerin dibine vardım ve çöktüm. “Bu tulum, bu da Urfa’nın. İkimiz de asimile olmadık diye bilmem şanslı mısın şansız mısın?” öptü, öperken nasıl kokladığını görmeden izledim. “Ha kızım?”
Sezen duyduğu cümlelere tepki verdi, bir yerde hapşırınca başımı kaldırdım dizlerimden.
Çok yaşa benim güzel kızım, çok yaşa, güzel yaşa…
“Kurban olurum ben sana, çok yaşa. Çok yaşa hapşırdın mı sen?”
Bensiz öpüp kokluyordu, bu haksızlık değildi ama büyük kayıptı. Kalktım çöktüğüm yerden, Fetih’in beni görmeden kurduğu son cümleyi duydum ve gittim yanlarına.
“Allah benim ömrümden alsın annenle sana versin.”
Mutfağa adım atan bedenimi ilk Sezen fark etti. Ağzındaki sesler büyüdü, babasının da dikkatini çekti ve Fetih kızının baktığı yere baktı. “Günaydın,” dedim.
Elindeki sandviç malzemelerini ahşap kesme tahtasının üzerine bıraktı. “Efsun,” dedi, artık bana ne zaman sesleniyor, ne zaman sadece adımı söylemek istiyor anlayabiliyorum. Sadece adımı söylemek istedi. Onlara yaklaştım ve ilk Sezen’in çenesine dokundum, saçlarını parmaklarımla tararken suratına birkaç buse kondurdum, kokusunu hapsedebildiğim kadar hapsettim içime.
Dün ölebilirdim ve Sezen’e, annemin bana annelik yaptığı kadar bile bakamayabilirdim.
“Kızım, günaydın,” dedim, gözlerini bana dikmiş, başka hiçbir yere bakmıyordu. “Günaydın bebeğim. Bu ne güzellik? Biz seni güzellik uykusuna mı yatırıyoruz her gece? Bu ne güzellik?” o başını kaldıramaz diye ben eğildim, yüzlerimizi eşitledim. Her yeni günde, biraz daha büyümüş oluyordu ve bu güzelliğinin sebebi de buydu. Biliyordum ama Sezen’e her şeyi masallaştırarak anlatmalıydık. Masallarla büyümeli, her şeyi kolaylıkla çizebilmeliydi zihninde.
“Bu,” dedi tepemizden babası. “Evet bu. Kırk gündür aradığım cevap buydu. Gerçekten, buydu,” dedi şaşkınca. Bir bilmece çözülmüş, koca bir soru işareti yok olmuştu adeta. Dün geceki yaşananlara değil tamamen Sezen’e odaklanmıştım. Çenesini kavramak istedi ama elleri o kadar kocaman kalıyordu ki tüm yüzünü avuçladı ve bana gösterdi. “Dün gece bu kadar güzel yatırmadık, daha az güzeldi, uyanana kadar böyle oldu.”
Başımı salladım hızlı hızlı, evet öyle olmuştu. Sezen üzerine binen ilgiyi takip ederken zorlanmaya başladı. Sadece beni görüyordu, babasının buselerinin geliş yönünü anlayamadı. Meltem teyze şapır şupur öpülmez bebekler diye uyarmış olsa da bizi dinleyen yoktu. Hep kucakta da taşınmaz da denmişti ama bunu da umursamıyorduk.
Sezen’e olan dokunuşlarımız ne zaman bana saptı bilmiyorum, kendimi doğrulmuş buldum, ellerim Fetih’in ensesinde birleşti, Fetih’in dudakları dudaklarımda gezindi ama sabit durmadı. Tek bir nokta onun için yetmiyordu. Üzerimdeki geceliğin yakasından geçirdi elini, boynumun üzerinde gezindi elleri. Sezen’den sebep bedenlerimizin arasında mesafe vardı ama Fetih’in sitemle, özlemle, şükürle yüzümde dolanan dudaklarına karşılık verdim.
“Efsun,” dedi.
“Hım.”
“Günaydın.”
“Günaydın.”
“Çocuklar mı uyandırdı seni?”
Başımı iki yana salladım. “Seslerini bile duymadım,” dedim.
“Uyardım çünkü ben onları, benim karımı uyandırmayın dedim. Yola çıkacağız uykusunu alsın dedim.”
“Yola mı çıkacağız?” Sezen’in tek gördüğü sadece karnım olmasın diye biraz geri çekildim ve masa üzerinde şişelere doldurulmuş portakal sularına baktım.
“Evet yola çıkacağız. Ben bize yolluk yaptım, senin sevdiğin gibi sandviç hazırladım. Yanına da portakal suyu. Sezen’in eşyalarını hazırladım, senin banyodaki eşyalarını aldım. Bir bizim valizlerimiz kaldı. Sen istersen Sezen’i emz…”
“Fetih nereye gidiyoruz?” dedim telaşla. Gitme fikri beni neden bu kadar korkuttu bilmiyordum ama adeta bir adım geri gittim ve yaptığı hazırlıklara baktım.
“Edirne’ye. Bir süre. Uzunca bir süre. Ya da sen istersen başka yer de olur. Başka şehir, başka ülke. Hiç fark etmez. Uzaklaşacağımız her yer olur. Varsa isted…”
“Neden?” dedim, bakışlarındaki tedirginliği görebiliyordum. Bana korkarak bakıyordu. Tepkimden değil, halimden korkuyordu. “Fetih ben…” dedim ve Sezen’e baktım. “İyi olacağım. Şimdi her şey çok taze diye…”
“Efsun gidelim,” dedi ısrarla. “Gidelim Efsun. Biraz gidelim. Bu şehirden, bu alandan bir çıkalım. Gidelim,” dedi. Bu sadece benim için hissettiği bir ihtiyaç değildi sanki. Kendisi için de hissediyordu. “İnsanlar gelip gitmek istiyor. Gelip görmek ne Efsun? Bir şey olmuş gibi,” dedi dehşetle. Dünden beri telefonum ondaydı, arayan herkesle o konuşuyordu. Telefonu vermiyordu, ben de istemiyordum. Aklında beliren şey neydi biliyordum. Bu ona, bir taziye evini hatırlatıyordu.
“Gidelim, kimse kapımızı çalmasın, bu şehirde de durmayalım. Sezen’i de bizi de uzaklaştıralım. Edirne olmak zorunda değil. İnan değil. Başka istediğin bir yer varsa heme…”
“Edirne olur,” dedim. Bu karar benim ihtiyaçlarıma göre alınmadıysa, ortak bir zaruriyetse, gitmeliydik. “Tamam Edirne olur. Hem oradaki evimizi de görür Sezen.”
Onu reddetmemden, hayır dememden, gidişimizi engellememden çok korkmuştu. Gözlerinin için parıldadı, verdiği ilk tepki dudaklarıma tutunmak oldu. Sezen aramıza elleriyle girmeyene kadar da kopmadı birbirinden. Sezen’in minik eli karnımın üzerine tutundu, ikimiz de kafamızı ona eğdik. Ayaklarını karnımda beni nasıl tekmelediğini hatırlatmak ister gibi bir kendine çekiliyor bir ileri itiliyordu. “Annem,”
“Hemen gir aramıza.”
“Kurban olurum ben sana.”
“Ben yiyeceğim anneni, bir itirazın varsa söyle.”
“İyi ki doğurmuşum seni, gel anneciğim.”
“Bak paylaşmayı öğren Sezen.”
Fetih’in kucağından benim kucağıma yerleşti. O bebek kokusu buram buram doldu burnuma. Sezen’in bu kokusunu nasıl saklayacaktım, nasıl seneler sonra da alacaktım bir yolu olmalıydı? Bu kokuyu kaybetmemeliydim. “Acıktın mı kızım sen? Bakayım göbüşüne?” kulağımı göbeğine yaklaştırdım ve çok büyük sesler duymuş gibi abartılı tepkiler verdim. Yüzüne otuz iki diş gülümsüyordum çünkü dün geceki görüntümü silmek istiyordum. Kızıma o ninniyi yeniden söyleyecektim, ağlarken değil gülerken. O sesimi de hatırlasın istemiyordum.
“Sen emzirirken ben yukarıdaki eşyalarımızı toplayayım,” dedi ve ben oturup emzirmeye başlayana kadar rahatımı kurabildim mi diye baktı. Oturma odasında rahat bir koltuğa yerleştim. Sezen emmeye başlayınca Fetih ayrıldı yanımızdan, kızımla baş başa kaldım. Şimdiye kadar hiçbir anne bebeği emzirirken bebeğiyle göz bağı kurmanın nasıl bir his olduğundan bahsetmemişti. Sezen gözlerini asla kapatsın istemiyordum. Bana baksın, birbirimizi izleyelim istiyordum. Yudum yudum sütünü içerken bir kez olsun gözlerini kırpıştırmıyordu. Ben nasıl düşüncelere dalınca irice açardım gözlerimi o da beni emerken aynı şeyi yapar alık alık yüzüme bakardı.
Saçlarımı arkama atıp yüzünde ulaşabildiğim her noktaya buseler kondurdum. Yüzüm her yüzüne yaklaştığında yumuyordu gözlerini. Sezen doğduğundan beri ezbere bildiğim duaların sayısı da artmıştı, ne bildiysem teker teker okudum üzerinde. Onu koruyacak, beni ondan ayırmayacak ne gerekiyorsa her şeyi her an yapmak için an kollayacaktım artık. Sabah daha erken uyanacaktım onu izlemek için, gece daha geç uyuyacaktım. Bir daha ağlarsa üzülmeyecektim. Bir daha ona yetemediğimi düşünüp kahretmeyecektim kendimi. Daha fazlasını yapmak için çabalayacaktım.
Ben onun annesiydim, her şeyin en güzelini ona sağlamak ve yaşamak zorundaydım. Yaşamak… Evet, en çok yaşamak zorundaydım. Benim de Fetih’in de yapması gereken en önemli şey onu bu hayatta yokluğumuzla sınamamaktı. Sezen için önceliğimiz bu olmalıydı. Geriye kalan her şey ondan sonra geliyordu. Uçaklarda havayı ilk kendimize vermek gibi, bir bebeğin annesi ve babası olmazsa o bebek nefessiz kaldığı an ona yardımcı olacak kimse de olmazdı. Ben bunu bilmiyor muydum? Benden çok bilen mi çıkarırdı?
Bu ne zaman geçecekti bilmiyorum ama Sezen’in yüzüne bakarken bunları düşünmek beni yine ağlattı. Tutamadım kendimi, ne zaman tutacaktım bilmiyordum ama henüz çok tazeydi diye ruhumu sıkıştırmıyordum. Bilirdim ki ağlamamak ağlamaktan daha kötüydü. Sütümü etkilemeyecek kadar bu acıyı yaşayacaktım. İçime gömersen, kendime de, eşime de, kızıma da günün birinde zarar olarak dönebilirdi.
Acıyla baş etmenin en etkili yolu acıyı kabullenmek, onunla cebelleşmemekti. Cebelleşilen acı sahibine düşman kesilir, onu ilk fırsatta katledilirdi. Kabullenilen acı, sahibi tarafından şefkat gördüğünü sanır; sahibinin onu kabullenerek yok ettiğini fark etmezdi.
Yaşadığım şeyden kaçmayacaktım, dün korkunç bir şey yaşamıştım ve bunu bastırarak değiştiremezdim. Benim bana ihtiyacı olan bir kızım vardı. Acımı evcilleştirip, onu ağırlaştırarak yaşamadan tüketmeliydim ki tükenen ben olmasaydım. Ve ben tükenirsem, Fetih yaşadığı korkuyu biraz bile hafifletmeyecekti üstünde bilirdim. Fetih için bunu başarmam lazımdı.
Gözyaşlarımı önce kızımdan sonra eşimden sakladım. Kirpiklerime kadar sildim öyle doğruldum. Sezen’i gövdeme yatırdım. “Şeftali! Eros!” diye seslendim ama tek yanıt veren Karabaş oldu. Hepimiz bir arabada ilk kez yolculuk yapacaktık. Kim nerede oturacak hiç bilmiyordum. Şeftali yolculuklardan hiç hoşlanmazdı, bunu biliyordum. Sezen nasıl karşılayacaktı bunu hiç deneyimlememiştim. Karabaş’ın evini de yanımızda götüreceğimiz için o rahat olurdu, Eros da bizi dinlerdi ama Sezen ve Şeftali için stres yapmamak elde değildi. Benim uzun sürede hazırlayacağım valizlerin Fetih sonuna yaklaşmıştı. Ne aldığını sormadım ne aldıysa onunla yetinirdim. Umurumda da değildi zaten hiçbir eşya. Sezen ve Fetih’ti önemli olan.
“Fetih bunu mutlaka al, dediğin bir şey var mı?”
“Yok,” dedim ve yatağımıza oturdum. “Çocukları nasıl yapacağız?”
“Eros yanımdaki koltukta olacak, Şeftali’yi baksa koyacağız arka koltukta sizinle olacak, Sezen bebek arabasında sen onların yanında…”
“Karabaş?”
“Onu da mı götürelim?”
Dehşetle ona baktım, beni izliyordu. “Fetih?!”
“Tamam bagaja atarım.”
“Fetih?!”
Yüzümdeki ifadeye gülümsediğinde işaret parmağımı ona salladım, “Bak!” dedim ve kızmak istedim ama olmadı. Bunları neden yaptığını çok iyi biliyordum, dün geceki halinden bir insan bu kadar hızlı çıkamazdı ama bu koruma içgüdüsünden yine de kurtulamıyordum. Olmuyordu. Geldi kızının ve benim dizimin dibine çöktü. İşaret parmağıma bir öpücük kondurdu.
“Baktım,” dedi. O işaret parmağı kavradı. “Baktım güzel karım,” dedi. Parmaklarımdan öptü. “Baktım sevgilim,” dedi avuç içimden öptü.
Yaşadığıma şükrediyordu.
“Ölürüm ben sana, baktım söyle.”
Parmağımı dudaklarının üzerine bastırdım. Acıyla inlemek istiyordum, Fetih’in bu istekte bulunması bundan sonra çok daha katlanılmazdı. “Öl me,” heceledim. Alnımı alnına yasladım. “Şöyle deme artık.”
“Ölürüm ama,” dedi inatla.
“Yaşa, yaşayalım…” kelimelerin gücüne benim kadar inanmıyordu ama bilmeliydi ki ölüm seste bile çok tehlikeliydi. “Lütfen, ağzımızdan çıkanlara artık dikkat edelim. Benim için ölme, yaşa. Lütfen Fetih bir daha deme öyle,” bu bir rica değildi, bu bir yalvarmaydı.
“Yaşarım sana.”
“Yaşa Fetih.” Elimi yanağına yerleştirdim ve okşadım usul usul.
“Yaşayalım.”
“Yaşayalım.”
Sezen’in kırk günlük olmasına rağmen bazı zamanlamaları korkunç derecede iyiydi. Şimdi biz böylesine korkunç bir çöküşteyken mırıltısını bu ana saklaması, sesten ibaret olan tepkilerini ‘yaşayalım’ şeklinde yorumlamamak işten değildi. İkimizin de dudağından aynı mırıltı döküldü ve kızımıza baktık.
“Evet,” dedim buğulu şekilde gülerek. “Evet kızım.”
“Yaşayalım ya, aferin benim kızıma. Gördün mü bak annesi, nasıl hemen olayı havada kapıyor?” Fetih’in dudakları Sezen’in avuç içine tam geliyordu. “Gazını çıkardın mı?”
“Henüz değil.”
“İzninle,” dedi ve Sezen’e uzandı. Büyük elleri benden daha iyi iş görüyordu bu konuda. Sezen’i çok daha çabuk kurtarıyordu gazından ve bundan büyük keyif alıyordu. Fetih beni gerisinde bırakmadı, önüne koydu da yürüdü. O kızının gazını çıkarırken ben diğer çocuklarımı hazırladım. Şeftali onu veterinere götüreceğimizi sanınca bana fazlasıyla zorluk çıkardı. Her tarafımı tırmalamak ve terör estirmek pahasına kaçtı benden. Fetih ona da çözüm buldu. Karabaş’a yaklaştı. “Sen evde bir tur at bakalım,” dedi ve kafesin ağzını açmaya çalıştığı an Şeftali’nin bedenini gafil avladım çünkü korkudan tüm dikkati dağıldı. Onu kucağıma alırken “Özür dilerim kızım,” diyebildim. Ben Fetih gibi yapamazdım, onu korkutamazdım. Şeftali’yi bu dünyada iki şey çok korkutuyordu. Biri kafesinden çıkmış Karabaş, diğeri elektrikli süpürge. Kedi baksının içine daha kolay yerleştirdim ve boşlukların arasında bana atabileceği en mazlum bakışı attı.
“Yemin ederim seni veterinere göndermiyorum,” dedim ama inanmadı, bir hapis mahkûmu gibi patisini o parmaklığa koydu. Bu, aç kapıyı demekti. Bana çok kinlenmişti, onu buradan çıkardığımda birkaç gün nefret edecekti benden. Kindardı… Evet bunun sebebini tahmin edebiliyordum.
“Fetih mevlit?”
“Kars’ta da Urfa’da da okutulacak.”
“Ya biz?”
“Biz de okutacağız gelince, yine gelir herkes.”
“Telefonum?” dedim bu kez.
“Efsun bir süre yok, ikimize de,” dedi. Bunu ben de neden bencilce kabul ediyordum bilmiyordum. Zeliha’ya, Burcu’ya, Meltem teyzeye, Ayşen’e ve iş arkadaşlarıma bunu neden yapıyordum bilmiyordum. Belki de biliyordum ki Fetih’in korktuğu şey olacaktı. “Durmadan çalıyor. Konuşmam gereken herkesle konuştum, iyi olduğunu söyledim. Bir telefon bekliyorum, onu alayım ben de bırakacağım bir köşeye. Yaralı doktor da yoğun bakımda, ben haber aldıkça sana söyleyeceğim. Tamam mı?”
Başımı salladım sadece. Bana o anı anlatırken yeniden yaşatmayacaksa tamamdım. Konuşmazdım. Fetih’in bahsettiği telefon çok beklemeden geldi. Sandviçlerimizi paketlemek için mutfağa ilerledim ben. “Kapının önünde mi? Tamam.”
Biri mi gelmişti? Arkamı dönüp ona baktım. Eliyle durmam için işaret yaptı. “Tamam geliyorum.” Sezen’in gövdesini kendi gövdesine yaslamış, karnına sarmıştı elini. İkisi de beni izliyordu. “Gel Efsun.”
“Kim geldi?”
Yanıt vermedi. Kapıya doğru yönlendirdi beni. Bahçede kimse yoktu. İçimden bir ses ya Zeliha’nın ya da Burcu’nun biz gitmeden ısrarla gelmeyi kabul ettirdiklerini söylüyordu.
Bahçe kapısına baktım. “Annen bana bir kez bir şey anlatmıştı,” dedi Fetih kızımıza. “Bir çocuk için fazla şımarıkça bir hayal ve istekti. Sonuçta ben memur çocuğuydum, demişti.”
