UÇURTMAYI SEVMEK 1. BÖLÜM
- Dilan Durmaz
- 7 Eyl 2024
- 13 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 10 Eyl 2024
Zihinsel dağınıklıklar bir çanta gibi toplanamazdı.
Öyle ki Zeliha piyanosunun çevresine yaydığı çantasını toplayabildi ama dakikalar önce aralarında geçen diyaloğu toplayamadı. Birini seviyor olmalı, dedi kendi kendine. Platonik olmalı, dedi içinden. Kim acaba? Tanıdığım biri mi? Mümkün değil. Ortak tanıdığımız neredeyse her gün yan yana olmamıza rağmen çok az.
Hasır çantasını koluna astı, bu saatte burada kalan insanlara gülümsedi teker teker ve bulunduğu yerin dışına çıktı.
Dakikalar önce Zeliha’yla girdiği diyaloğun karmaşası içinde bitirmişti sigarasını Emir. Ne hissettiğini tam olarak seçemiyor, içindeki birden fazla dala tutunmuş duygularla arabasına yaslanmış gökyüzüne bakıyordu. Pişman mıydı? Tam olarak değil. Memnun mu peki? Sanmıyordu. Umut ya? Umut? O ne ola ki?
Zeliha’nın çıkışıyla Emir’in gözleri gökyüzünden güneşe indi. Zeliha gözlerini kaçırmadan Emir’e baktı, Emir’se bir kez onu süzdü ve elindeki sigarasını atmak için çöp aradı. Az ötede duran tenekeye sigara izmaritini atarken Zeliha’yla aynı anda kapıya ulaştılar ama Emir daha baskındı, açtı kapıyı.
“Daha neler.” dedi Zeliha. “Gerçekten daha neler.”
“Buyurun Zeliha Hanım.” Emir bunu, kasti olarak, yanakları öfke ve utanç arasında bir sallantıda kızarsın, ne yapacağını bilemesin ve ellerinin o telaşlı hareketini izlemek için yapıyordu. İstediği her şey birer birer oldu ve Zeliha söylenerek bindi arabaya.
“Bir daha olduğum yerin önünden geçsen bile gelip alma beni.” Emir kapıyı kapattı ve arabanın etrafından döndü, sürücü koltuğuna geçti. “Çok ciddiyim bu arada. Gerçekten alma.”
“Emrederseniz Zeliha Hanım.”
“Bayılacağım galiba, Emir abi sana söylüyorum.”
Emir dudaklarını birbirine mıhlamak istedi. Sadece yanaklarının içini ısırdı, dışarıdan minicik bir kelimenin onu rahatsız ettiğini belli etmedi. Bu kelime ne zamandır beri onu rahatsız ediyordu? Gözlerini yumup bu anı düşünmek istedi. Araba kullanmasa yapacaktı. Yakın bir tarih değil ama çok, haddinden fazla uzak bir tarih de değil. Gözleri küçüldü, bunu gece yastığa başını koyunca düşünecekti.
“Su vermemi ister misiniz Zeliha Hanım?”
Yaptığı şeye devam etti inadına. “Kasten yapıyorsun ne kadar rahatsız olduğumu bile bile. Kötü hissediyorum kendimi görmüyor musun?” Emir gülümseyerek yola baktı. “Böyle bir çalışan gibi davranıyorsun mahcup oluyorum bak bir gün gerçekten ihtiyacım olsa seni çağırmayacağım.” Zeliha bir cevap bekledi. Alamadı. Emir onun için bir çalışan değildi, böyle olduğu bir dönem bile yoktu. Ona hanım demesi bile Zeliha’ya korkunç kötü hissettiriyordu.
“Sana söylüyorum. Emir abi. Sana söylüyorum Emir a…” Zeliha tepkisizliği karşısında duraksadı ve kelimesini tamamlamadı. “Emir Bey size söylüyorum.” dedi en sonunda. Empati yeteneği öylesine bir seviyedeydi ki karşısındakini de öyle sanıyordu ama Emir’in kaşlarını keyifle havalanmasını izledi.
“Pekâlâ. O zaman beni evime bırakın Emir Bey ve bir daha sakın gelip almayın. Lütfen.”
Emir yanan kırmızı ışıkla aracı yavaşça durdurdu ve öfkeyle sivrilmiş çenesini karşıya dikmiş Zeliha’ya baktı. Bir süre onu izledi. “Olmuyor değil mi?” dedi eli direksiyonda karşıda yolu izleyen genç kıza bakarken. “Sonuna lütfen eklemeden, kibarlığını kaybederek cümle kuramıyorsun. Mizacında yok.”
Zeliha yanaklarını içine çekti ve cevap vermedi. Lütfen dediğini fark etmemişti bile. “Ama araban olunca, park edemeyince beni ararsın bak.”
“Arabam olmayacağı için bu tarz sorunlarla karşılaşacağımı sanmıyorum.” dedi Zeliha. Konu arabaya gelince öfkesi ince uzun bir boyun gibi başkaldırıyordu.
“Efsun yengemin ikna gücüne haksızlık yapıyorsun.” dedi Emir.
“Hayır Fetih abimin inadına layık davranıyorum.” dedi.
Çok garipti ikisinin de söyledikleri doğruydu. Söylediği sözün dışına çıkmayan, sözü senet olan bir adamdı ağabeyi. Yengesi de ortak dil konuşmadığı birini, kaldırımda kendi halinde yürüyen kediyi, uçan kuşu ama en çok eşini ikna edebilecek kuvvetteydi.
“Abin sadece endişe ediyor senin için.”
“Hayır beni hâlâ çocuk gibi görüyor.” dedi açıkça. Sonra dayanamadı ve “Çocuk muyum ben?” diye hiddetle Emir’e döndü. Evet cevabını alırsa arabasını durdurmasını söyleyecek, yağmurlu havada kulaklıklarını takarak yürüyecekti. Onu sık sık yoklayan varoluşsal sancılarla adım atacak, sonu gelmeyen içsel sorgular, geçmiş günler, gelecek günler, annesi, babası, ağabeyi ve yengesini düşünecek, aniden duracak birikmiş sulardaki yansımasına bakacak ve birkaç estetik fotoğraf çekecekti. Kendisini değil, çevresini.
Emir sesindeki titrekliği ilk an fark etti. Ağabeyinin hissettiği şeyin Zeliha’nın yaşıyla alakalı olmadığını fark edebiliyordu. Zeliha Emir’in gözünde büyümüştü, hatta beraber büyümüşlerdi. İkisi de eskiden çocuktu, şimdiyse iki yetişkin insandı ama ağabeyi Fetih için böyle değildi işler. Zeliha onun hiç büyümeyen bebeğiydi. Bu duyguyu yengesi Efsun daha iyi törpüleyebiliyordu ama ağabeyinin böyle bir gayesi yoktu.
“Karşımda idealist bir öğretmen adayı var.” dedi, gerçekten böyle düşündüğü içindi bu. Tam olarak gördüğü buydu. “Ama sen emekli bile olsan abin için onun küçük bebeği olarak kalmaya devam edeceksin. Yine de yengem araba işini halleder.”
Zeliha buna inanmak istiyordu ama daha da fazla konuşmak istemedi çünkü ona da sinirliydi. “Her neyse.” dedi yalnızca. Arabaya bindikleri yer evine çok yakındı. O yolun sonuna kadar sustu. Bir yerde Emir “Senin bu aralar giyiminde bir farklılık var.” dedi. Zeliha’nın heyecandan yüreği hopladı adeta ama ağabeyinden şikâyet ettiği bazı şeylerden o da payını almıştı. İnatla konuşmadı. Fark etmişti! Demek ki fark ediliyordu! Zeliha’nın öylesine hoşuna gitti ki bu heyecandan neredeyse titreyecekti.
“Böyle şey…” dedi Emir kelimeleri seçemezken. Haddinden fazla bir şey söyler diye korkuyordu. Zeliha’nın hoşuna gitmez, dozunu kaçırır diye ölesiye korkuyordu. “Eski.” dedi ve fazlasını söylemek istemezken çok azını söyledi Zeliha şok olmuş bir şekilde döndü. Heyecanı yerle bir oldu anında. Eski belki çok yanlış bir tabir değildi ama yine de bir erkeğin ağzından çıkıyorsa çok kaba bir anlamı çağrıştırdı onun için.