Ne zaman söylemiştim bunları?
Bahçedeki kedilerimiz etrafımızda dolanmaya başladı. Onları çok özleyecektim. Her ne kadar her zaman mamaları suları verilecek olsa da biraz uzakta kalacaktık. Çıkmadan vedalaşmam gerekiyordu.
“Aslında o sanıyordu ki istediği şey sadece masraflı bir şey, halbuki daha küçük yaşta hayatı romantize etmeye başlamıştı muhtemelen. Gökyüzüne bakarak yolculuk yapmayı, başka hayaller kurmayı, bir de saçlarının uçuşmasını istiyordu arabayla bir yere giderken. Bir yerden bir yere gitmek demek, kapalı bir arabada yapılırken ona yeteri kadar özgürlük hissettirmiyordu. Bunları düşünürken çok sanma, 5 6 yaşındaydı. Senin annen böyle bir çocuktu.”
Kapının önünde de kimse yoktu. “Ben sana ne söyledim de sen bunları çıkardın? Hatırlamıyorum ben.”
“Laf arasında söylediğin çoğu şeyi hatırlamazsın sen, bense unutmam,” dedi ince bir kibirle. “Dün verecektim hediyemi, Sezen’in kırkı çıkmadan ama hayırlısı bugünmüş.”
“Ne hediyesi?”
“Biz de hanımdan hediye esirgenmez, hele de doğum yaptıysa.”
Cebinden bir anahtar çıkardı. “Kırmızı üstü açık bir arabamız olsun isterdim. Ne bileyim çocuk aklı, üstü olmayan bir arabaya binmek demek… Nasıl anlatabilirim ki sana? Böyle çok başka yolculuklar yapardım sanıyordum onunla. Üstü yok, kafanı kaldırıyorsun gökyüzü. Eşsiz geliyordu bana. Resim defterime çizdiğim hiçbir arabanın üstü yoktu. Neyse ki anne babamı darlamadım bu konuda. Bir çocuk için fazla şımarıkça bir hayal ve istekti. Sonuçta ben memur çocuğuydum, demiştin ya.”
Elle tutulur bir zaman önce, trafikteyken yanımızdan geçen üstü açık bir arabaya bakarken söylemiştim. Öyle ki tamamen laf arasında ne sohbetin öncesi ne de sonrası bu cümlelere aitti. Fetih’in yorumunu bile duymamıştım. Söyleyip geçmiştim. Anahtarı arkama doğru tuttu. “Hayırlı olsun, kazasız belasız kullan.”
Arkamı döndüm. Küçük bir Efsun vardı, bir sürü boya kalemi vardı ama istediği kırmızıyı arabasını boyarken hiç elde edemezdi. Olmazdı çünkü, fark etmiyordu ama asıl istediği karşısındaki parlaklıktı. Bu tonu parlaklığı sağlıyordu. Kalbim dünden sonra ilk kez heyecanla hızlandı, korktuğumu sandım. Duygularımı ayırt edemiyordum. Dudaklarım koptu birbirinden. “Fetih!” dedim hayretle. Çizdiğim resimlerdekinden daha güzeldi. “Benim mi bu?”
“Sen de hiç demiyorsun benim doğum hediyem nerede diye.”
Demiyordum çünkü doğum hediyesi… Ne bileyim? Bir hediye beklentim yoktu. Babası, Sezen doğar doğmaz söylemişti söyleyeceğini, en son orada kalmıştım. Arabaya doğru yaklaştım ama bir türlü sahiplenemedim. Şaşkınca bakıyor, inceliyor, nasıl kullanacağımı düşünüyor ama binmiyordum. “Ben mi bineceğim?”
“Normalde benim olduğum yerde, benim arabam ya da benim şoförlüğüm geçerli,” dedi. En azından o öyle sanırdı, bunun kavgasını yapardık. “Bu buradayken hadi benim arabamla gidelim desem aklın kalır, ilk kez de ben kullanayım desem bu da bencillik olur. Mecbur bugün arka koltuktayız.”
Ellerimi çırpmak, yerimde zıplamak, Fetih’e sarılmak, Sezen’iı kucaklamak… Bir sürü şeyi düşündüm ama arabanın kapısını açtım ilk. İndim bindim, dokundum, nasıl kullanacağımı hayal ettim, Sezen’in koltuğu çoktan yerleştirilmişti, onu nasıl rüzgârdan ve güneşten koruyacağımı hayal ettim.
“Eve trafik cezan gelirse taksidini sen ödersin.”
“Fetih sen taksitli hiçbir şey almazsın.”
“Her neyse.”
Ne bu aracı taksite bağlamaya ihtiyacı vardı ne de herhangi bir şeyi taksit usulü almaktan hoşlanırdı. “Eve trafik cezan gelirse tüm masraflarını sen karşılarsın aracın.”
“Karşılarım.”
“Fesuphanallah. Ya kızım,” dedi ve elini arabanın koluna yasladı. “Seni trafikten menettiririm Efsun. İlk cezanda hem de. Hiç affetmem.” Elim direksiyondayken kıkır kıkır güldüğümde dudaklarıma baktı. O trafik polisi gibi tepeme dikilen siması yumuşadı, eli kapıdan benim yüzüme ulaştı ve sıkıştırdı iki yana. Yüzüm ellerinin arasında eğilip bükülerken indim arabadan da sarıldım ona.
“Söz trafik cezam gelmeyecek kadar hız yapacağım.”
“Hız yapmayacağım demek dünyanın en zor şeyi değil mi?”
“Bu arabayla evet.”
“Ef sun,” diye adımı heceledi. Pişman olacaktı şimdi. Kollarımı ayırdım ondan ama ellerimle yüzünü avuçladım. “Teşekkür ederim.”
“Hız yapma diye seni uyardığım için mi?”
Eğer ki çok isterse komik bir adam olabiliyordu. Eğer ki çok isterse beni istediği zaman güldürebiliyordu. Ve çok istemese bile benim acıdan kıvrılmış kalbimi eliyle açabiliyordu, acıyı silkeliyor, mutluluk verebiliyordu. En son yatağın, içinde için için ağladığımda Eros girmişti bu evden içeri. Bugün, dünün sarsıntısı bedenimdeyken hâlâ, bu arabayı alması değil, uzun yolda benim kullanmama izin verecek kadar beni iyi görmesi bile bana iyi olduğumu hissettirebilirdi. Fetih bana iyisin demezdi, ayakta olduğumu gösterirdi. İçinde kızımızın da olduğu bu arabada arka koltukta oturacak kadar güvenirdi bana.
Parmaklarımız birbirine dolandı, elimden tuttu sıkıca. “Hadi, gidelim buradan.”
Her dışarı çıktığımızda evin içinde defalarca gidip gelen ben, bu kez olabildiğince hızlıydım. Tek aldığım şey benim suluğum ve Sezen’in tek boynuzlu atlı biberonu oldu. Fetih kızımızı rüzgârdan etkilenmesin diye biraz daha sıkı giydirdi. Evimizin her köşesini kapattık. Bahçedeki kedilerimle vedalaştım, son kez her yere mama döktüm. Bir süre bu mamaları döken ben olmayacaktım. Fetih ilk Karabaş’ın kafesine yer verdi arabada, yan koltuğumda eros ince uzun boynunu dikleştirerek oturdu. Şeftali, Fetih ve Sezen-Sezen ortalarında olmak üzere- yerleştiler.
“Hazır mısınız?” diye sordum arka tarafa.
“Sür kaptan!” dedi Fetih ve koltuğumun arkasına hafifçe vurdu. “Hazırız!”
Altı yaşındaki Efsun arabanın içini boş çizerdi. Bugün doldurabileyim diyeydi, altı yaşında nereden bilebilirdi ki kaç kişilik bir ailesi olduğunu? Kendisi, eşi, kızı, kedisi, köpeği, kuşu… Bu kadar çok olduğunu bilseydi, kesinlikle daha da büyük çizerdi. Efsun demek isterdim ona;
Oldu.
Başardın.
Senden çok şey alınacak ama sana çok şey verilecek. Sabret. Sadece sabret. O kırmızı arabayı bir gün dolduracaksın. Çok tabaklı masalar kuracaksın. Saçların efil efil uçuşacak sen o arabayı sürerken. Eşin arkadan zapt etmeye çalışacak ama toplamaya kıyamayacak. Çok tabaklı masalarda, bazen masanın diğer ucundaki konuşmayı duymayacaksın. Çekip gitmeyi bile artık tek başına yapmayacaksın. Bunu öğrenene kadar çekip gitmeler hep yalnız olacak sanacaksın. Bir yerden gidiyorsan, elin hep boş sanacaksın. Halbuki öğreneceksin, bazen çekip gitmek bile, bir evin kapısını kilitlemek bile biriyle beraber yapılabiliyor. Dünün kötüyse, yarının da yataklarda geçmeyecek fark edeceksin. Efsun demek isterdim ona, ailen olacak. Ölmenin kıyısından döndüğün günün ertesinde bile o yataktan çıkabilecek kuvveti sana bir aile verecek. Senin ailen verecek. Ölmenin kıyısına geldiğinde seni korkutan bir ölüm korkusu olmayacak artık. Düşündüğün tek şey geride bıraktıkların olacak.
Sen Efsun Zorlu, eğer ki bir aile kuramadan ölürsen adın bu dünya üzerinde silinip gidecekti. Sen Efsun Zorlu Karadere, o aileyi kurdun. Sen de dahil herkes sen yaşa diye canhıraş çabalamaya devam edecek. Lügatine ailem için eklenecek, sabret.
Sen Efsun Zorlu, eğer ki bir aile kuramadan ölürsen mezarının başında kimsesiz bedenin ruhu duracaktı. Sen Efsun, artık kimsesiz değilsin. Mezarının başında bir ruh değil de insan duracak kişilerin, asla ölmemesi gerektiğini de öğreneceksin. Sen de kendini yaşatmak için canhıraş savaşacaksın. Bazen bir ölüyü bile kurtarabileceğini öğreneceksin ölmemek için.
Sabret Efsun. Sabret. Annenin babanın ‘bir ömür sevdiğimiz gibi sevilecek’ temennisi gerçeğe dönüşecek, bir adam çıkacak karşına seni sadece eşin olarak sevmeyecek. O adama baktığında evlendiğin adamdan daha fazlasını göreceksin. Seni o kadar iyi tanıyacak ki, seni kafanın içinden bile korumayı bilecek. Sana seni tanıdığı ilk günden itibaren sandviç hazırlayacak, hiç sıkılmadan. Tıpkı seni sevmekten sıkılmayacağı gibi. Sabret.
Saçlarım uçuşuyordu rüzgarla beraber, her bir teli özgürlüğümü haykırıyordu. Sezen’e baktım aynadan, babası başına güneş geçmesin diye şapkasıyla gölge yapıyordu, keyfi yerindeydi hiç sesi çıkmıyordu. Ufak dokunuşlarla rastgele bir şarkı açtım. Sezen’i kontrol ede ede sesini azalttım. Parmaklarını oynattı, müziğin her türlüsünün hoşuna gittiğini düşünüyordum. Fetih’le göz göze geldik dikiz aynasından.
Tıpkı şarkıdaki gibi tutmuştu elimden ve buradan gitmeyi teklif etmişti. O yoksa gece ve gündüz de kayboluyordu, önümü göremiyordum. O vardı ve daima da olacaktı.
“Biz çoook mu zaman kaldık ki Edirne’de?”
Sezen araya girip merakla sormasa bu soruları, tıpkı o arabadaki gibi yeniden duygulanıp gizli saklı gözyaşı dökecektim. Fetih elini kızının karnına bastırdı. “Şöyle söyleyeyim biz giderken sen biberon kullanmıyordun, döndüğümüzde o tek boynuzlu atlı biberonun dışında hiçbir biberondan su içmeyi kabul etmiyordun,” dedi. Evet tam olarak öyle olmuştu. Ben anladım ne dediğini ama Sezen bu cümleden onlarca soru çıkarabilirdi.
“Ama bebekler doğar doğmaz biberon kullanmaz mı ki?”
“Hayır, sadece anne sütüyle beslenirler, annelerini emerler.”
“Ama bebekler su içmezler mi ki?”
Fetih biraz daha kızına yaklaştı, soruların ardı arkası kesilmezse gıdıklamaya başlayacaktı. “Anne sütü öyle muhteşem bir şeydir ki içinde su da vardır. Bebekler başka hiçbir şeye ihtiyaç duymazlar.”
Sezen yeniden “Ama,” dedi ama sustu. Küçük burnunu kırıştırdı ve iki yana salladı başını. “Beğenmedim.” Fetih’le aynı anda gülmeye başladığımızda üç bebeğimiz de şaşkınlıkla bize baktı. Bazen aynı anda gülünce onlara göre komik bir şey olmadığında korkuyorlardı.
Fetih ufak ufak gıdıklamaya kalkıştığında Sezen abartılı bir halde kendini yere atmaya kalkıştı. “Öyle mi hanımefendi? Küçükken hiç böyle söylemiyordunuz?”
“O bebek Sezen’di,” dedi bilmiş bilmiş. Asla onun küçük olduğunu iddia etmemize izin vermiyordu. Hatta öyle ki fiziken ondan birazcık küçük olan, yaş olarak büyük olması hiçbir şey ifade etmezdi, herkesi bebek diye severdi. Bu yaş grubunda zaten yaş kaprisi varken adeta insanları tetikliyordu. ‘Anne!’ derdi. ‘Bak bebek!’
Okulda yan sınıfta olan akranından bahsediyordu ama Sezen’in gözüne yeterince büyük gelmezdi. Ondan küçük olan her şey bebekti. Ondan kısa olan bir köpek bile bebek köpekti.
“Sen de benim bebeğimsin!” dedi babası ve kollarını sardı kızına. Yoksa yeri boylayacaktı.
“Ben bebek değilim baba bak, Mustafa ve Reşat’tan uzunum.”
“Hiçbir şey ifade etmiyor, sen benim minicik bebeğimsin. Senden büyük bir bebek daha tanıyorum, o da benim bebeğim. Bu işler boyla olmuyor Sezen Hanım.”
Bana dedi. Otuz iki diş sırıta sırıta dikleştim. Sezen’in hoşuna gitmiyordu ama ben bayılıyordum Fetih’in bebeği olmaya. Fetih benim altmış yaşımda da bebek olduğumu iddia edebilirdi. Canıma minnetti.
“Bebeksem unicornlu biberonumu istiyorum o zaman!” dedi. Evet istemediği bir şey olursa karşısındakini zor durumu sokarak olayı bozardı.
“Kızım o bebekler için,” diye hızla gaflete düştü Fetih. Bu adam hiç benim gibi satranç oynayarak konuşmayı bilmiyordu.
“Hani ben bebektim?” karşılığını alması da geç olmadı zaten. Fetih yılgın bir ifadeyle bana baktı. İşin içinden çıkamayacağını anlamıştı.
“Prensesim,” diye ben girdim. “Sen bebekleri çok seviyorsun değil mi? Hiç tanımadığın bebekleri bile sevmek istiyorsun.” Başını salladı ağır ağır. “Baban sana bebek olduğun için bebek demiyor. Baban demek istiyor ki, nasıl bebekler her zaman çok seviliyorsa ben de seni hep tüm bebekleri sever gibi, hiç tükenmeden sevmeye devam edeceğim.”
Ben anlar mı, anlamaz mı, yanlış mı anlar diye merakla onu izlerken abartılı tepkilerin kraliçesi Sezen Karadere tüm mimiklerini aynı anda sergiledi. Ağzını kocaman açtı, gözlerini büyüttü ve babasına baktı. Çok yanlış bir şey de anlamış olabilirdi. “Öyle mi baba?” diye sordu. Fetih de benimle aynı tereddütü paylaşıyordu ama yine de onayladı.
“Evet öyle, sadece ben annen kadar kendimi iyi ifade edemiyorum.”
Yani aslında ben o kadar da etkileyici bir şey söylemedim ama Sezen ‘vaaov’ nidası kopardı ağzından. Baba kız beni şımartmayı çok seviyorlardı sanırım, başka bir açıklaması olamazdı. “Çok sevdiğimiz insanlar bizim bebeğimiz mi oluyor?”
Bu doğru bir önerme miydi? Bilmiyordum. Kesinlikle tartışılabilirdi ama bir çocuğun da aklına gelebilecek ilk çıkarımdı. Babasının kirli sakalına dokundu. “O zaman sen de benim bebeğimsin!” dedi ve tam kalbinden vurdu kucağında oturduğu adamı. Sezen bazen, bu konuda benden iyi kalıyordu. Neyse ki yaşı çok küçüktü ve babası benim yaptıklarıma daha büyük bir hayranlık duyuyordu. Yoksa bu yenilgiyi nasıl sindirirdim bilmiyordum.
Tamam doğru bir önermeydi. Kollarını babasının kollarına doladı, Fetih’le birbirimize baktık. Fetih de benim bebeğimdi. Umarım ben de Sezen’in bebeğiydim. “Benim babam bir bebek!” demeyene kadar her şey yolundaydı sanırım. Kendimi tutamadım püskürtmeli güldüğümde Mustafa Kemal gülüşüme dokundu her zaman yaptığı gibi ve ağzının içinde adımı dolandırdı tatlı bir sesle.
“Efsun gülme!” uyarısıyla yüzümü bebeklerimin omzuna bastırdım.
“Kızım tabi biz bu tabiri herkesin arasında söylemeyelim, evde baş başayk…”
“Anne, sen de benim bebeğimsin o zaman,” demese kıkır kıkır gülmeye devam edecektim saklandığım yerde. Başımı kaldırdım ve bir şeker gibi eridim bu cümleye. Babası gibi kırılgan bir egom yoktu benim. İstediği yerde, bebeği olduğumu haykırabilirdi.
“Evet annem, sen benim ben de senin bebeğinim.”
Sezen’in yaşadığı sınırsız aydınlanma o kadar komikti ki, bir süre bu bilgiyi dibine kadar kullanıp satacaktı. Ermiş hissediyordu kendini. Hızla yaklaştık birbirimize ve birkaç hızlı öpücük kondurduk. Bu hareket bir kızım olduğunu bana buram buram hissettiriyordu.
“O zaman,” dedi düşünceli bir sesle. “Reşat ve Mustafa da benim bebeğim, Zeliha halam da benim bebeğim, Emir amcam da, Burcu teyzem de, Meltem teyzem de, Merthan amcam da, dedem ve babaann…” aklına gelen kişiyle yine abartarak bir tepki verdi. “Anne Atlas Ege de benim bebeğ…” genzime su basılmış gibi hızla öksürmeye başladım ve herkesi korkuttum, cümlesini yarım kestim. Fetih hariç herkes bana müdahale etti. Neyse ki çocuklarım vardı, babaları kılını kıpırdatmıyordu!