“Demode mi?” diye sordu Zeliha.
Emir öylesine bir telaşa düştü ki, hayatının içinde zaman zaman kullandığı bu kelimeye adeta yabancı kesildi. Zeliha’nın bakışları ona bir hata yaptığını hissettirdiği gibi başka bir hataya da itti. “Ev.. evet.” dedi bir anlık boşlukla. Kekeledi. Hayır öyle düşünmüyordu. Demode kötü bir anlamdaydı. Emir haddini aşan bir iltifatta bulunmamaya çalışırken hangi ara bu hale gelmişti.
“HAYIR!” sesi kendini açıklamak için epey yükseldi. “Hayır demode değil. Hayır öyle bir şey söylemedim.”
“İnmek istiyorum ben.”
“Zeliha öyle bir şey kastetmedim.”
Emir aracın hızını arttırdı. Bir an önce eve varmalıydı. Bu inme isteği yoğunlaşırsa onu bu arada zorla tutmaya hakkı yoktu ama yolda bırakmaya gönlü de razı değildi. O yürürken arabayı arkasından sürecekti ama bunu da istemiyordu.
“Gerçekten inmek istiyorum.” dedi, dolabını komple değiştirdiği, neredeyse yirmi sene sonra ilk kez kendi tarzını yakalayacak bir özgüvene ve isteğe tutulmuşken bunu ilk fark eden kişi en acımasız eleştiriyi yapmıştı. Devam edecek kuvveti kalmış mıydı bu hevese? Bilmiyordu.
Zeliha böyle biriydi. Bir hevesi doğurmak için yirmi yıl bekler, o hevesi öldürmek için bir cümleyi yettirirdi.
“Hayır eve çok az kaldı, eve bırakmama izin ver lütfen. Kendimi açıklayabilirim.”
“Tamam, beğenmek zorunda değildin zaten.”
Onun hevesleri diğer insanların zevklerinde uygun bir zemine oturmayabilirdi elbette. Elbette! Zeliha olgun bir insandı. Farklı fikirlere açık olmalıydı! İçinden bunu tekrar etmeye başladı.
“Hayır Zeliha öyle değil.”
“Tamam dedim, açıklama yaparak daha kötü hissetmeme sebep olacaksın. Ya durdur ineyim ya da hiçbir şey söyleme.”
Şimdi duyacağı hangi iltifat ona samimi gelebilirdi ki? Zorla yapılmış hangi davranış ona utançtan başka bir şey hissettirebilirdi?
Emir sustu, susmak zorunda kaldı. Zaten az bir yol kalmıştı. Tamamladıklarında Zeliha çantasına sarıldı ve kapısını açtı. “Bıraktığın için teşekkür ederim Emir a…” cümlesini yarım bıraktı ve başını iki yana salladı.
“Bıraktığınız için teşekkür ederim Emir Bey ama lütfen bu son olsun. Benim özel şoförüm değilsiniz olmanızı da istemiyorum.” dedi ve Emir’in yükünü olabildiğince arttırdı. Kapanan kapıdan sonra Emir öylece arkasından bakakaldı. Çok katlı bir rezidansta güzel bir evde kalıyordu Zeliha. Kapıda duran ve muhakkak selam verdiği güvenliğe bakmadı bu kez. Biriyle göz göze gelse ağlayacak gibi hissediyordu. Rezidanstan girdi ve asansöre attı kendini. Aynaya düşen görüntüsüyle baş başa kaldı. Bir adım geri gitti ve baştan aşağı süzdü kendini.
Ayağında bordo renginde, rugan, önü kare, arkası açık, küçük bir topuğu olan ayakkabı vardı. Demode mi? diye sordu kendi kendine. Üzerindeki beyaz elbise, çantası ve tokası. Gerçekten demode mi? Asansör evinin olduğu kata gelmese Zeliha neredeyse ağlamaya başlayacaktı.