“Sezen! Biz sana suşinin hikayesini anlatıyorduk kızım!” dedim telaşla. Fetih donuk bir ifadeyle Sezen’i izliyordu. Ben ipten alıyor, Sezen uçuruma sürüklüyordu. Orta yerde buluşamıyorduk. Fetih bir şeyler söylemeye çalıştı, gerek tutukluğundan, gerek benim atikliğinden kelime bile dökülemedi ağzından. Sezen’e o kadar donuk, kafasında sıfır düşünceyle bakıyordu ki onu dürtmek istiyordum. Sezen babasının çok az haline aşinaydı. Fetih’in negatif haline hiç aşina değildi. Fetih’in yüzünde, en kötü anda bile çocuklarına karşı ama en çok Sezen’e karşı derin bir gülümseme olurdu. Bu samimiyetsiz değildi, o an onu sinirlendiren, üzen şey her neyse Sezen’in yüzü hafifletiyordu.
Sezen benim sinirli, acılı, üzgün halime daha alışıktı. Çünkü babası onu yaz kış dinlemeden, gece gündüz demeden, hastaneye döndüğüm günden beri yanıma getirirdi. Bu da hastanedeki o gergin ya da üzgün halime maruz kalmasına neden olurdu çoğu kez.
Sezen’le gelirdi beni almaya, Sezen biraz geç anne sütünden kopmuştu her öğlen aramda getirirdi yanıma, anne sütünden kopunca da gelmeye devam etmişlerdi. Kokunu alsın derdi, bir sabah bir akşam görmesin, bilsin buradasın.
Sezen’in emeklemesine hastane yolunda izin vermemişti ama benim kızım adımlarını hastane kapısına doğru pekiştirmişti. Babası yanına çökerdi, anne çıkacak şimdi, ilk anneye koşan kazanır derdi, Sezen beni görünce koşmaya çalışmak için çabalarken yürümeyi çok çabuk öğrenmişti. En çok hastane yolunda düşmüştü benim kızım, orada yürümüş, orada koşmuştu. Sezen’le birbirimizi gördüğümüzde ikimiz de aynı anda koşardık, bazen Fetih’in kızına bile cinsliği tutardı tam Sezen benim bacağıma sarılacakken araya girerdi “Ben yakaladım anneyi!” diyerek bana sarılırdı.
Evet çığlıklar… Sezen’in çığlıkları… Yarışı kaybettiği için mi annesini babasına kaptırdığı için mi bilmem derin öfkesi… “Hayır,” derdim kızımı kucaklarken. “Sezen kazandı! Babası bak Sezen kazandı!” hemen o an onu alkışlamazsak ağlayışları tükenmezdi. Fetih kızını alkışlayıp öperken ona kazandığını belli eden sözler sarf ederdi sanki aksini yapmamış gibi. Sezen ağlamaya devam ederken ellerini çırpmaya başlardı.
Evet ağlarken kendini alkışlardı… Hayır aslan burcu değildi…
Bir yerden sonra gözyaşları dinerdi, ağlaması biterdi ve zaferini kutlardı. Zeliha bir kez böyle bir anımıza şahit olmuş ve demişti ki; ağlarken kendini alkışlaması annesi, kazanma hırsı da babası.
Niye böyle bir yorum yapmıştı hiç anlamıyordum.
Bu ve buna benzer her anımız Sezen’i şımartmak üstüne kuruluydu. Bunu söylemekten çekinmiyordum, Sezen el bebek gül bebek, her anı abartılarak büyütülmüştü. Anne babasından aldığı en sınırsız şey maddi değil, maneviydi. Belki de bu yüzden bizim şımarttığımız kadar şımarık bir çocuk değil de her şeye yeri geldiğinde korkunç denebilecek bir sevgiyle yaklaşıyordu. Çok sevilmişti, çok değer görmüştü, çok seviyordu, çok değer veriyordu. Çevresindeki çoğu şeye.
“Evet anneee!” dedi uzata uzata. “Neyse biz çıktık gittik Edirne’ye. Sen daha miniciktin o zaman, kırk günlüktün sadece. Mini miniciktin. Kırk gün…”
Kulağıma uzandığında ona eğildim. “Altıma kaka yapıyor muydum?” dedi utançla. Şimdi böyle bir şey yapması bebek bile olsa, onun için çok utanç vericiydi. Bir kere kötü kokardı ve bu Sezen için faciaydı. Hep güzel kokmalıydı. Babasına gece uyumadan önce losyon sürdürürdü. Kokulu nemlendiriciler alırdı, en kötü ihtimalle evdeki yumuşatıcı kullanımımız korkunç derecede artmıştı çünkü Sezen’in parfüm kullanmasına izin vermediğimiz için bize yumuşatıcıyla meydan okuyordu. Yumuşatıcı sprey sıkardı sabah giyeceği kıyafetlerin üzerine.
Fetih bu konuyu benim kokuma bağlıyordu. Ne zaman ben olmasam yanında, hep benim kokuma maruz bıraktığını söylüyordu. Sezen kötü koku nedir bilmezdi. O yüzden okula gidince biraz zorluk yaşamıştı bu konuda. Çünkü okula yeni başlayan çoğu çocuk kişisel temizlik konusunda henüz tam gelişmiş değildi. Sezen’in anlattığına göre, erkek öğrencilerde bu biraz daha geç gelişiyordu sanırım. Ona arkadaşlarını ya nazikçe uyarmasını ya da görmezden gelmesi gerektiğini anlatıyorduk. Çünkü Sezen tiksindiğini belli ederse o anki durumdan, küçük bir çocuk için bu çok onur kırıcı olurdu.
Ben de hastaneden gelince üstümü değiştirmeden ona yaklaşmazdım. Babası da zaten hep temiz ve pak kokardı, temiz koku bu denli yanındayken aksine tahammül edemiyordu. En kaba özelliği buydu zaten, kötü koku aldığı gibi ortama bakmadan o burnunu kapatırdı. Kızım derdim, yapma, bazen bazı insanlar kötü kokabilir, bu şekilde burnunu kapatmak onları incitebilir. Yine de engel olamıyordum yapmasına. Umarım en azından okulda bu konuya dikkat ediyordu. Aksi durumda öğretmeni bizimle paylaşır diye umuyordum.
“Evet ama biz hemen temizliyorduk, hiç kötü kokmana izin vermiyorduk.”
Burcu’nun kucağındayken kaka yaptığı için teyzesinin böğürürek onu beşiğine koyup beşiği ittiğini bilse kahrolurdu ama söylemedim.
Üzgün üzgün baktı etrafa. Bebekken kaka yaptığı için üzülecekti şimdi abartılar kraliçesi.
“Neyse biz gittik Edirne’deki evimize. Baban tabi hemen biz yola çıkmadan sana beşik sipariş etmiş. Edirne’deki o küçük, pembe tüllü beşiği o zaman almıştık. Hemen yerleştirdik onu odamıza.”
“Diğer beşik peki? Onu niye aldınız?” diye sordu nereden aklına geldiyse artık. Fetih’le birbirimize kaçamak bakış bir bakış attık. Sezen her şeyi böyle merak etmek zorunda mısın kızım?..
“Bazen bizimle uyumak istemiyordun,” dedim kurcalamamasını isteyerek ama nafileydi. Babası da “Tabii efendim…” deyince yapayalnız kaldım.
“Ben mi sizinle uyumak istemiyordum?” dedi şaşkınca.
“Evet anneciğim. Tek uyumak istiyordun, biz de saygı duyuyorduk.”
“Ama ben konuşmayı bilmiyordum ki…” dedi. Bu kızın işine geldiğinde bebekliğini kabul etmesi ama işine gelmeyince tepki göstermesi beni her seferinde köşeye sıkıştırıyordu. Fetih’e baktım. Yardım etmesi lazımdı.
“Seni anlamamız için konuşmana gerek yok ki, biz bebeğimiz ne derse desin anlıyorduk. Sor annene, doğduğun günden beri konuşuyorduk seninle,”
“Evet! Sen a derdin, biz bir sürü şey anlayıp cevap verirdin. Sen çabuk konuşmaya başladın ya, aslınca bence bunun sayesinde. Doğduğun günden beri bir sen söylerdin bir biz. Böylece çabucak öğrendin.”
Sezen dudaklarını büzüştürdü ve şaşkınca sesler çıkardı. “Ya akıllım, ne sandın?” dedi babası. Sezen’in babası… “Sonra işte, evimizi akladık pakladık, iyice yerleştik. Annenle fidanlar ekmiştik, hepsi kocaman olmuştu. Beraber suladık. Bahçemize hamak bağladık, tabi bizden çok kediler yatıyordu,”
“Kedilerimiz,” diye düzeltti babasını.
“Oy kurban olurum sana,” dedi yanağından ısırırken. “Sonra sen bir gün üçüncü ayını doldurmuştun…”
“Ay dur Fetih dur! Burası galiba,”
Elimdeki haritadaki yerin sokak görünümünü açtım ve önünde durduğumuz yerle karşılaştırdım. “Evet burası bulduk.” Kabul daha büyük bir yer bekliyordum ama iç dekorasyonu çok da kötü durmuyordu. Hem benim için önemli olan acı tatlı tavuğu ve suşi çeşitleriydi.
Fetih kafasını eğdi ve geldiğimiz yere baktı. “Efsun…” dedi, anladım. Sesinin tonundan anladım neler söyleyeceğini.
“Fetih sus…”
“Efsun burada…”
“Fetih sus…”
“Efsun burada yengeç yerine yarasa kullanıyorlardır.”
“ABART!”
“Buradan yemene kesinlikle izin vermiyorum.”
“İzin almadım ki! Yiyeceğim,” arabadan koşarak inecektim ama koluma yapıştı.
“Efsun lütfen!” dedi acı içinde. “Şuraya baksana! Zaten sıkıntılı bir yemek, zaten mal ortada bir de buradan mı yiyeceksin? Hiç mi midenin kıymeti yok?”
Başımı koltuğa bastırdım ve inledim, “Canım çok istiyor çok!” dedim isyanla. Anlamıyordu, Sezen’e hamileyken en son kelle paçayı bu kadar istemiştim.
“Tamam ben sana yaparım.”
“Ya canım çiğköfte mi çekiyor diyorum?”
“Tamam… Bunu yapmayı öğrenirim ama lütfen, rica ediyorum, eşin olarak lütfen diyorum. Yeme buradan, ben sana yaparım.”
“Ya sen Urfalısın!” diye açıkça isyan ettim. Buraya kadar gelmiştik, yemeliydik.
“Elhamdülillah.”
“Fetih!”
“Tamam…” dedi usulca ve elimi tuttu. “Bu demek değil ki sana suşi yapamayacağım. Söz yapamazsam İstanbul’dan getirteceğim. İki saatte kapında olacak ama burası olmaz. Anlıyor musun Efsun? Burası olmaz. Gözünü seveyim, senin yediğinden kızın da yiyor. Bak kızımıza,” dedi ve Sezen’i gösterdi. Bebek koltuğuna oturmuş kızımıza baktık. Bizimle göz göze geldiğinde artık refleksif olarak değil, bizzat bile isteye gülümsedi. Ayaklarını ve ellerini aynı anda hareket ettirdiğinde Fetih’le aynı anda konuyu unutup “Kızım…” diye seslendik, ilk odağını toplayan Fetih oldu.
“Bak anne gitme, yeme oradan diyor.”
“Sezen’i bu çirkin yalanlarına karıştırma!”
“Babam sana en güzelini yapar anne diyor.”
“Fetih!”
“Senin yediğin her şeyden ben de yiyorum ann…”
“Ya tamam!” dedim başımı koltuğa vururken. “Tamam! Tamam! Sus tamam. Ama bak yapamazsan İstanbul’dan gelecek!”
“Söz.”
Yeniden geldiğimiz yere bakmadan ben, arabayı çalıştırdı ve hızla uzaklaştı oradan. Bir marketin önüne geldiğimizde açtı telefondan bir şeylere baktı, izledi. Yani kim nasıl inanabilirdi ki çiğköftenin Adıyaman’a ait olduğunu iddia eden herkese büyük tepkiler veren bu adamın suşi yapacağına? Telefon ekranını kapattığında elinde bir tur çevirdi ve oldukça kibirli bir bakış attı bize. Evet kendini şef sanıyordu…
“Şefinize market alışverişi yaparken eşlik etmek ister misiniz?”
Bir bana bir Sezen’e baktı ve ilk ses de kızımızdan çıktı. “Benim küçük yardımcım, güzel kızım,” benim tepkimi beklemeden Sezen’i kucağına aldı. “Babana yardım mı edeceksin kızım sen? Aferin benim kızıma, gel bebeğim.”
Arabadan inişlerini izledim, bırakıp gidecekler sandım beni ama Fetih kapımı açtı önce. “Gelmeyecek misin?”
“Yanlışlıkla çiğköfte malzemeleri alma diye geleceğim.”
Alışverişi o yapacak diye anakucağını ben taktım ve Sezen’i kucakladım. Kaptı alışveriş sepetini özenle tüm ürünlere baka baka aldı, hepsini aynı yerde bulamazdık, birkaç market daha gezdik. Sezen kucağımda uyuyakaldığında Fetih’in de alacakları bitmişti. Eve vardığımızda ben Sezen’i yatırdım, yanına ufacık mırıltısını bile duyalım diye ses cihazını koyup gittim mutfağa. Torbaları boşaltıyordu, aynı zamanda Türkçe konuşmayan bir adamdan tarif izliyordu.
“Anlıyor musun ne dediğini?”
“Çat pat.”
“Yapabilecek misin?”
“Şüphen mi var?”
“Kesinlikle!” dediğimde eli durdu ve bana baktı. “Bazen kırıcı bir kadın oluyorsun,” dedi. Beni manipüle mi ediyordu yoksa gerçekten kırılıyor muydu bilmiyordum çünkü beni tereddüde düşürmesi de bu manipülasyonun bir parçasıydı. Ekrana yeniden baktığında yanına yaklaştım ve ben de gözleri çekik olan adama baktım. Yanağımı koluna yasladım. “Kötü de olsa yerim ki ben,” dedim. Cevap vermedi. Dürttüm bir kez. “Hem bence çiğköfte yapmak daha zor, bunu mu yapamayacaksın.” Yine cevap vermedi. “Hı?” diye seslendim.
“Bilmem.”
“Fetih…” yanağına bir buse kondurdum ve “Güzel olmazsa bir daha deneriz. Güzel olana kadar. Sezen büyüyene kadar en iyisini yapmayı öğreniriz. Biz de hiç dışarıdan yemeyiz, hep sen yaparsın.”
“O kadar sabırlı olursun yani?” diye sordu. Benim beklemeyi sevmediğimi bilirdi ama bu dünya üzerinde onu beklemekten sıkılmayacağımı da bilirdi.
“Seninle alakalı her şeyi beklerim ben.”
Gözlerini videodaki adamdan bana kaydırdı ve munzur munzur güldü. “Bir de bana hemen kanarsın!”
Evet, bir de Fetih’e hep kanardım. “İşte o günden sonra baban bize suşi yapmaya başladı. O kadar kendini geliştirdi ki, ben senelerdir hiç dışarıdan yemem. Çünkü en güzelini baban yapar bize. Ama sadece bize… Bence öyle de kalmalı. Ha babası değil mi?”
Fetih hâlâ Sezen’in bebeği olan kişilerde kaldığını belli edercesine boşluğu izliyordu. Duysa da yanıt vermedi çünkü hoşuna gitmedi bu yaptığım. Konuyu kapatıyordum. Sezen babasının yanağını okşadı. “Sadece bize mi yapsın baba?” ancak bu temasla biraz toparladı.
“Sadece size yapsın baba,” diye destekledi. Sezen dudaklarını büzdü ve “Tamam,” dedi. “Bunu beğendim. Sadece bize yapsın.”
Neyse ki beğendin Sezen Karadere… Neyse ki!
Karşımızdaki boşluğa karnı burnunda bir hanımefendi oturduğunda çevremizdeki herkes gibi bizim de dikkatimizi çekti. Fetih hariç hepimiz kadına baktık. 35 haftanın altında olmalıydı ama karnı doğdu doğacak gibi bir izlenim veriyordu. “İçinde bebek mi var?” diye sordu Sezen kulağıma.
“Evet bir tanem.”
“Kız mı erkek mi?”
“Bunu bilemeyiz.”
“Ama sen bebek doktorusun, bilmen gerekir.”
“Ama cihazım yok elimde, bilemem.”
“Ama şimdi aniden bebek çıkmak istese, cihaz olmazsa da çıkaramaz mısın?” dediğinde Fetih’ten kısık sesli bir fesuphanallah duyduk. Sezen biraz şom ağızlıydı. Açıkçası ben bile tedirgin oldum. “Geçmiş olsun,” diye söylendi ağzının içinde.
“Bebeğin çıkmasına daha var anneciğim, yoksa uçmasına izin vermezlerdi.”
“Ya çıkmak isterse?”
“Sezen daha vakit vardır kızım, yoksa böyle uçağa binemezdi.”
“Ama anne bebek uçakta olduğunu nereden bilsin?” dedi ve fark etmeden yüksek sesle de konuşmaya başladı.
“Kızım…” dedi babası sabırla. “Tamam. Öyle bir şey olmamasını dileyelim o zaman. Sonuçta kimse havada doğmak istemez.”
“Yooo ben isterdim,” dedi keyifle. “Hem de çok isterdim! Anne keşke beni bulutların üstünde doğursaydın. İnşallah o bebek de bulutların üstünde doğ…” Fetih’le aynı anda Sezen’in ağzına kapattık elimizi. Aniden kızın yüzüne yüklenmemizle korktu da zaten. İlk Fetih toparlayıp yüzünü sever gibi tutup öptü. Sonra hemen ben de yanaştım. Onu susturduğumuzu anlayamadı. Sadece kıkır kıkır güldü bir andan sonra. Uçağa alınana kadar da kadına bakıp durdum, birkaç kez gülümsedim. Sezen beni çok tedirgin etmişti. Uçakta sırayla yerleştik koltuklara, Mustafa ve Reşat bizim kucağımızda, Sezen aramıza oturdu. Hepimiz kemerlerimizi bağladığımız an Fetih kulağımın dibinden konuştu. “Sen bu çocuğu tanıyor musun?”
“Hangi çocuğu?”
“Atlantik okyanusunu.”
“Atlas mı?”
“Evet.”
“Sınıf arkadaşı işte.”
“Annesini babasını tanıyor musun?”
“Bilmem… Belki denk gelmişizdir.”
“Sonraki toplantı ne zaman?”
“Yuh Fetih! Allah aşkına git başımdan,” dedim ve biraz ittim omzundan. Geri çekildi ve oğlunun başını gövdesine yasladı. “Yani tam olarak ne yapmayı planlıyorsun?” dedim onu izleyerek.
“Ne yapabilirim Allah aşkına?”
“Ben de onu soruyorum, ne yapacaksın Allah aşkına?”
“Sana da bir şey sormaya gelmiyor Efsun.”
“Ben senin ciğerini bilirim Fetih.”
“Kabalaşma.”
“Git başımdan.”