Alıp daha hiç giymediği kıyafetleri bile vardı. Şimdi nasıl giyecekti onları? Peki bir sözden bu denli etkilenmesi akıl kârı mıydı? Bu Zeliha’ya göre normal olandı ama bir psikoloğun yorumuna kalsa muhakkak çocukluğuna dem vururdu. Annesi tarafından hayatı boyunca takdir edilmeyişi hemen fark edilirdi. O taktiri alabilmek için çocukluğunu harcamışken genç bir kız olduğunda elbette bir cümle bile onu alt üst edebilirdi. Çünkü Zeliha takdir edilmediği her şeyin olmadığına kendini inandırmıştı.
Kapısını açtığı an telefonu çaldı. Ekrandaki annem yazısına baktı kapı eşiğinde. Yüzü asıldı başını iki yana salladı ve sesi kıstı. Annesiyle konuşmak için ne hevesi ne de heyecanı vardı şimdi. Muhtemelen ağabeyimi soracak diye geçirdi içinden. Ayıp olmasın diye birkaç benimle alakalı soru soracak, ilgili davranacak sonra konuyu ağabeyime getirecek. Aralarında bir ömür sürecek husumette Zeliha ağabeyinin tarafındaydı. Annesiyle konuşuyordu ama en doğru tabiriyle annesine artık tapmıyordu Zeliha. Seneler önce annesinden gelen bir telefonu açmaması mümkün değildi. Korktuğundan değil, annesinin araması ekranına düşmezdi pek. Şimdiyse konuşmak istemeyen Zeliha’ydı. Ayakkabılarını çıkardı odasına geçti.
Çantasını köşeye bırakırken yatağın aynaya bakan kısmına oturdu. Kendini izleyip, demodeliğine yorumlar yapacaktı. Tabi eğer telefonu çalmasaydı. “Of anne.” diye söylendi ve bu kez telefonu meşgule atmak için tuttu ama ekranda gözüken isim farklıydı. Efsun ablası, yengesi, arıyordu.
Omuzları düştü ve boğazını temizledi. “Efendim.” dedi olabildiğince neşeli, mutsuzluğunu hissettirmemek için çaba içindeyken.
“Bebeğim!” dedi yengesi ama Zeliha’dan daha hızlı bir cevap geldi.
“Efendim?”
“Zeliha’yla konuşuyorum Fetih.”
“Nasılsın Efsun abla?”
“İyiyim canımın için. Sen nasılsın? Bitti mi dersin?” arkadan durmadan kuş sesi geliyordu. Kuşları Karabaş yine çok keyifliydi anlaşılan.
“Bitti eve geldim şimdi.”
“Nasıl geçti?”
“Güzeldi.”
“Bir planın var mı çıkacak mısın?”
“Yok.”
Sessizlik girdi aralarına. Efsun ablasına sormalı mıydı? Peki o ne kadar objektif olacaktı? Efsun ablasına göre dünyanın en güzel kızı Zeliha’ydı ve bu konuda çok objektifti. Kendisi doğurmuş gibi olduğundan daha güzel buluyordu Zeliha’yı. Daha zeki, daha akıllı, daha becerikli…
“Bir şey mi oldu?” diye sordu yengesi çok geçmeden. “İyi misin?”
Fark etmemesi neredeyse imkansızdı. Zeliha silkelendi, toparlanması gerekiyordu. Akılları burada kalsın istemezdi.
“İyiyim iyiyim. Sadece biraz yorgunum.”
“Eminsin?”
“Eminim. Çok erken uyandım.”
“Şef-ta-li!” yengesi heceledi kedisine. “Lütfen saksılarımdan uzak dur. Fetih Şeftali’yi alır mısın buradan?” arkadan bir mırlama geldi. “Ya ben yeni saksılar aldım. Ev bitkisi hepsi ama Şeftali…” cümlesi yarım kaldı ve Şeftali’nin sesini duydu Zeliha. “Göz dikti hepsine. Hayır onlara dokunamazsın.”
Zeliha’nın gözünde o kadar tatlı bir an canlandı ki, bir elinde aslan yelesi gibi tüyleri olan bir sarmanla yengesi, arkadan durmadan konuşan kuşu ve tüm bunlar hiç olmuyormuş gibi davranan ağabeyi. Zeliha çok kısa bir an içinde bulunduğu buhrandan kurtuldu. Aynada kendisiyle göz göze gelene kadar en azından. Bu gürültü curcunasına bir de telefonun hemen yanında olduğu için içli bir öpücük sesi de eklendi.
“Fe-tih!” diye bir kez daha heceledi yengesi. “Şeftali’yi al diyorum sen ne yapıyorsun?”
O öpüş sesi birkaç kez daha tekrarladı, zaman zaman büyüdü bile. Zeliha “Abi duyabiliyorum sesi haberin olsun.” diyene kadar da sürdü. Ses bu cümleyle bir bıçak gibi kesildi.
“Çok konuşma.” dedi ağabeyi. Zeliha’ydı bu. Yengesi derin bir nefes alırken çevresinin boşaldığını Zeliha telefondan anladı. “Ay Zeliha üç koca bebek var evde yemin ederim. Üç koca bebek. Ben nöbetteyken nasıl yemiyorlar birbirlerini hayret ediyorum.”
“Anlayabiliyorum.”
“Şimdi anlat bakalım sana ne oldu.”
“Gerçekten hiçbir şey olmadı sadece uyumaya ihtiyacım var.”
Hayır sadece aynada kendine uzun uzun bakmaya ihtiyacı vardı. “Peki… Uyanınca ara ama olur mu?”
“Arayacağım.”
“Seni çok seviyorum benim güzel kızım.” dedi, demese, âh şöyle demese, kurmasa şu cümleyi, seslenmese ona böyle Zeliha “Efsun abla.” diye seslenmeyecek kendi boğuştuğu düşüncelere Efsun kapı aralasın istemeyecekti.
“Efendim.”
“Bir görüntülü konuşalım mı sana birkaç parça kıyafet göstereceğim.”
“Oluur.” dedi büyük bir zevkle. Yengesinin onun yeni kıyafetler almasına, yeni saç modelleri denemesine ve yeni hobiler edinmesine ne kadar sevindiğini Zeliha farkında değildi.
Zeliha aramayı görüntülüye aldı ve yengesiyle yüz yüze geldi. “Göster bakalım.” Zeliha telefonu koyacak doğru bir yer bakındı.
“Lütfen dürüst ol tamam mı? Beğenmezsen ya da kötü bir tarzsa söyle. Söz ver.”
“Zeliha ben sana çirkin bir şey giydirir miyim?”
Zeliha telefonu yerde bir noktaya konumlandırdı ve birkaç adım geriye gitti. “Elimde şu çantam vardı ve ayağımda da bu ayakkabıların bordosu vardı.” dedi ve birkaç kez kendi etrafında döndü. Sonra telefonu aldı ve boydan aynadan gösterdi kendini. “Saçım da böyleydi.”
Yeterince gösterdiğine emin olunca kamerayı yüzüne çevirdi ve yengesine baktı. Ağzı yarım karış açılmış, gözleri irileşmiş bir yüz beklemiyordu.
“Çok mu kötü?” dedi dehşetle.
“Kötü mü?” dedi Efsun hayretle. “Sen ne zamandan beri tarzını bu kadar değiştirdin yoksa bu tek seferlik bir şey mi?”
Zeliha dolabından birkaç parça daha gösterdi. “Zeliha…” sesini duydu. “Zeliha çok soft… Çok zarif… Çok şaşkınım şu an senin tarzın hiç buna yönelik değildi? Nasıl başladın ne zaman başladın?”
“Yeni yeni heves etmeye başladım da doğruyu söyle bak.”
“Sen çıldırdın mı? Tarih kitaplarından fırlamış gibisin! Artık çoğumuz aynı sitelerden giyinmekten birbirimize benzemeye başlamıştık. Şu haline bak. Çok hoş duruyor bunlar. Üstelik çok yakışmış. Ben nasıl bu tarzın sana yakışacağını keşfetmem şimdiye kadar? Evet yüzün, vücudun buna çok uygun! Nasıl fark etmem?”
Biraz abartı sezdi Zeliha ama bunu çıkarınca da çok güzel şeyler kalıyordu geriye. Zeliha aynadan kendine baktı. Bir aynadan kendisine bir de kendisine hayranlıkla bakan yengesini izledi bir süre.