“Gittim başından,” dedi ve kafasını diğer yöne çevirdi. Uçak kalkana kadar bir daha hiç konuşmadık. Sezen’in bu uçağın kaç kilo olduğundan, uçarken kuşlara çarpıp çarpmadığından, burada çalışan abi ablaların eve nasıl döndüğünden başlayan sorularını yanıtladım. Reşat ve Mustafa’nın uykusu geldi sanırım, emziklerini alıp alık alık birbirlerini izlemeye başladılar. Doğduklarından beri birbirlerini izleyerek uyuyakalmaları bana çok romantik gelirdi. Yapılan tüm duyurulardan, kemer kontrollerinden sonra uçak yavaşça hareket etmeye başladığında Fetih’le hiç anlaşmadan elimizi Sezen’in karnına siper ettik. Ellerimiz Sezen’in karnında birleşti. Geri çekilmedim ama tutmadım da. Geri çekilmedi ama tuttu da. Parmaklarını parmaklarıma doladı, baş parmağı usulca elimin üzerini okşadı, tehlike geçene kadar orada sabit durdu ellerimiz. Sezen de elini elimizin üzerine koyunca ellerimize baktık. Kocaman bir elin bir üstünde bir de altında iki el vardı. İkisinin de teni çok açıktı tutunduğu ele rağmen. Yanında da küçük kalıyordu. Tehlike geçince, Mustafa Kemal’in de emziği düşünce ellerimiz ayrıldı, Fetih’le kaçamak bir bakış attık birbirimize.
Onu başımdan kovmam, onun başıma gelmiş en güzel şey olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Bunu ona gece uyumadan önce söyleyecektim.
Çocuklar uyuyunca, Sezen’de merakla bulutları izleyince sessizlik oluştu. Kimse konuşmuyordu. Benim de yorgunluğum boy göstermeye başladı. Gözlerim gidiyordu yavaş yavaş. Bulutları izlemek midemi bulandırıyordu bir yerden sonra. Başımı geriye yasladım, Fetih kendi yastığını başımın altına koydu. “Şöyle yat, boynun tutulmasın,” dedi kısık bir sesle. Nasıl yönlendirirse öyle koydum başımı. Uykuya yenik düşmek üzereyken baskın bir ses duyduk. Herkes dikkat kesildi.
“Sayın yolcularımız, aranızda bir doktor varsa kendini kabin ekinine tanıtması rica olunur.”
Saniyeler geçmedi, ben gözlerimi ancak açmıştım ki anons tekrar etti. “Sayın yolcularımız, aranızda bir doktor varsa kendini kabin ekinine tanıtması önemle rica olunur.”
“Fesuphanallah,” diye mırıldandı Fetih. Gözlerimi kırpıştırıp ortalığa baktım. “Aferin benim kızıma. Annesini dinlendirmemeye ant içmiş. Bakar mısınız?” diye seslendi ileriye doğru. Hostesle beraber bizim bölümde olan birkaç yolcu daha bize baktı. Kadın hızla bize yürüdüğünde “Ben doktorum,” dedim.
“Hamile bir yolcumuzun sancısı var,” dediğinde ikimiz de göz ucuyla Sezen’e baktık. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.
“Muhteşem. Benim hanım da kadın doğum uzmanı zaten,” dedi Fetih. Bu kez gururla değil, sabırla. “Yaklaşık dört saattir çalışmıyordu zaten buyurun.”
“Kaç haftalık?” diye sordum yerimden doğrulurken. Mustafa Kemal’de kucağımda kalktı. Geçmem için Fetih’in kalkmasına gerek yoktu, toparladı sadece kendini.
“Otuz dört haftalık. Kadın doğum uzmanı mısınız?”
“Evet,” dedim. Fetih Reşat’ı tek bacağının üzerine aldı ve kollarını bana uzattı. Mustafa’yı da ona bıraktığımda Sezen benim elime uzandı. “Anne,” dedi tedirgince. “Annem,” dedim ve sıkıca elini tuttum. “Hani uçağa binmeden karşımıza oturan bir kadın vardı ya sanırım onun yardıma ihtiyacı var. Onun yanında olacağım, korkacak hiçbir şey yok. Sadece usluca babanın yanında dur ve yardıma ihtiyacı olursa ona yardım et ona olur mu?”
“Bebek mi geliyor?” dedi şaşkınca. Evet kızım ve ben hissediyorum ki biraz da senin o dilinin payı var…
“Bilmiyorum, gidip bakacağım. Babanın yardımcısı sensin, sana güveniyorum,” dedim. Sorumluluk bilinci babası gibi çok yüksekti. O yönden hiç benim rahatlığımı almamıştı. Hemen kafasını salladı ve elini salladı. Son kez Fetih’e baktım, gözleriyle bana yeterli güveni verdi. Her şey yolundaydı burada. Perdeler arası sınıflar vardı. Ekonomi sınıfına girdiğimizde, kadının sesinden anladım yerini. Evet karşımıza oturan kadındı. Kadını korkutmadan ilk omzuna dokundum sonra elini tuttum.
“Merhaba. Ben Uzman Doktor Efsun Zorlu, branşım kadın kadın doğum ve hastalıkları. Senin için buradayım, bana kendini tanıtır mısın?”
“Seda ben,” dedi kesik bir sesle. Derin bir nefes aldı ve elimi sıktı. “34 haftalık hamileyim. Kramp…” nefesi kesildi başını öne doğru düşürdü.
“Bugün giren ilk kramp mı?”
“Hayır sabah da girmişti.”
“En son sabah girmişti doğru mu anladım?”
Başını salladığında eşi de sözcüklerle destekledi. “Anneyi daha geniş bir alana almam gerekiyor,” dedim yanımdaki hostese. Hızla birileriyle iletişime geçti ve yerimiz değiştirildi. Hostesten bir kalem rica ettim, saçlarımı topladım, ellerimi hızla yıkadım ve eldiven taktım.
“Doğumun başladığını düşünmüyorum, bu sancı tamamen ilerleyen haftalardan dolayı da olmuş olabilir, doğum yaklaştığı için de ama başlamadı. Ben her ihtimale karşı yine de açıklığını kontrol edeceğim. Eğer ki bu doğumun başladığını belli eden bir sancıysa, sıklığı artacak. Acil iniş yapacağız ama değilse Kars’a kadar gidebiliriz. Orada hızla bir hastaneye gidebilirsin. Doktor gerekli görürse orada takibini yapar.”
“Havalimanında sağlık ekipleri bizi bekliyor olacak,” dedi ekibin başındaki kadın.
“Süper. Şimdi senden sakin olmanı ve derin nefesler almanı istiyorum. Sırtına yastık koyacağız ve en rahat şekilde yatmanı sağlayacağız. Bacaklarını dizlerinden kırıp iki yana açman gerekiyor.”
Ortamdaki herkesin yardımıyla anne istediğim konuma getirildi. Erkek bir hostes vardı, alandan tamamen çıktı, baba ve iki hostes kaldı yanımızda. “Sancının durumu ne şu an?”
“Çok az azaldı.”
“Tamam azalmaya devam edecek. Derin nefesler al. Yorgunluktan ya da stresten de olabilir. Uçak korkun var mı?”
“Yok ama stres yaptım bu sefer.”
El muayenemi yaparken anneye gülümsedim. “Kız mı erkek mi?”
“Erkek.”
“İsmi belli mi?”
“Kartal,” dediğinde ikimiz de aynı şeyi düşünmüş gibi güldük.
“İronik ama Kartal hiç heveslenmesin, yüksekte değil karada doğacak. Açıklığın korkacak kadar fazla değil. Dediğim gibi, doğum başlamadı ama ben her şeye rağmen yanında duracağım uçuş boyunca. Bazen çok hızlı da artabiliyor açıklık. Sancın kesilecek, tekrar ederse aralığına bakacağım. Olduğun konumda rahat mısın?”
Başını salladı, derin nefesler almaya devam etti. Kaldırmadım, uçak inene kadar da kemer takması zorunlu değildi. Oturmak ağrısını arttıracaktı. “Dönüş ne zaman? Tamam her ne kadar doktor izniyle ilk otuz beş hafta izin veriyor olsak da önerdiğimiz bir şey değil.”
“Yok Kars’ta doğum yapacağım,” dedi.
“Ben askerim,” dedi yanı başımızdaki adam. “Göreve gitme ihtimalim yüksek. Annesi yanında olsun dedik.” Taşlar yeni yeni oturmaya başladı. İstanbul’dan Kars’a bir araba yolculuğu çok uzun sürerdi. En mantıklısı uçaktı evet.
“Anladım. En iyisini yapmışsınız. Annen sana çok yardımcı olur.”
“Sizin kaç çocuğunuz var?”
“Üç. Bir tane kızım var, bir de ikiz erkek çocuğum var. Aslında bekleme alanında karşı karşıya oturuyorduk. Kızım sizi gördü ve dedi ki ‘anne ya bebek havada gelmek isterse?’ biraz şom ağızlıdır da…”
Hepimiz kıkır kıkır güldük. “Hatırlıyorum. Kızıl saçları vardı.”
“Evet evet, o benim kızım. Siz kız mı istiyordunuz erkek mi?” diye sordum. İş işten geçmişti aslında. Sadece biraz dikkatini dağıtmak istedim. Zamanın geçmesi gerekiyordu.
Babası “Erkek,” dedi, annesi “Kız.”
“Biz de tam tersini hissediyorduk ve yine babanın dediği tuttu. İkinci hamileliğimde de yine tam tersini hissettik ama yine babanın dediği tuttu. Sinir bozucu bir andı…” dedim. Ben bu kez kız demiştim, Fetih erkek demişti. Erkek olmuştu. Tabi Fetih iki tane olacağını sanmıyordu hiç. O sürpriz olmuştu.
“Katılıyorum,” dedi anne. “Siz Kars’a neden gidiyorsunuz hocam?” diye sordu eşi.
“Büyükbabaannemiz orada yaşıyor. Eşimin. Bayramı orada geçireceğiz.”
“Sizin aile büyükleriniz?” diye sordular.
“Onları kaybettim,” dedim gülümseyerek. İnsan kendi ailesini kurunca bu cümleyi yine burukça ama artık nazik bir tebessümle kurabiliyordu. “Ama kocaman bir aile kurdum.”
Adam eşinin karnına dokundu. “Benimkiler de yok,” dedi. Belki de bu yüzdendi, bunca yolu götürmek. Ondan gelecek kimse yoktu. “Biz de kocaman bir aile kuracağız.”
“Katılıyorum! Biri yolda bile! Kartal sana âşık olacak biliyor musun?” dedim anneye. “Benimkiler benimle kafayı bozdu çünkü.”
“Ben böyle bir şeyi kabul edemem…” dedi adam.
“Benimki de kabul edemezdi ama… Bir yerden sonra onu taklit etmeye başlayınca çocukları, engel de olamadı. Babadan ne görüyorsa öyle davranıyor biliyor musun erkek çocukları? Kız çocukları da anneye benzemeye çalışıyor. Benim ikizlerden biri işi iyice abarttı hatta bana Efsun diyor. Çünkü babası bana en çok ismimle seslenir. Bir baktım o da büyüyünce Efşun Efşun diye dolanmaya başladı. Saçlarımı sevişleri bile babaları gibi. Yüzümü bile aynı şekilde seviyorlar. O yüzden,” dedim ve işaret parmağımı adama doğru uzattım. “Senin görevin anneden on kat daha fazla. Sen ona nasıl davranırsan o önce annesine sonra bütün insanlığa öyle davranacak.”
Bizden gençlerdi, yani biz onların yanında tecrübeli kalıyorduk. Bu yüzden tavsiye verebilirdim. Evlilik konusunda, kendimi öylesine yetkin ve başarılı buluyordum ki herkese tavsiye vermekten geri durmuyordum. Sanıyordum ki aynı his Fetih’te de vardı. Normalde insanların işlerine karışmaktan hoşlanmayan adam söz konusu evlilik ya da babalık olunca uzun uzun konuşurdu. Birikimini paylaşırdı. En doğrusunu yapardı çünkü bizim bu konuda anlatmaya hakkımız vardı.
Başarmıştık.
Efsun ve Fetih var ya, onlar başarmıştı.
“Hocam rica ederim korkutmayın beni, zaten diken üstündeyim.”
“O dikenin üstünden inme diye konuşuyorum zaten,” dedim açıkça. “Biraz da zor bir mesleğin var, diken üstünde kal ki baba olduğunu hiç unutma. Korku anneler için fazla babalar için gerekli bir duygu bence. Eşim kızımızı ilk kucağında aldığında ne demişti biliyor musun? Allah’ım ben nasıl koruyacağım kızımı. Kızım iki kilogramdan biraz fazla doğdu babasının kırkta biri kadardı. Sonra ikizler doğdu, bu kez sen bana güç kuvvet ver diye dua etti. Korkun normal ve yerinde kısacası.”
“Geçecek mi?”
“Sanırım geçmeyecek. Eşim hâlâ korkar ama bu hayatını cehenneme çeviren bir korku değil. Merak etme. Annelik de bir o kadar keyifle. Düşünsene bir insan doğuruyorsun, seni ilk kez tanıyor ama dünya üzerinde en sevdiği kişi oluyorsun. Muazzam bir his. Koynunda büyüyorlar, seni her koşulda seviyorlar.”
Yattığı yerden bir yaş süzüldü yanağından. “Böyle gece uyumadan sıraya giriyorlar, seni öpmeden uyumuyorlar. Ne alıştırırsan onu doğru kabul ediyorlar. Beni öpmeden nasıl uyunur bilmiyorlar ki. Kurban olurum onlara.”
“Hep böyle güzel mi?”
“Gecenin sonunda hep böyle güzel. Ya her şeyi geçtim, sevdiğin adamdan bir parçan. Bazen onu sadece bunun için bile çok seviyorsun. Çok garip, çok tuhaf. Mutlu olmak için o kadar çok sebep veriyor ki sana… Biz kızımızın, o ilk olunca iyice kendimizi kaybetmiştik, ilk hapşırmasını bile alkışlarla kutlamıştık. Sezen ilk baba dediğinde eşimin sevinçten tansiyonu yükseldi,” o an ortamda kim varsa kıkır kıkır güldü. Aslında o kadar da komik değildi beni korkutmuştu!
“Evet anneciğim, bak böyle!” elimdeki Sezen’inkinin yanında büyük kalan küreği toprağa sapladım. Biraz toprak aldım ve fidanı gömdüğümüz derinliğin içine attım. “Hadi sen de yap.”
Sezen elindeki sarı oyuncak küreği yamuk tutarak birkaç toprak kırıntısı aldı ve içine dökmeye çalıştı. Tam olarak başaramasa da yine de alkışladım, elindeki küreği fırlatıp o da kendini alkışlamaya başladı. Öndeki iki tane dişi gözüktü şakımaya başladı.
“Aferin benim kızıma! Babası koş! Koş babası bak Sezen ne yaptı!”
Sezen kendini alkışlamaktan bıkana kadar onu alkışlamaya devam ettik. Başında lila renginde bebek ribanası vardı. Üzerinde kadife lila renginde bir elbise, mor pabuçları vardı. Küçük burnu gülümsemekten kırıştı. Fetih olsa ısırmasın diye saklayacaktım ama o yokken ben ısıracaktım galiba. Sezen’in teni tahriş oluyor diye ısırmayı yasaklamıştık kendimize.
Sezen alkışları yeterli görünce boşluğa düşürdüğü küreğini geri aldı. “Bir daha mı atalım? Ay ne olacak benim kızım, bahçıvan mı olacak? Babası koş benim kızıma bahçıvan tulumu al!”
Ben de elime kürek aldım, Sezen’le aynı anda toprak birikintisine sapladık ve yine kum aldık. Bu kez daha fazla aldı ama yarısını döktü ama olsun dedim. “Ya burada bir bahçıvan varmış! Nerede bu bahçıvan?”
Fetih elindeki tepsiye iki bardak bir biberon sığdırmıştı. “Bahçıvanı yakaladılar! Sezen kaç kaç kaç!”
Yeni yeni emeklemeye başlamıştı, babası da dev gibi ona doğru gelince küçük bir çığlık attı ve kaçmaya çalıştı. Bu emeklemesi için onunla oynadığımız bir oyundu. Biz kovalardık o emekleyerek kaçardı. Emeklerken bağırır, başını bir yere geçirme tehlikesi geçirmeyene kadar da kucaklamazdık. Benim saftirik kızım da bizim ona yetişemediğimizi sanırdı. Fetih tepsiyi hızla topraktan uzak bir yere bıraktı.
“Sezen koş baban geldi! Koşma Sezen’in babası, koşma!” artık çim alandan çıkmaya yakın, ellerini betona basacaktı ki Fetih izin vermedi karnından tutarak kucakladı. Yüz üstü şekilde havalandırdı ve yine bir uçak oldu Sezen. “Fetih yapma bahçedeyiz,” dedim korkuyla. Fetih hiçbir koşulda onu düşürmezdi bilirdim ama yine de korkardım. Aklım çıkardı. Dizlerimin üzerine yükseldim. Fetih ağzından uçak sesi çıkardıkça Sezen kollarını açmayı öğrenmiş, gülücükleriyle bahçedeki solmuş çiçekleri canlandırıyordu. “Fetih Allah aşkına yapma,” dedim ve uçak usulca acil iniş yaptı. Yanımda diz çöktüler.
“Ve uçak iniş yapar,” dedi ve ağzından iniş sesi(?) çıkardı. Püskürterek güldüm. Abidik gubidik sesler çıkarmada ustaydı artık kendisi. Sezen’e baktı. “Bakma öyle anne kızıyor. O yokken oynarız.”
“Fetih…”
“Kandırıyorum onu,” dedi bana bakarak. Sonra kızına baktı ve aynı şeyi söyledi. “Kandırıyorum onu!”
Kızının ribanasını düzeltti, bozulmuş saçlarını taradı parmaklarını. “Bahçıvanlardan biri nasıl bu kadar pasaklı çalışıp diğeri nasıl bu kadar temiz kaldı?” diye sordu. Temiz olan Sezen’di. Gerisini konuşmak istemiyordum. Üstümü silktim. “O işten kaytardı çünkü. Hani sen çalışmayan eleman sevmezdim. Sen çok değiştin ya. Vallahi sen çok değiştin. Katlanamıyor…”
“Ba…”
Duraksadım… Sadece ben. “Nabza göre şerbet Efsun. Çocuk işçiye ben karşıyım zaten. Ne işi var benim kızımın toz toprak içinde.”
“Ba…”
Şaşkınca Sezen’e baktım ve doğruldu bedenim. “Ne dedi o?” Kalbim kemiklerime çarpıyordu adeta. Bu bir hece miydi? Kesinlikle hayır!
“Ne dedi?”
“Bir şey dedi Fetih!”