***
“Kısaca ben sizden slayt okumanızı ya sunum yapmanızı istemiyorum. Ben sizden ders anlatmanızı istiyorum kıymetli arkadaşlar.”
Zeliha konuşan profesörden kafasını bir an omzuna yaslanan arkadaşına çevirdi. Yasemin, Zeliha’nın okulun ilk günü yanına oturmuş ve o günden sonra da bir daha yolları ayrılmamış sınıf arkadaşıydı. Başka arkadaşlar da edinmişti, bazen kendini kalabalık gruplar arasında buluyordu ama Yasemin başka bir konumdaydı. Hatta Zeliha’nın bu hayattaki tek arkadaşı bile olabilirdi. Çünkü Zeliha’nın Urfa’dan kalan arkadaşlıkları yoktu.
İkisi de blok dersin yüz yirmi dakikasındayken sıkıntıdan bayılmak üzereydi. Zeliha Yasemin’den daha iyi durumdaydı gerçi.
“Bir çocuğa anlatır gibi ders anlatmanızı. Öyle ki arkadaşlarınız da sizi bir çocuk gibi dinleyecek bir çocuk gibi tepki verecekler. Mesela anladınız mı çocuklar diye soracaksınız arkadaşlarınız ne cevap verecek?” diye sordu ilk okuma yazma uzmanı.
“Anladım.” dedi amfinin en ön sıralarından bir genç. Hoca kafasını salladı.
“Hangi çocuk anladım der? Anladııım öööğretmeniiim, der küçük çocuklar. Anlatanlar çocuğa anlatacak, dinleyenler çocuk olacak ve bol bol materyal istiyorum. Bir harf için bir tane değil. Birden fazla. Çok fazla. Gruplar sunumlarından bir hafta önce perşembe sabah 10-12 arasında odama gelebilir. Dersimiz bitmiştir, haftaya sunacak grup gelip sorularını sorabilir.”
Amfide bir kıpırtı oluştu ve herkes toparlanmaya başladı. Yasemin başını kaldırdı Zeliha’nın omzundan. Zeliha son kez materyal kelimesinin altını çizdi son kez ve defterini kapattı.
“Biraz daha bitirmese bayılacaktım.”
“Çalışıyor musun bugün?” diye sordu Zeliha.
“Yok. Çağırdı ama gelemem dedim. Saat kaç olmuş baksana.”
“E hadi bana geçelim.” dedi Zeliha. Üzerindeki keten bol eteği düzeltti Zeliha.
“Yok Zeliş ya ben direkt yurda geçeyim sonra gece dönmek zor oluyor.”
“Gece dönme o zaman Yasemin. Evde benden başka kimse yok zaten. Hadi gidelim.”
“Yok yok ben yurda gideyim. Daha yıkanacak çamaşırlarım var. Dolabımı toplamam lazım. Yarın gelirim.” dedi. Zeliha zorlamadı. Aralarındaki her şey taban tabana öylesine zıttı ki Zeliha belki de başka bir sebep var diye düşündü. Şu an söyleyemiyor ama… Özellikle maddi zorlukları Zeliha’dan ölesiye saklıyordu. Öyle ki Zeliha çok geç öğrenmişti zor durumda olduğunu. Üstüne gitmiyordu.
Onun aksine varlık değil yokluk içindeydi maddi açıdan. Onun aksine onu çok seven anne babası vardı ama. Hiçbir noktada uyuşmuyor ama anlaşıyorlardı.
“Yarın gelmezsen…”
“Ay söz geleceğim. Ben de yurdun o kahvaltısına meraklı değilim merak etme.”
“Akşam yemeğine meraklısın ama.” dedi Zeliha. Gelmesini istiyordu. Eksiklik denilen şey neydi ki? Onda olan Zeliha’da yoktu, Zeliha’da olan onda. Dostluk da tam olarak bu değil miydi?
“Zelihaaa.” dedi ve koluna girdi. Amfi merdivenlerinden yavaş yavaş indiler. Okulun dışına çıktılar. Yolları aynı yere gitmiyorlarsa hemen burada ayrılması gerekiyordu. Sarılıp öptüler birbirlerini ve ayrı yönlere doğru gittiler. Zeliha sabah isteyerek giydiği kıyafete şimdi herkes demode der gibi baktığını sanıyordu. Yere bakarak yürümeye başladı hatta. Adımları da hızlandı. Bir an önce bir taksiye atlamalı ve evine gitmeliydi.