Söylemediyse ya da yeniden söylemeyecekse Fetih’in hevesini kırmak istemiyordum. “Konuyu değiştirme Efsun. Nereden benim kızımın küreği? Kızım ben sana onu oyna diye aldım, amelelik yap diy…”
“Bab…” Fetih de yarım kaldı. Bir kitabın yarım kalması gibi sarsıcı bir yarım kalıştı bu. Dondu kaldı. Sezen’e bile indiremedi başını. Göz bebekleri büyüdü. Hareketsizce bana baktı. “…a”
İkimiz de hareket etmedik. Sezen dikkati dağılırsa başka bir heceye geçiş yapabilirdi. Avucunun içini birkaç kez babasının yanağına vurdu. Bir oyun gibi darbelerini indirdikçe Fetih ona baksın istiyordu ama Fetih hareket etmiyordu. Fiziksel hamleleri yeterli kalmadı, sözlü bir girişimde de bulundu. Dedi.
“Babba… Baba.”
Duyduğuma inanmamam için Sezen kısık sesle söylemeliydi ama adeta sesleniyordu. Baba dedi… Baba diye seslendi. Sezen’in babası deyişlerim meyvesini verdi. Sezen baba dedi…
“Fetih sakin ol ve sıkı tut,” dedim. Hareket etmiyordu.
Sezen tekrar etti. “Ba ba…”
Onu korkutacak bir tepki verirsek bir daha söylemekten korkardı diye hareketsiz duruyorduk galiba. Yani en azından ben… Puslu gözlerimle Sezen’e baktım. Babasına kaldırmıştı başını araya girmedim. Kızım diye yükselmemek için direniyordum halbuki. Fetih sonunda başını eğebildi ve kızının yanağındaki elini tuttu ve konuştu.
“Babam…”
Ben ağlamayacak kadar güçlü değildim…
“Efendim babacığım…” dedi titrek bir sesle. Fetih için zaman durdu, dünya dönmeyi bırakmadı belki ama çiçekler büyümeyi, sular akmayı, güneş batmayı bıraktı. Kızını aklını kaybetmeden nasıl seveceğini bulamadı.
“Babba…” dedi b sesini bastıra bastıra.
“Baban sana ölsün kızım…” dedi aylar önce bana verdiği sözü ilk kez çiğneyerek. Yaşayacaktık, ölmek yok demiştik ve aylardır yaşardık birbirimiz için. Ona kızamadım bile, hislerine müdahil olamadım. Fetih’in dudaklarından birkaç kesik mırıltı döküldü, kahkahalarla gülecek mi yoksa hıçkırıklarla ağlayacak mı bilmiyordum ama dünya üzerinde en mutlu insan olduğunu hissediyordu biliyordum. Sinesini kızının boynuna bastırdı, kucakladı kızını, elbisesinden sarıp sarmaladı onu. Onlara yaklaştım, Sezen’in saçlarını değil Fetih’in saçlarını okşadım. Zaten hep, Sezen’in ilk baba demesini dilerdim. Çünkü Sezen’in babası kavramı benim için paha biçilemez bir tabirdi. Fetih’e Fetih demekten çok hoşuma giden tek tabirdi.
“Efsun baba dedi duydun mu?”
İlk babalık yapışı değildi ama ona ilk kez baba deniyordu. “Evet… Hem de bir sürü kez!” başını salladı bir sürü kez. Zaten Sezen de bundan sonra bir sürü kez baba demeye devam etti.
“Öyle güzel bir his işte. Sıfırdan başlıyor ve ilk baba diyor. Eşim ilk birkaç hafta her baba dediğinde deli gibi sırıtırdı. Yavaş yavaş alıştı.”
“Oğlanlar peki?”
“Onlar ilk anne dediler. Hatta Mustafa bir süre eşime de anne diyordu,” söylediğim her aklıma gelen an gibi beni kıkır kıkır güldürdü. “O kadar anne kelimesine bağlıydı. Sonra aniden bana da babasına da anne demeyi bıraktı. Ona baba, bana Efsun dedi. Kurban olurum onlara,” dedim. Şimdi koştura koştura onlara koşacak, hepsini babalarına dürüp tek lokmada yiyecektim.
“Benim kızım da babasına anne dedi bir süre,” dedi hosteslerden biri. “Zor öğretmiştik babayı.”
Böyle böyle, anneyi rahatlattık. Uçuş anı gelince de ben oradaki boş koltuklara oturdum, kemerimi bağladım. Anne oturur pozisyona gelince ağrısı yeniden arttı. İnince de en önce bizi indirdiler, gelen sağlık ekiplerine genel durumu anlattım. Eşine numaramı verdim, en kötü ihtimalle beni son durumdan haberdar etsinler diye. Ambulans hızla hareket ederken aşağıda kaldım ben ve kendi ailemi beklemeye başladım. Hostes hanımefendi, Fetih’e yardım edebileceğini, topuklularla in çık yapmamamın daha sağlıklı olacağını söyledi. Üzerimde siyah askılı bir üst, onun da üstünde siyah bir kaban vardı. Altımda siyah bir kot pontolan ve stilletto vardı. Evet… Fetih bana bu topukluları giymemem konusunda gerekli uyarıyı yapmıştı ama ben… Maalesef. Laf dinlemezdim hâlâ bazen. İlk benimkiler inmişti zaten. Mustafa hostes ablasının kucağında, Fetih Reşat’ı kucaklamış, Sezen’in de elinden tutmuştu. Hepsi beni görünce bir doğruldu. “Yavaş kızım,” dedim babasının elini bırakmasın diye.
Demir merdivenlerden indiler “Anne bebek geldi mi?” diye sordu Sezen. Kızımıza macera yetiştiremiyorduk. “Yok biraz daha beklemeye karar vermiş!”
“Anne babam bana benim nasıl geldiğimi anlattı biliyor musun?”
“Leylekler?”
“Hikâyeyi biraz profesyonelleştirdim,” dedi Fetih saçlarımın arasına minik bir öpücük kondururken. Hostes Hanım’dan oğlumu aldım. Bana ayrı ayrı teşekkür ettiler, uğurladılar. “Öyle miii? Nasıl gelmişsin bakalım anlat.”
“Anne babam dedi ki senin annenin keçiler gibi boynuzları vardı.”
“Sezen bu aramızda kalacaktı…”
“Öyle mi dedi?”
“Evet. Bir de dedi ki keçiler çok inatçı olurmuş.”
“Kesinlikle katılmıyorum ben buna,” dedim yalnızca. Fetih’in eline tırnaklarımı geçirdiğimde hareketsizce yürüyordu.
“Anne sen o zaman keçi boynuzundan mı takıyordun saçına?”
“Nasıl anlattıysan öyle açıkla Fetih.”
“Sezen biz bunu sonra konuşalım mı annen biraz yorulmuş?”
Akşam odada yalnız kalınca saçlarını tek tek yolacaktım. Bana başka hal çare bırakmıyordu. “Yoruldun mu anne?”
“Birazcık,” dedim ve bizi karşılayan arabanın sahibi yanımıza sardı. “Hoş geldiniz, ben valizleri alıyorum içeriden abi. Siz geçin. Arkanızdan başka araçla geleceğim. Hoş geldiniz yenge.”
“Hoş bulduk. Teşekkür ederiz,” dedim ve araca doğru ilerledim. Fetih ne yapacağımız anlayınca konuşmayı uzun tutmadı ve açtığım kapının arasına geçti. “Geç kızım,” dedi ve Sezen’i oturttu. “Annen de öne geçecek.”
“Yok ben arakaya oturacağım, boynuzlarım ön tarafa sığmıyor.”
“Bağla kızım kemerini,” dedi ve eğilip çocuk koltuğuna Reşat’ı oturttu, sonra Mustafa’yı kucağımdan alıp yerleştirdi. “Hadi Efsun.”
“Ya boynuzlarım sığmıyor diyorum ön tarafa! Arkaya oturacağım,”
“Sevgilim hadi.”
“Ya sen boynuzların var dedin!”
“Güzel karım…”
“Ya boynuzlarım var ne kadar güzel olabilirim Allah aşkına?” beni karnımdan ite ite arabaya bindirdi. Kapıyı kapatmasına izin vermeden başımı tuttum “Ah boynuzlarım tavana çarpıyor ben bu koşullarda yolculuk yapamam. Ah, ah boynuz…”
“Ya seni var ya!” yüzüm hızla kıstırıldı ve elmacık kemiğime acımasız bir ısırık bırakıldı. “Boynuzlarınla beraber tek lokma yaparım benim ar damarıma basma bak.”
“Ah boynuzlarım, ah!”
Kapımı kapattı ve hızla sürücü koltuğuna geçti. “Kemerini bağla,” dedi. Burnundan getirene kadar söyleyecektim. Söylediğine bin pişman olacaktı. “Boynuzlarım ağırlık yapıyor bağlayamıyorum.”
“Fesuphanallah,” dedi ve kendisi bağladı. “Kızım,” dedi, bana değil Sezen’e. O ifşalamıştı onu. “Neden bunu babana yaptın?”
“Ah boynuzlarım acıyor!”
“Efsun…”
Bahçemize bir keçi alırsa ancak susacaktım. Bunu o istemişti. Sabır çeke çeke aracı çalıştırdı. Boynuzlarım ve ben başımı cama yasladım, Fetih’in eliyle olan tüm sırnaşmalarına yanıt vermedim. Arada telefon görüşmeleri yaptı geldiğimize dair, beni yaklaşıp öptü engel olamadım, boynuzlarımı uzattım öpecek misin diye, onları öpmedi.
Sessiz bir yoldan geçerken köşede tezgâh açmış bir adamın önünde yavaşça durdu. Baktım ne satıyor diye. Yassı şeftalilerden ve mısır vardı pikabında. Arkadaki herkes sızıp kalmıştı. Fetih cüzdanını alıp indi arabadan. Muhtemelen mısır alacaktı Sezen için. Çünkü Sezen mısırı tüm varlığıyla çok severdi. Her halini yer, her halini kullanırdı. Mısır koçaklı baskılı defteri, pijaması, kalemliği, yastık kılıfı ve daha fazlası vardı. Küçüklüğünden gelirdi bu sevdası. Adam oturduğu yerden kalktı ve hızla Fetih’e doğru ilerledi. Ben de indim, biraz da şeftali alsaydı.
“Kolay gelsin, hayırlı işler,” dedi abi. Acaba nasıl eve dönüyorlardı? Akşama kadar burada durmaktan korkmuyorlar mıydı?
“Sağ olasın. Hoş geldiniz. Ne vereyim abime?”
“İkisinden de alacağım. Mısırdan koy sen on beş yirmi tane.”
“Şeftali?”
“Ondan doldur abi koca bir torbayı, hanım seviyor,” dedi. Hanım… Kafamı yere eğdim boynuzlarımın gölgesini görmek için dikkatimin dağılmaması lazımdı. Adam gitti alabileceği en büyük torbayı aldı. “O çok olur ya,” diye girmek istedim araya ama “Yok yok abi sen koy,” dedi. Fetih aldıklarımızı bagaja taşırken adama elle tutulur miktarda para verdi. Para üstü de kabul etmedi. Umuyordum ki, en azından bugün burada durmasına değmişti.
“Temiz suyun var mı?” diye sordu. Adam bir koşu bize şişeden su getirdi. Fetih şeftalilerden iki üç tanesini yıkadı ve peçeteye sardı. İkimiz de ayrı ayrı kolay gelsin dedikten sonra arabaya geri bindik. Birkaç mendili açtı, üst üste koyup dizlerime yatırdı. “Tat bakalım,” dedi. “Güzel miymiş?”
Yassı şeftalilerden bir ısırık aldım. “Güzel,” dedim yola bakarken. Bal gibi tatlıydı.
“Bana tattırmayacak mısın?”
“Cık.”
“Peki, hanım sevdiyse ben de severim zaten.”
Freni çekti direksiyonu tuttu. Göz ucuyla ona baktım ve yola sabitleyip başımı şeftaliyi ağzına uzattım. Biraz parmağımı biraz şeftaliyi ısırdı. Eşek herif.
***
Senede iki bayram geçirirdik, dini olarak. Milli bayramlarda yolumuz ya Anıtkabir ya da Sezen’in gösterisi olursa okul olurdu. Dini bayramlardaysa iki durağımız vardı. Biri Sultan babaannenin evi, diğeri anne babamın mezarıydı. Sıraları değişirdi. Ben her ne kadar ilk babaanneni görelim dönüşte İzmir’e uğrayalım desem de Fetih kabul etmezdi. Sıraya koymuştu. Bir onun ailesine giderdik ilk, bir benim aileme. Adalet terazisi hiç şaşmazdı.
Sultan babaanne çok yaşlanmıştı. Eskiden o söylediğinde kızardım ama artık içten içe ben de geçiriyordum. Son bayramı olabilirdi… Bütün aile de bunun bilincindeydi. Tüm aile, apayrı şehirlerden kalkar gelirdi Kars’a. Senede en az iki kere, biz bazen daha fazla gelirdik buraya ve hiç eksik olmazdı. Koca çınar, Karadere ailesinin yaşayan en büyük üyesine, ama benim için en önemli özelliği babaannem olmasıydı, herkes büyük bir hürmet gösterirdi. Yarın sabaha kadar herkes bu eve doluşacaktı. Zaten o da büyük bir eve geçmişti bu kalabalığı kaldırmak için.
“Anne Efsun uyumuş mudur?” diye sordu Sezen. Yol bittikçe heyecanlanıyordu.
“Hiç sanmıyorum,” dedim. Sezen’i büyükannesini görmekten daha çok heyecanlandırırdı bazen buzağı Efsun’u görmek. Gerçi artık pek buzağı denmezdi ama…
“Peki halam geldi mi?”
“O yarın sabah gelecek.”
Zeliha Van’da göreve başlayalı iki yıl olmuştu. Buraya çok yakındı ve yarın sabah öğrencileriyle bayramlaşıp öyle gelecekti. Emir alacaktı onu.
“Emir dayım?”
“O da halanla gelecek.”
“Peki dedem?”
“Onlar gece gelirler.”
“Babaannem?”
“Beraber gelecekler.”
“Peki büyük halalarım.”
“Hepsi en geç yarına kadar burada olacak.”
“Burcu teyzem?”
“O İstanbul’da ailesiyle olacak.”
“Zafer ve Merthan amcam?”
“Onlar da bir tanem.”
Sanırım soracak başka da kimse kalmamıştı. Suskunlaştı. “Anneanneme ve dedeme ne zaman gideceğiz?”
“Dönüşte aşkım.”
“Onların yanına giderken başka elbise giyebilir miyim?”
“Sen nasıl istersen.”
“Ve yolculuk biter,” dedi kaptan. “Yolcularımızı aşağı alabiliriz.”
Hepimiz yavaşça indik. Senelerdir olduğu gibi kapıda karşılandık. Sultan babaanne artık daha zor yürürdü ama hiç oturduğu yerde beklemezdi bizi. Ve hâlâ ilk beni öperdi. Efsun kızım, derdi. Hiç gelinim demezdi. Kızı gibi severdi, elinden öpmeye çalışırken avucumun içinden öper yanağına yaslardı. Fetih artık en sona kalırdı çünkü benden sonra torunlara gelirdi sıra. Onlarla vakit geçirsin diye biz gelemediğimiz an bile onu getirirdik. Kalırdı bizimle. Defalarca kez tümüyle bize taşınmayı teklif etmiştim ama gelmiyordu. Belki de bende gelmezdim ileride, bilmiyordum. Anlıyordum onu.
Dila ve eşi ve de Devran ve eşi bizden önce gelmişti. Dila’nın henüz o kadar büyümemişti ama Devran’ın eşi Melek’in artık belirginleşmiş karnına dokundum. “Ay burada kim varmış?!”
“Ay burada kızım varmış!” dedi. Kollarımı ona sardım. Çok büyük bir aile çatışmasından sonra evlenmişlerdi ikisi de. Biri kız kaçırmıştı, diğeri ailesinin düşman olduğu ailenin oğluyla evlenmişti. Sevgi öylece karşısına dikilinebilecek bir şey olsaydı bunca kitap yazabilir miydi onu? Kalem korkar kırılırdı, mürekkep donar akmaz, kâğıt ürker yırtılırdı. İnsanlar sadece biraz geç anlardı bunu ve bazı insanlar da savaşmak zorunda kalırdı.
“Yesinler seni de kızını da.”
Dila’ya da sarıldım. “Seninkine yönelik bir şey diyemiyorum daha kız mı erkek mi belli değil.”
Yusuf “Erkek olacak,” dedi uzata uzata. Fetih ensesine doğru vurdu “Allah’ın işine mi karışıyorsun lan sen?” Bu adamı her huyundan vazgeçirebiliyordum da bu destursuz hareketlerini durduramıyordum. Herkes birbirine sarıldı, ikizleri onlara verirken ben Sezen ve Fetih Efsun’un yanına gittik. Evet büyük eve Efsun da onlarla beraber gelmişti. Efsun’u gördük, sevdik, Sezen’le her sene çektiğimiz geleneksel fotoğrafımızı çektik. İlk fotoğrafları benim kucağımdaydı, sonrakilerde Sezen önünde yavaş yavaş büyüyordu. O kadar güzel bir anıydı ki bizim adımıza…
Yavaşça eve doğru giderken “Ayakkabılara maalesef artık veda ediyoruz,” dedi Fetih.
“Çok mu üzüldün?”
“Çok…”
“Boynuzlarım hâlâ benimle üzülme.” Ayakkabımı çıkarırken duvara tutunmak istedim ama Fetih havada dolanan elimi tuttu ve bana yardımcı oldu. Beni izliyordu. Ayakkabımı çıkardım ama elimi üzerine bir buse kondursa da bırakmadı, tuttu sıkıca. “Buyurun hanımefendi,” dedi odanın kapısını gösterirken. Önden yürüdüm ellerimiz tamamen oturmayana kadar ayrılmadı. İkili koltuğun orta yerinde oturduk, dip dibe. Çünkü biz hâlâ koltukların, yatakların ve bankların iki yanını sevmezdik. Çünkü biz mutlaka bankların, koltukların ve yatakların orta yerinde dip dibe oturmalıydık.
Çocuklarımız insanların ellerine dağıldı. Yorgunlardı ama biraz sevmeleri için fırsat verdim. Hepsinin içindeki derin sevgiyi biliyordum, özlüyorlardı. Şımarıklık yapmak istemedim.
“Yoruldunuz mu kızım?” dedi babaannem.
“Yani biraz. Çocuklar yoruldu.”
“Büyükanne biliyor musun annem uçakta annesinin karnındaki bebeğin gelmesini engelledi.”
Dizlerinin üzerinde oturuyordu babaannemin. Yorardı öyle, birazdan yanlarına bir sandalye çekecektim. “O nasıl olmuş bakalım?” dedi.
“Bir tane kadın vardı içinde de bebek vardı. Annemin de içinde vardı ya Reşat ve Mustafa onun gibi. Sonra aniden bebek gelmek istedi doktor doktor diye bağırdılar. Benim annem de doktor ya hemen koştu.”
Bu kadar aksiyonlu değildi ama hiç bozmadık kızımı. “Sonra annem gitti. Bebeği ikna etti gelmesin diye. Yaa büyükanne. Bebek gelmedi. Yoksa havada doğacaktı. Kuş gibi,” dediği ona çok komik geldi, elini ağzına örtüp kıkır kıkır güldü. “Serçeler de havada doğuyor değil mi baba?”
“Evet babacığım.”
“Kargalar?”
“Onlar da.”
“Güvercinler?”
“Onlar da. Bütün kuşlar.”
Fetih göz ucuyla bana baktı sonra ağzının içinde geveledi. Ben bile tam anlamıyla duymadım. “…bir tanesi hariç…” bu kadarı bile gülümsetti beni. Dudaklarımı yaladım ve halıyı izledim. Bir tanesi hariç. Üç yavrusu olan, dört yavrusu da olacak bir serçe hariç tüm kuşlar gökyüzünde doğardı.
“Vaoov! Keşke ben de gökyüzünde doğsaydım!” dedi etkilenmiş bir sesle.
“Kadın şimdi doğurdu mu?” diye sordu Dila.
“Havada doğurmadı. Hastaneye gönderdik hızla havalimanından. Doğum başlamamıştı ben bıraktığımda.”
İki hamilenin de oldukça dikkatini çekti bu durum. “Yani hamileyken uçağa binilmesi riskli mi?”
“Biz yedi aylıktan sonra önermiyoruz açıkçası. Uzun yolculuk da yapılmamalı.”
“Peki doğum iznine ne zaman ayrılmalı saygıdeğer doktorum?” dedi yanımdaki adam. Ne kindardı! Allah’ım ne kindardı!
“Annemiz ne zaman uygun görürse saygıdeğer mimarım,” dediğimde göz göze geldik. Alttan alttan gülmüyor muydu bir de… Çıldırtacaktı şimdi beni.
“Anladım saygıdeğer doktorum. Anladım ama bu bilgi bana biraz uydurulmuş geldi.”
“Bu konuyu daha sonra aramızda masaya yatıralım olur mu?”
“Pek tabii! Yeter ki siz isteyin.”
“Ben acıktım ya,” dedi Melek eli karnındayken. “Yemeğe geçelim mi?”
“Vallahi ne yalan söyleyeyim biz de açız. Hadi geçelim ama en önce,” dedim ve ellerimi kaldırdım. “Eller!” dedi Sezen. Ailecek banyoya gittik ve ellerimizi yıkadık. İkizler de dahil. Kocaman bir masa kurulmuştu, en başta babaannem geçti, diğer köşelere biz. Reşat benim Mustafa Fetih’in kucağındaydı.
“Efsun abla böyle bazen, karnım tok olsa da kendimi aç gibi hissedip yemek yiyorum biliyor musun?” dedi Melek. “Dila sende de öyle oluyor mu?”
“Ben mide bulantısından yediğimden fazlasını kustuğum bir dönemdeyim ya.”
Devran ansızın “Pis boğazsın o yüzden,” dediğinde hepimiz ona bakakaldık. Fetih’in çatalı havadayken kuzenine baktı ters ters.
“Sen buradan daha pis boğaz gözüküyorsun Devran,” dedim açıkça sonra uzatmadan Melek’e baktım. “Bu his ne aralıklarla oluyor? Devamlı mı böyle?”
“Yok bazen. Yani aslında tokum. Yemek yedim ama midemde tokluk hissetmiyorum, yemeye devam etmek istiyorum.”
“Peki o anlar duygusal boşluk dönemlerine denk geliyor mu? Yoğun kaygı, moralini bozan bir başka şey, seni üzen ya da telaşlandıran?”
Melek oldukça durgun bir şekilde tabağına baktı ve derin bir nefes aldı. “Bilmiyorum, belki de.”
“Tamam biz bunu daha yakından gözleyelim. Sen hiç canını sıkma. Yemeğini ye,” dedim. İştahı kaçtı ama fark ettim. Morali bozuldu. İnsanlar arasında rahat olmaz diye üstelemedim, yalnız kalınca konuşmaya devam etti. Herkes bir süre sessizce durdu, sonra Dila “Efsun yenge Zena ne durumda ya?” dedi ansızın. “Vallahi neye dönüştü orası öyle? Devamlı bir haberi çıkıyor karşıma. Uçtu gitti orası. O gün yabancı bir influencer Türkiye’ye gelmiş, Zena’ya da uğramış. Zena’nın o sosyal proje durumunu anlattı, yemeklerini övdü. Video tam dört yüz bin beğeni almıştı! Yerli yabancı herkes reklamını yapıyor!”
“Nazar değmesin,” dediğim an Fetih hariç hepimiz kulağımızı çekip masaya vurduk. Hatta çocuklar bile taklit ettiler bize ama Fetih istifini bozmadı, neyse ki laf da etmedi. “Allah’a şükür, çok güzel şeyler oluyor. Öyle bir markalaştı ki artık zincir haline gelecek kadar isim hakkı isteniyor.”
“Veriyor musunuz?”
“Hayır tabi ki!”
“Nasıl hayır tabi ki, neden? Ay yenge yapmayın Allah aşkına!”
“Dila oranın bir misyonu ve vizyonu var? İsim hakkı verdiğimiz hangi mağaza bunu koruyacak, işe alımlarını bizim gibi yapacak Allah aşkına?”
“Ya ne önemi var bunun? Oradan gelecek para da kadınlara gider. Fetih abi sen de bir şey söylesene!” dedi. Aptal olduğumu düşünüyordu kesinlikle.
“Biz kadınlara yardım dağıtmıyoruz ki. Çalışmak isteyen dezavantajlı kadınlara istihdam sağlıyoruz. Yardım etseydik daha farklı yollar denerdik.”
Fetih başını salladı. “Efsun tümüyle doğru düşünüyor. Yardım sonu olan bir şeydir, bu şekilde sorun çözemezsin. Ülkenin durumunu düşün işte. Yardıma muhtaç hale getirilip yardım edilen halk değil yardıma ihtiyacı olmayan halk. Aynı mantık.”
Dila belki tümüyle ikna olmadı ama bakışları da yumuşadı. Hım, diye mırıldandı. “Yani… Peki sen nasıl yetişiyorsun bu işlere? Vallahi hamileliğim başladıktan sonra bazen kalkıp işe gidesim bile gelmiyor benim. Senin üç çocuk, doktorluk, bir de üstüne Zena…”
Sezen sanırım Zena’yı duyunca “Anne Ayşen teyze ve Sıla abla yarın gelecek mi?” diye sordu.
“Hayır, onlar da İstanbul’da geçirecekler bayramı,” hiç hoşuna gitmedi bu durum. “Zena’nın sanıldığı gibi başında ben yokum, ben sadece zamanında bir aracıydım,”
“Başladı yine mütevazilik kraliçesi,” dedi Fetih ağzının içinde.
“Kadın eli Zena. Her yerde çok güzel kadınlar var, dönüyor her şey tıkırında. Şu şube işlerine ben karışıyorum sadece. Bazen işe alımlara, bir de reçeteye yeni bir tarif girecekse ilk ben tatmak istiyorum. İş ve çocuklar da, zaten doğru bir insanla evliyseniz size yük olmuyor. Eksik kaldığınızda o yetişiyor, fazla kaldığınızda köşeye ayırıyor. Doğru insanla aynı yastığa baş koyuyorsanız, akşam o vakti yorulduğunuz için değil aynı yastığı paylaşmak için bekliyorsunuz. Gibi gibi gibi… Çok şey anlatılır bu konuda.”
“Anlatsana,” dedi Fetih. “Böyle mahreme kaymadan, üstten üstten anlat da duysun insanlar.”
“Hoşunuza mı gitti Fetih Bey?”
“Buralara gelmek için bir ömür bekledim ben Efsun Hanım.”
“Seneler sonra da böyle cilveleşmezsek seni boşarım Yusuf!” dedi işaret parmağını kocasına kaldırırken Dila. “Yemin ederim ki seni boşarım. Tanık olarak da bu ikisini yazarım.”
“Siz de sanıyorsunuz ki bu adam beni hiç çıldırtmıyor…”
“Allah Allah?”
“Ben öfkeden Fetih’in arkadan arabasına mı çarpmaya çalışmadım, çalıştığım hastaneye girmesini mi yasaklamadım, kendisi beni başhekime kadar şikâyet mi etmedi… Hep şov yapıyor. İnanmayın ya!”
Sanırım şaka yaptığımı sandılar da kahkahalarla güldüler. Halbuki fazlası vardı eksiği yoktu.
“Senin yok mu Fetih abi böyle şikayetlerin ya?” dedi Dila. Şimdi açacaktı ağzını yumacaktı gözünü. Hiç olmaz olur muydu…
“Yok. Ben hanımımdan memnunum. Allah başımdan eksik etmesin,” deyiverdi ama. Kelimeler canlıydı. Yaşatabilir, diriltebilir, şükrettirebilirdi. Kelimeler, ah bazı kelimeler…
Masadan kopan mırıltılar ve benim korkunç yenilgim... “Ya bak şimdi!”
“Baktım şimdi.”
Elim havalandı, yüzünü gözünü ısıracaktım. Anladı bunu ve etrafında melekler kanat çırptı. “Sakın,” dedi dudaklarını oynatarak, kaşları da otoriter şekilde havalandı. Tamam yapmayacaktım…. Alttan yalnızca elini tuttum. Parmaklarımız birbirine geçti, kolay kolay da ayrılmadı.
“Abi sen çok yükseltiyorsun çıtayı ya,” dedi Devran. Fetih masanın başında huylanmıştı bir kere ondan, ters ters ona baktı. Elimle baskı uyguladım çok ters bir şey söylemesin diye.
“Sen karın için Allah başımdan eksik etmesin diyemeyecek kadar çıtanı düşük tutuyorsan, ben o çıtayı seveyim Devran.”
Tümüyle haklıydı. Devran Melek’e baktı.
“Ya olur mu?” derken elini Melek’in omzuna koydu. “Allah tabi onu benim başımdan eksik etmesin. Bak dedim ama seninki gibi etki yaratmadı.”
Bu adam bu geceye özel mi bu kadar itici geliyordu gözüme? Ona demek istedim, zerre içten söylemediğin için olabilir mi diye ama Melek’in hatırına sustum tam olarak bunu hissetsem de.
“Devran yemeğini ye güzel kardeşim,” dedi sadece Fetih. Hamile karısının ve çocuklarımızın yanında çok da ileri gitmezdi zaten ama ikimizin de hoşuna gitmeyen ortak şeyler vardı. Farkındaydım. Yemeğin devamında sadece Sezen ve babaannemi dinledik. Birbirlerine anlatacak çok şeyleri vardı. Komik ve ikonik sohbetleri vardı. Onları dinlemek çok hoşuma gidiyordu. Sezen babaannesinin gözü olmuştu, yemesine yardım ediyordu. Saat olarak geç vardığımız için yemekten sonra oturmaya da çok insanın takati kalmamıştı. Sezen zaten büyükannesiyle uyurdu, bunu biliyordum ama bu kez Mustafa ve Reşat da büyükannelerinin paçalarına yapıştılar. Ne yapsak da bırakmadılar. Tamam demek durumunda kaldık. Ses cihazları yanımızdaydı zaten. Tamamen uykuya dalana kadar yanlarından ayrılmadık. Yolculuklardan sonra genelde deliksiz uyurlardı. Fetih benim hırkamı beşiklerine koydu, kokumu alsınlar da hiç uyanmasınlar diye. Sezen babaannemin koynunda uyuyakaldı. Herkes odasına geçti, biz Fetih’le yatağı olmayan bir odayı seçtik. Yer yatağı serdim, pijamalarımı giydim, cilt bakımımı yaptım da girdim yatağa ama Fetih henüz gelmedi.
Bu adam bensiz yolu mu bulamadı yoksa bensizlikten bir yere bayıldı mı diye korktuğum için aşağı indim. Normalde hiç huyum değildi kapı dinlemek ama Devran’ın “Abi aklım allak bullak,” deyişi benim kulak kabartmama neden oldu. Dinlemek hiç aklımda yoktu, Devran ben gidince susmaz demesem giderdim zaten yanlarına ama konuşmaları bölünmesin diye gitmedim. “Vallahi niye böyle böyle oldu anlamadım. Kafamda resmen şüpheler kol geziyor, böyle kaç senelik karımdan resmen soğ…” Devran’ın sesi bir bıçak darbesiyle kesilmiş gibi yok olduğunda korkuyla öne doğru uzandım. Fetih bir tane ağzının ortasına mı çarptı korkusuyla onlara baktım. Ağzının ortasına çarpmamıştı ama ensesinden yakaladığı Devran’ı oturduğu koltuktan iki büklüm doğrultmuştu. Neredeyse burun burunaydılar.
“Senin bu kafanı koparırsam hiçbir şüphen kalmaz gavat.”
Aynı serilikle Devran’ı koltuğa doğru geri itti ve bedenini devirdi. “Ne şüphesi lan? Ne şüphesinden bahsediyorsun oğlum sen bana? Senin o beyin kıvrımlarını sikerim Devran, bir daha düşünemezsin bile. Senin karın hamile, hormonları sana mı vurdu haysiyetsiz? Senin kanını sikerim Devran, aklını başına al.”
Gözlerini bir canavarmış gibi açmış, kurbanına bakıyordu adeta. Müdahale etmedim. İlk Devran beni fark etti ama ikisi de bir şey demedi varlığıma. “Madem böyle ılık götlüsün, o aklın çabuk karışıyor gidip kızı kaçırmayacaktın, gelmeyecektin kapımıza. Şimdi mi aklın başına geliyor?”
Melek… Şu an burada bu konuşmanın dönmesi bile öylesine üzdü ki beni, empati kurmak bile istemedi Melek’le. “Abi ben Melek’i seviyor…”
“Sikerim senin sevgini. Göt lalesi. Yok kafa karışmış da yok eskisi gibi hissetmiyormuş da… Oğlum sen ne yapıyorsun? Bak şu kadına bak,” dedi ve aniden çenesinden tutarak beni gösterdi bir iki saniyeliğine. O kadar sertti ki elleri, boynunu kıracak sandım.
“Bu kadın geldi o kızın ailesine senin için kefillik yaptı, o yaranı dikti. Ne için? Karın hamile kalınca aklın allak bullak olsun diye mi? Devran sana yemin ederim, bak sana yemin ederim o kadını üz seni yaka paça babasının kapısının önüne atarım. Ben bile dokunmam. O kadına da çocuğa da ömrümüz boyunca bakarız, seni babasının kapısının önüne atarım ne yaparlarsa yapsınlar sana. Duydun mu beni?”
Boğazlayacaktı, elinin altında hırpalıyordu. Hareketsizce onlara bakıyordum. O seneler önce kurşun yiyen adamdan farkı yoktu. Şimdi karşımda, hastaneye gelen ve sanki çocuğu kadın tek yapmış gibi küstahça davranan babalardan farksızdı. “Efsun yenge,” dedi. “Vallahi kötü bir şey demedim ya. Yemin ederim. Sadece Melek çok bunaltıyor beni, sıkıldım son birkaç gündür. Vallah…” durduğum yerden hiç çekinmeden suratına tükürdüm.
“Sana yazıklar olsun Devran. Ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum, sana yazıklar olsun. Bize de yazıklar olsun ki Melek’i sana layık gördük.”
Ne yapıyor olabilirdi? Onu bunaltacak ne yapıyor olabilirdi? En fazla canı bir şey çekmişti, bir başka şeye fazla tepki göstermiştir… Bu kadar kolay mıydı soğumak? Devran tam yeniden ağzını açacaktı ki Fetih “Lan sus,” dedi hiddetle. “Sus kendini savunma. Senin o beni bunaltıyor dediğin kadının, tuvalet alışkanlığından yatış şekline kadar tüm hayatı değişti. Sebep? Çocuğunuzu taşıyor diye! Yavşak köpek. O çocuğu taşıyabiliyor da sen o kadının tavrını mı kaldıramıyorsun? Devran siktir git kafanı topla, elimden bir kaza çıkacak yoksa. Git o kafanı topla ya da ben yerinden koparacağım.”
Tekme tokat kovdu yanından. Birkaç küfür saydırdı ardından. Başına ağrılar girmiş gibi şakaklarını ovuştururken yanına oturdum. “Fetih,” dedim korkuyla. “Başka biri yoktur değil mi?”
“Yoktur.”
“Emin misin? Olsa da korkudan sana söylemez.”
“Sen bu konuşmanın başında sırf böyle bir şey olup olmadığını öğrenmek için nasıl anlayışlı bir adam pozu kestim görsen gözlerin yaşarırdı.”
İyi ki de görmemiştim… Kalbime inerdi. İkimiz de öylece boşluğu izledik. Melek’le empati kurmadan durmak, adeta imkansızdı. Canım çok yanıyordu. Ben hastanede gördüğüm minicik anlara bile kahroluyordum. Melek benim tanığım biriydi üstelik. “Umarım sadece abuk subuk bir duygu karmaşası yaşıyordur.”
“Duygu karmaşasını sikeyim onun.”
Yanağımı koluna yasladım ve sessizliğine eşlik ettim. Aksi bir durumda, Fetih Devran’a söylediği her şeyi adım adım yapacaktı. Babasının kapısının önüne atmaya kadar. Asla bizden olan bu demezdi. Hak ettiği de buydu zaten ama ya Melek? O nasıl toparlayacaktı? Dakikalarca o konumda bekledik. Bu olayın takipçisi olacaktık. Buna karar verdik sonra Fetih odamıza gitmeyi teklif etti.
Fetih çocukları son kez kontrole gitti. Saç bandanamı takarken içeri girdi ve yerdeki yataklara baktı. Gülümsediğinde aynı sıcaklığı hissettiğini biliyordum.
İlk zamanlardaki gibi hissediyorduk.
Yalın ayak gelip girdi yatağa kapımızı kilitleyip. “Bu yatağı ilk kurduğumuz geceyi hatırlıyor musun?” diye sordum benliğimi bize döndürüp. Senede iki kere bu yatağa yatardık ve senede iki kere bu konuşmayı hiç sıkılmadan yapardık. Beş yıl önce de beş yıl sonra da bu böyle olacaktı.
“Unutur muyum? Araya barikat kurmuştun…”
“Babaannem geliyor diye beni korkutup tüm yatağı toplatmıştın Fetih! Az bile sana.”
“Barikat mı, affola. Yanlış oldu, Çin Seddi!”
“Bayıl bir de!”
Biz Fetih’le birbirimizin en büyük şansıydık.
“Ben sana o gece ne dedim ama? Bizde yatak ayrılmaz. Ayrıldı mı? Ayrılmadı. Sen istediğin kadar kur araya setler, barikatlar, mayınlar… Bizde yatak ayrılmaz.”