Hızlı adımları bir cisme çarpmayana kadar durmadı. Zeliha geriye savrulacak kadar sarsıldı ama tercih ederdi. Yabancı bir erkeğin onu sıkı sıkı tutmasındansa düşmeyi yeğlerdi. Bedeni hâlâ yabancı bir karşı cinse karşı çok tepkiliydi. Erkek arkadaşları vardı evet ama temassız. Aşamıyordu. Babası, ağabeyi, erkek kardeşi ve kısmen Emir. Onun dışındaki her erkeğin teması bedenini dumura uğratıyor, taş gibi sertleştiriyordu. Özellikle aniden geldiyse, hiçbir tanışıklığı yoksa. Zeliha titreyerek geri çekildiğinde karşısındaki tek kulağında küpe olan, saçları dağınık çocuk ellerini havaya kaldırdı.
“Çok özür dilerim!” dedi kasti olarak atlamamış gibi önüne. Ellerini hemen çekti bedeninden çünkü Zeliha’nın rahatsız olduğu her halinden belliydi.
“Önemli değil.” Dedi ve geçip gitmek istedi Zeliha ama karşısındaki deri ceketli çocuk yeniden atladı önüne.
“Bir saniye bir saniye.” aniden elini uzattı Zeliha’ya. “Melih ben bu arada.”
Zeliha ona uzanan ele baktı. Bu sadece bir nezaket, nezaket, nezaket… Defalarca kez tekrar ede ede içinden parmak uçlarıyla ele dokundu ve “Zeliha.” Dedi ama beklemediği bir tepki aldı.
“Biliyorum.”
“Pardon?”
“Zeliha biraz vaktin var mı?”
“Maalesef gitmem gerekiyor.”
“Çok kısa sadece bir kahve.”
Bu… Bu bir teklif miydi? Zeliha istemsizce geri çekildi. “İstemiyorum teşekkür ederim.” dedi.
“Âh hayır! Yanlış anlaşıldım. Ben şu an sana yürümüyorum. Gerçekten. Sadece seninle konuşmam gereken bir şey var. Şimdi değilse müsait olduğun başka bir zaman. Gerçekten benim için çok önemli.”
“Beni tanımıyorsun bile ne konuşacaksın ki?” diye sordu. Bu bir taktik miydi? Anlayamıyordu.
“Ben mimarlık beşinci sınıf öğrencisiyim.” dedi Melih sonunda yılgınca.
“Mimarlık dört yıllık değil miydi?”
“Bölümü yeterince seversen altı yıllık bile olabilir.” Sesi sempatik biraz da yaramazdı. Zeliha başta anlayamadı, o gülümseme çıkardı anlamı ortaya. “Ve Fetih Karadere’yi tanıyorum ve kendisine hayranım. Yaptığı işler, mimarlığa olan bakış açısı… Minik bir isteğim olacaktı senden ama böyle ayak üstü olmaz. Ben…” dedi ve telefonunu çıkardı. “Numaranı yazar mısın?” dedi. Söylediği şeylerin karşısındaki kıza çok uzak olduğunu farkında değildi. Zeliha öylece telefona baktı.
“Numaramı yazmak istemiyorum.” dedi açıkça. Yasemin ve Burcu ablası demişti ki ona erkeklere açık açık istemiyorum demezsen, suratlarına bağırmazsan anlamazlar istemediğini. Hatta naz yapıyor diyerek daha bile ısrar ederler.
Melih bilmem kaçıncı kez dumura uğradı ve ağzından pişmanlık dolu mırıltılar döküldü. “Çok pardon, bu biraz kaba oldu. Şey yapalım.” dedi ve çantasından küçük bir not defteri çıkardı kendi numarasını yazdı. “Ben sana numaramı vereyim. Sen müsait olduğun bir an istediğin yere beni çağır olur mu Zeliha? Bak benim için çok önemli. Beş dakika bile yeter konuşmamız için. Kısıtlı bir zamanım var, senden geri dönüş bekliyorum. Lütfen. Bak sen öğretmen adayısın öğrencinin halinden en çok sen anlarsın.”