“İyi o zaman ben bu gece çocuklarla uyuyorum,”
“Hey hey,” o kolumdan tutmaya çalıştı, ben kalkmaya çalıştım. O çekiştirdi, ben kaçtım. Aşk biraz da böyle bir şeydi. O benim gitmeyeceğimi, ben onun bırakmayacağını bilirdim ama yine de kaçar ve kovalardık. Çünkü bilirdik, o beni yakaladığında ve ben ona yakalandığımda yatağa devrilirken bedenlerimiz, kahkahalarımız duvarları yalayıp geçerdi. Saçlarım dağıldı, gülüşlerim saçıldı. Fetih’in elleri bedenimi sarıp sarmaladı, tümüyle üstten beni himayesi altına aldı. Sinem onun göğsüne doğru yükseliyor, nefes nefes ona bakıyordum.
“Hayırdır Efsun Hanım, nereye?”
“İzniniz olursa çocuklarımın yanına.”
“Önce eş,” dedi kendinden emin bir sesle. Başımı salladım, “Önce eş,” dedin onun gibi. Fetih bana, bir başkasıyla evlensem, onu hiç tanımasam hiç bilmeyeceğim şeyi öğretmişti.
Önce eş gelmeliydi. Eşe duyulmayan sevginin ne kadarı çocuğa verilirse verilsin bir anlamı kalmıyordu. Annesi; babası tarafından sevilmeyen hiçbir çocuk, babasının sevgisiyle tatmin olamazdı. Babası; annesi tarafından sevilmeyen hiçbir çocuk yine tatmin olamazdı. Bizim canımızdan olanı elbet sevecektik, büyük çabalar bile gerekmiyordu bunun için. Çocuğumuzu sevmek bir mutlaktı ama rastgele tanıştığımız bir insanı, her zaman en çok sevmek o çocuklar için yapılabilecek en güzel şeydi ve tümüyle çabaydı. Şimdi anlıyordum, babam annemi benden çok severdi. Şimdi anlıyordum, annem babamı benden çok severdi ve bunun anlamı beni az sevmeleri demek değildi.
Fetih benim çok net hissettiğim şekilde beni çok başka bir yerde sevdiğini hissettiriyordu. Bense kendi hislerimle yüzleşeli çok olmuştu. Önce eş derdik, kendimize zaman zaman. Zaten çocuklarımızı koşulsuz ve mutlak halde sevecektik.
Dudaklarıma eğildi, dudaklarına uzandım. İki yapboz parçası birleşti, derin ve uzun bir öpüşme geçti aramızda. Ne zaman ellerimiz rahat durmadı, ne zaman üstümüzdeki kıyafetlere ulaştık bilmiyordum ama “Fetih,” dedim nefes nefese. “Babaannenin evindeyiz.”
“Biliyorum.”
“Biliyor gibi davran o zaman!”
“Ben nerede duracağımı bilirim.”
“Ben bilmem ama!” dedim açıkça. Dudaklarımın üzerinde ufak bir kahkaha attı. Gülüşünün tadını aldım, derdim tasam silindi.
“Ha şöyle söyle ya! İradesizim söz konusu senken, aklımı kaybediyorum, duracağım yeri şaşırıyorum de bana.”
“Ha sen çok iradelisin yani bana karşı?” bunu yine bir inada dönüştürecek, bıktırana kadar onunla uğraşacaktım. Evet çok hoşuma gidiyordu onu bile isteye sinir etmek. Ben altmış yaşına gelecektim, yine Fetih’i kızdıracaktım.
“Bilakis ben en çok sana karşı iradeliyim, aklım en çok seninleyken başında ve söz konusu senken duracağım yeri hep biliyorum,” dedi ve o hazzımı elimden aldı. Bu saatten sonra o sinir etme motivasyonu kalamazdı bende.
“Sen yaşın geçtikçe romantik oluyorsun farkında mısın? Başındaki beyazlar arttıkça, romantikleşiyorsun.”
“Konu yine benim beyazlarıma mı geldi?”
“Üzülme yaşlandın diye seni daha az sevmeyeceğim. Kartlaşsan bile, sana toplu taşımada yer verseler de ben seni sevm…” alt dudağımı dişlerinin arasına kıstırıp başını kaldırdı. Bedenin altında inledim. “Ah!” dişlerinden kurtulduğum gibi hızla dudaklarımı ağzımın içine çektim ve acısının geçmesini bekledim. Gözleri biraz dudaklarımda, biraz gerdanımda, biraz da dekoltemde dolaştı. Bu gecenin sonu bu mesafede durmaya devam edersek iyi olmayacaktı.
“Dudaklarıma dolgu yaptıracağım,” dedim alakasızca. “O zaman böyle ısıramazsın da.”
“Başladı senin mesain. Efsun… Sence ihtiyacın var mı sevgilim?”
Bir dönem çok ciddi bir düşünme dönemim olmuştu. Yaptıracaktım ama bir şekilde vazgeçmiştim. Ara ara geliyordu. Dudaklarıma dokundum. “Var sanki ya,” dedim ciddi bir sesle. Yine destursuzca aklıma düştü. “Bence yapmalıyım Fetih. Yaşımız büyüdü, yüzün artık ihtiyaçları oluyor. Minik dolgular, botokslar hatta. Hadi saçımı transparan boyayla idare ediyorum da bilmiyorum arada aynada kendime bakarken…” kaşları havalandı şaşkınca.
“Ne olur bana şarap gibi yıllandığını gördüğünü söyle.”
“Bak yine abartıyorsun,” dedim söylediğinin hoşuma gittiğini gizlerken. “Gözlerimin etrafındaki kırışıklıklar…”
“İlk karşıma çıktığında yoktu. Benimle yaş aldığını hatırlatıyor. Çok hoşuma gidiyor hepsi. Kaşların havaya kalkınca alnında da oluşuyor. Onlar da. Bana kalsa saçındaki birkaç beyaz telin de boyaya ihtiyacı yoktu. Üç tane çocuk doğurdun, bir dur da bunu anlayalım ya. Bu böyle iki dirhem bir çekirdek halin…” benlerimi süpürüyordu parmakları. Bakışları dalgınlaşmıştı. “Spor yapa yapa belirginleşmiş karın kasların, yaş aldıkça daha da oturan yüzün, bir durul da artık üç tane çocuğu var diyelim artık bu kadının…”
“Ama…” hiçbir şey onun gördüğü kadar mükemmel değildi. Bu hep böyleydi. Fetih beni hep olduğumdan daha fazla görürdü.
“Ama sen ben aynaya bakarken kendimi mutsuz hissediyorum diyorsan, benim sana seni kendi gözümden gösterme şansım olmadığı için, kendini hiç dışarıdan görmeyeceğin için bu hissini yok edemem. Sen ne yaparsan yap seni o halinle çok beğenmeye devam edeceğim. Çünkü hiçbir şey çehreni değiştiremeyecek, o yüzden yorum yapmayacağım,”
Artık beni, istediğim şeyi kötüleyerek vazgeçirmeye çalışıyordu. Ne düşündüğünü anlatıyor, o halimle de gözünde bir değişime uğramayacağımı belirtiyor ve son kararı bana bırakıyordu.
“Yaşlanmadım yani?”
“Çok gerimde kaldın, az da olsa yaşlanman lazım.”
Otuz yaş sendromu mu geçiriyordum? Allah’ım hayır sadece Fetih’ten övgü duymak istiyordum! Evet, tek amacım buydu. Bazen, durup dururken Fetih’in ruhumu daha çok okşamasını isterdim.
“Tamam senin saçına da transparan boya yapalım o zaman?”
Başını düşürdü, alnı alnıma çarptı ve kıkır kıkır güldü dibimde. “Of Efsun, of,” dedi. Babaanneme söyleyecektim bana of çekiyordu. “Yedin bitirdin beni, yedin bitirdin.” Kıkırdaya kıkırdaya sardım kollarımı boynuNa. “Ben kendimi genç hissediyorum ayrıca,” diye savunmaya da geçti. Yani en azından Fetih benim gibi otururken ay ay ay anam diye sesler çıkarmıyordu henüz benim gibi. Ben… Evet çıkarıyordum… “Benim üç tane evladım var, her birinin haberini aldığımda beşer yıl gençleştim, Sezen büyüdükçe beni gençleştiriyor zaten. Hiç gelme bana bu muhabbetlerle. Ben gencim.”
Evet çocukları gençleştiriyordu ben yaşlandırıyordum. Doğru söylüyordu. “Gerçekten Fetih, sana 15 yıl vermişim. Hiç nasıl ödeyeceğim bu kadının hakkını diyor musun?”
“Diyorum…”
“Tamam o yurt dışı alışveriş sepetimi senin kartından onaylayalım? Birazını ödersin.”
“O sepeti ne senin kartından ne de benim kartımdan onaylamıyoruz Efsun,” dedi. Omuzlarım düştü, dudak büktüm başka yöne bakarken. “Tek bir şey bile kullanabileceğin bir şey değil. Sırf can sıkıntısından ya sadece o yeni çıkan saçma sapan uygulamayı kullanmak için…”
“On beş yıla yazık,” dedim başımı iki yana sallayarak. O sepet hâlâ onaylanmadıysa söylediğine biraz olsun hak vermemdendi. Bir de gelen her şeyin kullanılmayacak kadar kötü bir kalitede olmasındandı ama yine de konuyu uzattım. Naz yapasım vardı. “Boşuna on beş yıl vermişim. Gerçekten… Kalbim çok kırık, nasıl anlatabilirim bilmiyorum içimdeki üzüntüyü. On beş yılın karşılığı basit bir tutardaki alışveriş sepe…”
“Bir beş yıl daha teklif edersen, kartımı hemen şimdi verebilirim…” deyiverdi aniden ve lafımı nefesimi durdurarak kesti. Gözlerim kocaman açıldı ve donup kaldım. İsmini bile söyleyemedim.
“Şaka…” dedi sevimsiz bir tonda. Yapılmaması gereken bir şakaydı! “Son beş yılımın üzerinden çok uzun bir vakit geçmedi. Tamam şaka yaptım bakma öyle,” dedi mahcup bir sesle. Evet son beş yılın üzerinden gerçekten çok da uzun bir zaman geçmemişti ama bundan sonra muhtemelen geçecekti de zaten.
“Şakamatik, basıyorsun şaka yapıyorsun,” dedim ve burnunun üzerine bastım. Bu konuda yaşadığı son sevincini hatırladım, Fetih sahiden beş yıl gençleşiyordu. Tüm gerçekliğiyle çarpıştım, ben şimdiye kadar nasıl bu tespiti yapmamış ve kullanmamıştım bunu yahu? Fetih’e on beş yıl bahşetmiştim. Ona bunu ben dışında kim yapabilirdi?
Bilgisayar ekranının önünde sandalyeye değil, yere çökmüştüm. Ayaklarım sızlıyordu konumumdan ötürü ama kalkıp sandalyeye oturmaya eriniyordum. Stres tırnak kenarlarıma kadar sıçramıştı. Etlerim kalkmıştı hep, ağzımın içinde kanayacak kadar koparılıyordu. Sonuç ekranı bir türlü açılmıyor, ekranın orta yerinde dönüp duruyordu bağlantı sembolü. Saate baktım, Fetih birazdan arayacaktı. Geldiklerinin haberini verecekti. Dönen sembol önce dondu sonra yok oldu ve sonuç sayfası yavaşça açıldı. Farenin ucu elimin altında döndü ve sayfayı aşağı kaydırdım.
Beta hCG 19.640 mlU/ml
Topuklu ayakkabılarımın üzerinde bu pozisyonda durmak, normal bir an için sorunsuzdu ama ya şimdi? Bir an topuğum kaydı ve dizim yere çarptı, her şey üst üste geldi ve telefonum çaldı. Korkuyla kalkmak isterken yerimden yeniden dengemi kaybettim, zorlukla tutundum masaya ve dengemi korudum. Bilgisayar ekranını hızla kapattım ve telefonu avucumun içine aldım. Bir ekrana, bir bilgisayara bir karşı aynadan kendime bakıyordum. Neyden korkuyordum bilmiyordum ama artık dudaklarımı kemiriyor, çalan sesten korkuyor, bilgisayardan korkuyordum. Başımı avuçlarımın arasına aldım ve yere baktım dehşetle.
Hamileydim.
Elimi kalbime bastırdım ve yeniden ekranı açtım ve sonucu kontrol ettim. Kalbim öylesine hızlanmıştı ki, odada telefon sesi olmasa duyulacak tek şey kalbimdi. Kulaklarım yanıyor, yüzüm kızarmış, ellerim soğumuştu. Karnımda bir kasılma hissettim.
Hamileydim.
Adeta titriyordum yerimde, hızla bir yere oturdum ve orta yerdeki sehpayı izledim. Hamileydim…
Kapanan telefon bir daha çaldı, yine sadece baktım. Allah’ım hamileydim. Karnıma dokundum, seneler sonra ilk kez aynı niyetle “Efsun hamilesin!” dedim dakikalar sonra. Bu beni daha çok ürküttü, sonra telaşlandırdı, ayağa kaldırdı, masanın etrafında bir tur döndüm ve yeniden oturdum. Bir an sulanmış gözlerimden sandım ki ağlayacağım, elimi ağzıma örttüm ama gülüşlerimi örttüm. Ağzımda olan ellerim yüzümü örttü. Dirseklerimi dizlerime bastırdım, öne doğru eğildim. Orada ne kadar kaldım, gözyaşlarım kahkahalarımla beraber ne kadar süre aktı geçti bilmiyordum. Ayağa kalktım, koridorda biraz yürüdüm ve odaya geri döndüm. Ekrana bir kez daha baktım, odayı turladım ve sehpanın üzerine oturdum bu kez.
Duramıyordum yerimde! Hamileydim.
Telefonum bilmem kaçıncı kez, yeniden çaldığında ekrana bakmadan açtım.
“Şu telefonu açıp müsait değilim demeyi öğrenecek misin sen?”
Akan makyajım için bir mendil alıp ıslattım. “Geldiniz mi?” dedim titrek bir sesle. Aynadan kendime baktım, dehşet içinde. İfademi bozamıyordum, elimi sık sık dehşetle kafama bastırıyordum.
Hamileydim!
“Geldik Efsun,” dedi mesafeli bir sesle. Yüzümü koluma gömdüm sesim çıkmasın diye. Bana neden kızdığını bilse o çok üzülürdü, benimse gülesim geldi. Kontrolsüzce güldüm. Beni sokaklarca kovalamak ya da benimle saatlerce sevişmek isteyecek kadar sinirliydi şu an.
“Tamam hemen iniyorum ben.”
Hızla çantamı aldım, sonuç kağıdının çıktısını aldım ve katlayıp çantaya koydum. Hızlı hızlı aşağı inerken kapıdan önce kafamı çıkardım, ellerimi salladım onlara. Sezen bana koşmak için hazırlanmak adına böyle bir sinyal çakmamı istemişti. Kışın soğuğundan korumak için babası, mont, atkı, şapka, eldiven… Ne bulduysa takmıştı. Tavşan kulaklı beresinin içinde kaybolmuştu kafası. “Anne!” diye adeta çığlık attı. Güvenlikteki abi gülümseyerek Sezen’e baktı. Bana bir kez demişti ki, ben her nöbetimde o kadar alıştım ki hocam senin kızın sesine, duymayınca nöbetim iyi geçmiyor. Sezen üzerindekilerin ağırlığından zorlukla elini salladı bana ve koşmaya başladı.
Genelde babası da arkasından koşardı ve yarışırlardı ama bu kez yapmadılar. Fetih arabanın önünde tüm huysuzluğuyla durmaya devam etti. Bana bile bakmadı sadece Sezen’e bakıyordu. Ben ona, o bana doğru koştu ve orta yerde buluştuk. Bu kez aramıza giren bir babası da yoktu. Oldukça dramatik bir kavuşma yaşadık, kollarımızı birbirimize sardık. Kucakladım kızımı. Yakında kucaklayamayacak mıydım? Acıyla eğdim başımı. Ben Sezen’i kucaklamayı çok severdim. Yine dehşetle ellerimi kafama koymak istedim. Sezen ellerini çırptı ve “Ben kazandım! Baba ben kazandım! Anne ben kazandım bak!” atkısı ağzına kadar giriyordu. Biraz aşağı doğru çekiştirdim. Fetih ağzına kadar sarmıştı atkıyı. Sezen babasını görmek pahasına kafasını boynu ağrıyacak kadar geriye savurdu. Üstü izin vermiyordu rahat hareket etmesine. Babasını bu kadar geride beklemiyordu. “Baba!” diye seslendi şaşkınca.
“Baba yarış başlamıştı ben kazandım!”
Evet… Tek derdi buydu.
Başını tuttum ve düzelttim yavaşça. “Evet aşkım sen kazandın, baban yaşlandı artık koşamıyor. Alkış kızıma.”
Baban. Babanız… Sizin. Senin ve kardeşinin. Kucağımda Sezen’le hastaneye kadar koşup gelecektim az daha. Durmadan oradan buraya volta atmak istiyordum.
Ben hamileydim…
Fetih katiyen kabul etmese de bende biraz Fetih korkusu vardı. Yoksa kesinlikle Sezen’le tüm hastaneyi koştura koştura turlama isteğimi bastıramazdım. Fetih’in bu bakışsızlıkları altında yapabildiğim tek şey ona doğru ilerlemek oldu. Sezen kendini alkışladığında bahçeden birkaç göz bize döndü. Güvenlikteki abi de birkaç kez kızımı alkışladı. Ben alkışlayamıyordum kucağımda diye, Fetih’se alkışlamıyordu. Kızımla beraber arabaya doğru yürüdük. “Baba ben kazandım,” dedi tekrardan. Alkışlanmıyordu, bu yüzden inanmıyordu da kazandığına. Çünkü babasından onay alması onun için her şeyden önemliydi. Fetih bana bakmadan kızına döndü. “Evet kızım sen kazandın, aferin sana.”
Bir iki çıp çıp yaptı sonra bıraktı. “Gel bakalım koltuğumuza yerleşelim,” dedi ve aldı kucağımdan. Sezen’i yerleştirdikten sonra yüzüme bakmadan arabaya bindi. Allah’ım çok sinirliydi, bahçeye doğru baktım. Koşup gelmek istiyordum. Bacaklarımı zor zapt ettim de arabaya bindim.
Fetih dümdüz yola bakıyordu. Bilmeliydi ki kırıcı oluyordu…. Her ne kadar tebessüm etsem de, arabanın önünde öylece kalakalmak hoş değildi. Peki dedim kendi kendime. Yavaşça oturdum yan koltuğa. Öpmeyecek miydi? Sence Efsun? Peki…
Hamileydim!
Bacak bacak üstüne attım ve “Sana da merhaba Fetih,” dedim. Merhaba mı? Yabancı gibi! Ama o merhaba bile demedi. Ben senelerdir çok dikkat ederdim telefonlarını açmaya. İlk kez bugün birden fazla çalmıştı da açmamıştım. İlk kez… Bugün… Hamile olduğumu öğreniyordum. Gözlerim kocaman açıldı.
Hamileydim!