Zeliha ısrarla ona uzatılan kâğıda baktı bir süre sonra dayanamadı, kullanıp kullanmayacağını bilmeden aldı. O bir kâğıt aldı, staj peşinde deli gibi koşan öğrenciyi deli gibi mutlu etti, kendisinden habersiz arabanın içinde onu bekleyen ve onları izleyen genç adamın kalbine yüzlerce metre öteden bıçak sapladı. Dünden beri kendini yiyip bitiren Emir’in eli mora çaldı direksiyonu sıkmaktan.
Zeliha ona göre bir erkeğin numarasını aldı. Muhakkak flörtöz uzatılan bir kağıttı o.
Yutkundu.
Gözlerini kırpıştıramıyordu. Suratına bir tokat gibi çarptı. Bir günün eninde sonunda olacak şey gözünün önünde yaşamıştı. Nefes alamıyordu, yakasını gevşetti. Zeliha elindeki kağıtla bulduğu ilk taksiye bindi.
Emir küçük aynadan yüzüne baktı. Dakikalarca. “Ne sandın ki?” dedi. Kısık sesi öfkeden kendini öldürecekti adeta. Öfke? Kime? Zeliha’ya mı? Hiç değil. O çöp gibi ipince, hayırsızın teki oğlana mı? Belki biraz. Ya kime? Kendine. En çok kendine.
Ağzından çıkan küfür de kendineydi. Telefonu eline aldı çiçekçiyi aradı. “Sen kimsin oğlum çiçek gönderiyorsun kıza? Yavşak, pezevenk!” telefon açılana kadar onlarca küfür sıkıştırdı araya. Kendine.
“Ben verdiğim çiçek siparişinin iptal edilmesini istiyorum.”
“Sipariş numaranızı alabilir miyim?”
Emir telefonuna gelen mesajdan bir şeyler okudu. “Maalesef Emir Bey, o saat diliminde teslim edilecek olan çiçekler dağıtıma çıktı. İptal gerçekleştiremiyorum.”
“Ya tamam parasını istemiyorum zaten, kuryeye söyleyin çiçeği vermesin yeter.” diye yükseldi Emir.
“Maalesef efendim. Böyle bir yetkim yok. Yardımcı olabileceğim başka bir konu var mı?”
Emir telefonu kapattıktan sonra hızını alamadı ve fırlattı. Koltukta iki kez seken telefon aşağı düşerken eline gelen direksiyona geçirdi elini defalarca kez. Kapı gibi bir gerçek ama gelmeyeceğini hiç sanmadığı o gerçek artık tam karşısındaydı. Zeliha günün birinde hayatına birini alacaktı, Emir bunu biliyordu. Onun kendisi olmayacağını da biliyordu ama bugünün gelme ihtimalini yok sayıyordu.
Şans o ya ilk teslim edilen çiçek Zeliha’nın oldu. Zeliha eve yeni girmişti ayakkabılarını bile çıkarmadan çaldı kapısı. Kâğıdı desen rastgele bir kitabın arasına koymuştu. Açtı kapıyı, elinde bir çiçek adamın birinin.
“Zeliha Karadere.”
“Evet buyurun benim.”
“İmza atar mısın buraya?”
Zeliha ona gösterilen yere imzasını altı ve elindeki çiçek buketine baktı. Eski dönem bir filmden çıkmış gibiydi buket. Soluk renkleri vardı. Arasındaki notu çıkardı ve bir kez sesli, bir kez içinden okudu.
Demode değil. Vintage. Araştırdım öğrendim. Cahilliğime say. Benim senin kadar kitap okumuşluğum yoktur. Affola. Bu bir savunma değil yanlış anlaşılmasın. Eskiden kastım doğru kelimeyi bilmememdendi. Demodeye evet deyişim de telaşımdan. Cahil cesareti kadar cahil korkaklığı da varmış. Özür dilerim. Çiçekler de çiçekçi beni kandırmadıysa vintage. Sakın vazgeçme, çok yakıştı bu tarz sana.
-Emir.
Comments