Parmaklarım, ellerim, ayaklarım yerinde durmadı. Arabadan inip koşturamadım bir yerlere ama Fetih’in dikkatini çekecek kadar hareket ettim. Baktı ve geçti. Evet hiçbir şey yapmadı. Sadece sürdü arabayı. Sanırım bana çok kızgındı ama bilmeliydi ki ben artık tek kalp tek vücut değildim. Kızmasa olur muydu? Sezen’in anlattıklarıyla geçirdik yolu, Fetih neredeyse hiç konuşmadı. İlk ben indim arabadan. Sezen’i hızlıca aldım kucağıma yoksa deli danalar gibi koşturacaktım. Hızlı hızlı dans ede ede girdik evimize. Eros ilk geldi yanımıza. Sezen’le abartılı bir kavuşma yaşadılar. Sonra Şeftali geldi, onu kucakladım. “Kızım,” dedim. Yeniden abla oluyorsun…
Evin içinde oradan oraya koşturuyordum, sırayla herkesi öpüyordum. Fetih hariç. Hızla sofrayı kurdum, Fetih’e fırsat bile vermedim. Birkaç kez gizlice bir odaya girip kâğıda baktım. Sonra çıktım. Sezen bugün fazla kudurmuş olacak ki yemek masasında bile uyukluyordu, hemen onu yatırdık. Fetih yine yüzüme bakmıyordu. Sonra da çalışma odasına çekildi zaten sessizce. Tek kelime bile etmiyordu. Belki de bu şekilde akıllanacağımı düşünüyordu ama hiç neden açamadığıma kafa yormuyordu. Çünkü o sanıyordu ki sebep ne olursa olsun, beni biraz bile haklı çıkarmazdı.
Gözlerinde kahverengi gözlükleri vardı, geriye yaslanmış ve ekrana bakıyor, zaman zaman ekranı kaydırıyordu. Ne kapısını çaldım ne de gelebilir miyim diye sordum. İşin doğrusu, gelme deme ihtimali vardı. Bahçeye çıkıp evin etrafında turlamamak için zor tutuyordum kendimi. Fetih’e söylemem gerekiyordu. İçim içime sığmıyordu, şehir değiştirecektim koşarken.
Geldiğimi fark etti ama fark etmese aynı tepkiyle duracaktı. Onu izledim bir süre, gözlerini bile oynatmadı. İnsan izlendiği için bile rahatsız olur bakardı. Üzerimde lila renginde saten bir gecelik vardı. Askılı için üstünde takıma ait ceket vardı ve ipi gevşek bir şekilde bağlıydı. Destursuzca gittim kucağına oturdum ve “Çok pardon,” dedim sanki yanına otururken ona çarpmış gibi. Bilgisayar ekranını kendime çevirdim ve bendeki bir fotoğrafı Fetih’e attım ve yazıcıya gönderdim.
Bu seneler önce Fetih’in okulun duvarına çizdiği serçe ve dört yavrusunun fotoğrafıydı. Oradaki tek bir serçe boyalıydı, geriye kalanlar boyanmamıştı daha fotoğrafı çekerken. Fetih’in üzerinden bedenimi sarkıttım ve yazıcıya uzandım. Neredeyse düşecektim ki beyefendi ancak tutabildi belimi. “Ne yapıyorsun Efsun?” dedi ters bir sesle. Yazıcıdan resmi aldım ve çekmeceden Sezen’in renkli boyalarına uzandım. Fetih ve bizim kalemlerimizle dolu olan çekmeceleri. Bazen çok dağınık bırakırdım, Fetih kızınca suçu Sezen’e atardım ama Sezen bir kez hiç anlaşmadan, uyarı almadım çekmecenin önünde “Anneeee, topla şu kalemlerini!” diye beni uyarana kadar.
Babası kılıklı.
“Sezen boyama yaptıkça ben çok özeniyorum biliyor musun? Çocukluğumu falan hatırlıyorum galiba… Hatta önünden alıp boyayasım geliyor. Sende de oluyor mu?”
“Olmuyor.”
“Peki…” dedim sakince. Beni her an kovabilirdi. “Bu çizdiğin resmi hatırlıyor musun? Hadi bunu boyayalım,” dedim, ona kalemleri uzattım. Aslında tek bir serçeyi boyatmaktı amacım ama o sadece kalemlere baktı. Almadı.
“Bilgisayarı alabilir miyim? Çalışmam lazım.”
“Hani çoluk çocuğa karışınca çok çalışmayacaktın?” diye sordum bilmiş bilmiş.
“Çok çalışmıyorum zaten Efsun.”
“Saat kaç olmuş, ya ne yapıyorsun?”
Gözleri sonunda beni bulabildi ve kızgın suratıyla izledi beni. “Sana olan kızgınlığım geçsin diye bekliyorum, oldu mu?” dedi açıkça.
“Bana niye kızgınsın ki?”
“Alay mı ediyorsun Efsun?”
Gözlerimi büyütüp yüzünü inceledim. Salağa mı yatıyorum yoksa gerçekten salak tarafımdan mı kalktım diye şüpheye düşsün istiyordum. “Her ne olursa olsun o siktiğimin telefonunun açacağız dedik değil mi? Açıp müsait değilim deyip kapatacaktık ama açacaktık.”
“Küfretme, kocaman adamsın. Çoluk çocuğa karıştın.” Çoluk çocuk… Ne tatlı bir terimdi ama ipi kopmuş gibi devam etti. Çok uzun zamandır Fetih’ten yanımda bu denli küfür duymamıştım.
“Ya ben bu işin bana gelişini sikeyim ki senelerdir zerre sözümü dinletemiyorum sana.”
“Ben de bu işin bana gelişini seveyim ki senelerdir şu küfrü tümüyle bıraktıramadım sana.”
Başını geriye yasladı ve tavana bakıp sabır diledi. Ellerimi yavaşça çenesine yerleştirdim. Çene kemiğinden ensesine doğru kayan bir masaja başladım. Çok gergindi, biraz olsun rahatlasın istiyordum. “Özür dilerim, haklısın.”
“Başımıza taş mı yağacak?”
“Abartma geri alırım özrümü.”
Ben ensesinden masaj yaptıkça, sertliği yumuşuyor, rahatladıkça zaman zaman yutkunuyordu. Âdem elması her hareket ettiğinde bu konumda ne kadar çekici geldiğini bilse zerre kıpırdamazdı ve beni delirtmeye devam ederdi. Neyse ki farkında olmayacak kadar siniriyle boğuşuyordu. “Ama şaka bir yana sen çalışmaya devam et ya. Eski disiplinin geri gelsin, çok ara verdin. Ekonomi malum, bu devirde geçinmek çok zor. Özellikle çoluk çocukla,” dedim düşünceli bir sesle. Gerçekten buradan mı girecektim bu konuya? Kalkıp koşmaya başlasam, Fetih peşime düşse ve koşarken söylesem bile daha makuldü. Onun da çok garibine gitti bunlardan bahsetmem. Çünkü hiç konuşmazdık şükürler olsun ki. Başını kaldırdı ve bana baktı.
“Maaşının yetmediği ve taksitle alınmayan bir şey mi keşfettin?” diye sordu merakla. Sinirli olmasa komik adamdı aslında.
“Hayır.”
“Sezen mi istedi?”
“Hayır. Çok garip bir şey söylemedim ki? Öyle değil mi ama? Baksana nereye gidiyor durum? Çocuk büyütmek iyice zorlaştı. Allah küçük çocuğu olanlara yardım etsin. Maması, bezi… Gerçekten.”
O kadar garipsedi ki bu dediklerimi kızgınlığını unuttu adeta. Evet biz yardımımızı yapardık ama bu konular kendi aramızda konuştuğumuz şeyler olmazdı. Şükür ki halimiz vaktimiz yerindeydi.
“Hastaneye çok ihtiyacı olan biri mi geldi?” diye sordu. Yok illaki bir şey arayacaktı altında.
“Hayır ya! Sadece ülke sorunlarından konuşasım geldi. Yani biz sonuçta bilinçli insanlarız. Bazı şeyler bize dokunmuyor diye görmezden gelemeyiz ki. Görüyorum anneler babalar sevinçle beraber o ekonomik kaygıyı da taşıyorlar. Sen çalış çalış,” dedim sonlara doğru kısık sesle. Saçmalıyordum. Nasıl girecektim Allah’ım konuya?
“Öyle,” dedi beni incelerken. Kafasını karıştırmıştım. “Allah herkesin yardımcısı olsun da… Allah’a şükür bir şeye ihtiyacımız yok,” duraksadı ve bana baktı. “Yok değil mi? Bir şeye mi ihtiyacın var?”
Benim maaşımın dokunulmazlığı vardı, sadece özel ihtiyaçlarım için harcardım. Onun dışındaki her şeyi Fetih hallederdi, eve kendi maaşımdan harcama yapmamdan da hiç hoşlanmazdı. Çünkü o parayı ben çok zor koşullarda kazanıyordum, alnımın teriydi ve ben hariç herkese haramdı ona göre. Kesinlikle abartılı bir fikirdi ama bunu da, biz de kadının parasına dokunulmaz Efsun diyerek normalleştirmişti. Bir gün iflas ederse diye birikim yapıyorum demek isterdim ama hayır bir gün iflas ederse benim maaşım bizim maaşımız olurdu.
“Hayır canım, neye ihtiyacım olacak?”
“Emin misin?”
“Eminim Fetih, ben genel durumdan bahsediyorum. Yani insan bir kendini düşünemez ki. Evet bizi zorlamaz ne mama ne bez parası ama zorlanan insanlar da var. Aklına geliyor işte insanın. Yani öyle. İnsanın çocukları olunca, artık daha fazla çocuğu düşünmeye başlıyor. Annelik içgü….”
“İnsanın neyi olunca?”
“Boyama yapalım mı?” dedim neredeyse nefes nefese. Köşeye sıkıştım adeta. Kulaklarım uğulduyordu.
Neden bilmem utandım. Evet evet utandım. Karnım kıpır kıpır oldu, yanaklarım ısındı, boya kalemlerine baktım. “Sence diğer serçeyi hangi renge boyayalım?”
Ben kalemlere tek tek dokundum, sessizlik çöktü yanımıza. Fetih’in kucağında o ana kadar çok eğreti duruyordum. Her an kalkacak gibi ya da o beni kovacak gibi. Sonra ne oldu bilmem ansızın beni tuttu, sıkıca. Fetih gibi. Eşimin kucağında olduğunu sonunda hissedebildim ve kucağına tümüyle yerleştim.
“Neden bir serçe daha boyuyoruz?” diye sordu. Mavi boya kalemini aldım ve kaldırdım rastgele. “Bu renge boyayalım mı?”
“Sen bugün benim telefonumu niye açmadın?”
Her şeyi tersten yapardık zaten biz. Hiç bıkmadan usanmadan. Baştan sona doğru gitmek bizim için bir tutkuydu.
“Maviye boyayalım bence.”
Bir ilkokul çocuğu gibi resme yaklaştım. Kanat kısımlarındaki geçişleri daha koyu renk yapmak lazımdı, laciverti Fetih’in önüne koydum. “İstersen sen de renk geçişlerini yap.” İyice eğildim resme, yavaş yavaş boyamaya başladım. Beyninde oturan taşların seslerini duyabiliyordum. Saçlarımı kâğıda düşmesin diye yavaşça elleriyle topladı ve o da yaklaştı kâğıda. Eğilip önce bana baktı sonra boyadığım serçeye. Adeta bakmaya utanıyordum. Laciverti aldı ve boyamaya başladı o da. Öylesine muazzam renk geçişleri yaptı ki tek bir kalemle, benim boyam onun yanında özensiz kaldı.
Artık bir serçe daha boyanmıştı. Kalemi ben bırakmayınca o aldı elimden ve yavaşça çeneme dokundu. “Bak bakalım bana,”
“Hım,”
Ona döndüm ama çenesini izlemeye başladım. Niye bir suçlu gibi davranıyordum? Çok garipti! “Sen benim telefonumu açarsın, niye açmadın? Çok önemli bir işin mi vardı?”
Başımı salladım.
“Seninle alakalı bir iş miydi?”
Başımı salladım yeniden. Bugün bana hiç gülümsemeden uyuyacak diye ödüm kopmuştu… Dudakları titrek bir ifadeyle kıvrıldı. “Efsun,” dedi kısık bir sesle gözleri kısılmıştı, minicik kalmıştı. “Bak ben bir şey anlıyorum,” dedi seneler önceki gibi. “Düzelteceksen şimdi düzelt. Düzeltmezsen ve yanlışsam suçlusu kabahatlisi sensin.”
Sakallarını seve seve gözlerine baktım. Adeta titriyordu yüzündeki her uzuv. Geçen sefer de tam olarak böyle söylemişti değil mi? Dudaklarımı birbirine bastırdım ve soluklandım. Kelime oyunu yapmayı sürdürdük. “Yanlış anlamak senin huyun değildir ki hiç.” Elini usulca elime aldım ve karnımın üzerine getirdim. “Bugün sen ararken bir sonuç ekranının açılmasını bekliyordum, o yüzden açamadım. Özür dilerim,” Elimi karnına yine bir yorgan gibi örttü. Bu his… Yüreğimi titretti. Bu his kendinden hiçbir şey eksiltmemişti. Çok özlemiştim…
“Ne çıktı peki sonuçta?”
“Hamileyim…”
Öfkesini çoktan kaybetmişti de nasıl oldu da bu kadar hızlı değişti duygularımızın rengi ben anlayamadım. Alınlarımız çarpıştı, dudaklarımızdan dökülen ağlamaya başlamadan hemen öncesine aitti. Saatlerdir neşeyle oradan oraya koşturan bedenim artık olayın gerçekliğine bulanmıştı. İçimdeki koşturma hissi geçti, daha ağır bir şeyler çöktü. “Efsun kesin mi?”
“Kesin, şüphe değil. Hamileymişim,” ben hüngür hüngür ağlamaya hazırdım. Fetih beni kucaklamasa, benim saatlerdir yapmak istediğim gibi ortalıkta dönüp durmasa, ayaklarımı yerden kesmese, mutluluk nidaları ağzından fırlamasa, şükürleri benim adımla beraber bu kadar zikredilmese ben onun kucağında ağlar dururdum. Sevinçlerimiz tüm ev halkını uyandırdı.
Sanırım o da benimle aynı zamanları hatırlıyordu. O yüzden bir süre anlaşmadan sessizleştik. “İnan yaptığım en güzel şaka,” dedi tehlikeli bir sesle.
“Fetiiih!”
“Efsun güzelim.”
Hayır beni kandırmak için değil, tümüyle içinden geldiği için söylüyordu. Bu halime güle güle beni sarmaladı birkaç buse kondurdu tenime. Uykum vardı zaten, hemen uykuya dalacak kadar da kafam sakindi. Yarın tüm çocukların ne giyeceği, Zeliha’nın ne zaman geleceği her şeyi tamamdı. Kafamı meşgul eden hiçbir şey yoktu. Tabi sadece benim…
“Ya bir şey soracağım,” dedi Fetih. “Bu Sezen’in sınıfındaki, kaç yaşında?”
Çocuğun ismini kullanmadı ama anladım. “Aynı sınıfta olduklarına göre sevgilim?”
“Belki geç ya da erken başladı?”
“Peki bu bilgi senin tam olarak ne işe yarayacak?”
“Bir işe yarayacağından değil,” dedi ilgisiz bir sesle. Rol yapıyordu. Kafasında yine tilkiler dönüyordu. “Toplu sınıf fotoğraflarına baktım, bir tane çocuk diğerlerine göre küçük fiziken. O mu acaba dedim.”
“Oysa ne olacak?”
“Kızıma söyleyeyim ablalık yapsın. Çocuk daha minik Efsun, yardıma ihtiyacı vardır. Bilirsin Sezen sever böyle şeyleri,”
Arkam dönüktü o ana kadar, hayretle kafamı savurdum arkaya. “Fetih sınıf arkadaşı bunlar!”
“İnan hiç fark etmez.”
O kadar durup dururken sinirlerimi bozdu ki, çok kısa bir zamanda onun sinirlerini bozmaya karar verdim. “Biliyor musun benim babam da senin gibiydi?”
“Onur duyarım.”
“Bir kere bana demişti ki Efsun sınıfında senden önce doğan herkes senin abin, senden sonra doğan herkes de senin kardeşin.”
Keyifle kahkaha attı. “Çok büyük adam, doğru demiş yarın kızıma aynısını söyleyeceğim.”
Tüm bedenimle ona döndüm ve yüzümü ekşiterek ona baktım. Hiç alınmadı. “O zamanlar sınıfta bir çocuk vardı. Adı Egemen’di ve ben ona aşıktım,” dedim. Halbuki aşk bir çocuk için mümkün olan bir duygu değildi, sadece Egemen o kadar iyi bir oyun arkadaşıydı ki onunla vakit geçirmeyi çok severdim ama Fetih sinir olsun diye öyle söyledim. “Ve biliyor musun Egemen benimle aynı gün doğmuştu. 26 Ekim’de doğmuştuk. Tabi babam böyle söyleyince ben durur muyum? Hemen söyledim. Baba baba dedim, Egemen var ya benimle aynı günde doğmuş!”
Diyordum ya babamla çok benziyorlardı diye. Babamın da suratı aynen böyle bozulmuştu. Kahkaha atan annemi şimdi anlıyordum. Başımı salladım. “Öyle işte. Aklıma geldi aniden, anlatayım dedim. Bu da böyle bir anekdot olsun. Hadi iyi geceler sana,” dedim ve arkamı döndüm.
“Egemen kim ya?”
İlgiyi aldım Sezen’den ve kendime çektim. Gidip Sezen’e arkadaşıyla alakalı bir şey sorarsa onun burnundan getireceğimi bilsin diye anlatmıştım. Anlamıştı da.
“Dedim ya âşık olduğum çocuk diye. O kadar aşıktım ki, o okula gelmediğinde ben de gelmek istemiyor…”
“Efsun ne diyorsun sen ya?” diye çıkıştı, sesini yükseltti.
“Bu konuyu o aklında sonlandır, canım sıkılıyor diyorum. Küçücük çocuklardan bahsettiğimiz konulara bak!” yorganı kafama kadar çektim ve gözlerimi kapattım. Bir süre ses seda gelmedi. Sonra “Sen bu veledin soyadını hatırlıyor musun?” diye sordu. Öyle bir soru soruyordu ki cevap ne olursa olsun canı sıkılacaktı.
“Uyu Fetih.”
“Hatırlıyor musun hatırlamıyor musun?”
“Tabi ki hatırlamıyorum ama sen bu konuları açmaya devam edersen elbet aklıma gelir Fetih.”
“Yat uyu benim canımı sıkma,” dedi arsız. Tam bir aptaldı. Üç çocuğu da olsa, kıskandığında tam bir aptal gibi davranmaya devam ediyordu ve konuyu hemen kapatıyordu. Bir daha da asla bu konu açılmadı. Sezen’i büyük bir dertten kurtardım. Fetih’se… Çok düşünmekten bence bir süre uyuyamadı.
ne diyeceğimi şu an bilemiyorum. daha aklıselim okuduğumda yorum yapacağım..