top of page

V “fail ile mağdur aynı kişi olamaz”

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 31 Oca
  • 30 dakikada okunur

Herkese merhaba! Biz geldiiik!

 Biliyorsunuz ki Wattpad kapalı, o yüzden etkileşim olması gerektiğinden düşük. Zaten bir bu kadar kişi daha siteden okuyor, belki giriş yapmadan okumaya çalışanlar vardır. Yorum ve oy sayısına biraz daha anlayışla yaklaşabiliyorum ama onun dışında hikayemize diğer mecralarda sahip çıkalım mı? Twitter’da #ÜzümBuğusu hashtage ile, instagramda beni ve hikayenin hesabını etiketleyerek ya da TikTok üzerinden paylaşımlarınızla bu wattpadin kapalı oluşunu bence toparlayabiliriz. Bir zamanlar geleneğimizdi, geri dönelim madem ona, 

Önce yıldıza basalım mı? 

Basalım basalım… 

Bilim insanlarına göre her yorum beş yıldıza bedelmiş ben bilmiyorum bilim insanları söylüyor;)))))

Keyifle okuyun❤️

“Bu hikayedeki bütün kurum, kuruluş ve şahıslar hayal ürünü olup gerçeği yansıtmamaktadır.”


19 Kasım 1992


“Kardeşim,”


Atilla Akın’ın eli; komşusunun değil, savcının değil, acılı bir babanın omzuna dokundu. Dokunduğu noktadan sıvazladı, acının sahibinin babası değilmiş korkunç bir sabırla teselli verdi.


“Durma öyle kaya gibi. Sen babasın. Ağla, benim kadim dostum. Acın çok büyük, biz bizeyiz.”


Aylin Akın yaslandığı kapı pervazında, şişmiş gözlerle eşini izliyordu. Vücudundan bir ürperti geçti. Düşünme yetisini kaybettiği birkaç gün geçiriyordu. Hangi anın gerçek hangi anın hayal olduğunu ayırt edemiyordu. Oğlu katil olmuştu, kendisi katil bir çocuğun annesiydi, eşi bir katilin babasıydı. Rüzgâra maruz kalmış gibi üşüdü ve titredi. Ölüm bir rüzgâr gibi yüzüne vuruyordu. Onun bedeninin verdiği hiçbir tepkiyi eşi vermiyordu. Karşısında ölen çocuğun babasına yılların dostu gibi teselli veriyordu. Öldüren çocuk onun çocuğu değil gibi büyük bir nikbinlikle yaklaşıyordu adama.


Profesyonel bir katil babasıydı sanki. Bu adam kimdi? Bu adam onun eşiydi. Bu adam kimdi? Bu adam çocuklarının babasıydı. Bu adam kimdi? Bir katilin babasıydı.


Acılı adam başını iki yana salladı. Bir ölüm sertliği çehresini tutmuş, bırakmıyordu. Oğlu için tek gözyaşını bir morg kapısı üstüne kapanınca dökmüştü. Ağladığını gören tek kişi ölüydü, kendisi bile aynadan yaşlı bir çift göze maruz kalmamıştı. İntikam yemini, antların en kuvvetlisiydi. Bir ölünün bile arkasından dökülecek olan gözyaşlarına ket vurabilirdi.


“Oğlumun kanını yerden silmeyene kadar,” dedi odaklandığı noktadan gözlerini ayırmadan. Baktığı yerde bir vazo görmüyordu, on yaşında bir katilin yüzünü görüyordu. “Bana tek yudum su bile haram.”


Aylin Akın korkuyla elini ağzına örttü. Kalbi hızla çarpıyor, dizleri titriyordu. Bülent yukarıdaydı, bu acıya ve bu öfkeye sebep olan çocuk yukarıdaydı. Onun oğluydu. Atilla Akın kimdi? Atilla Akın güçlü bir babaydı. Çocukları için ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Kendisi gibi kapı pervazlarına yaslayıp ağlamıyordu. “Sileceksin,” dedi Atilla Akın. Eşiyle lahzaya tekabül edecek bir vakitte göz göze geldi.


“Sileceğim,” dedi.


“Sileceksin kardeşim, ben bir baba olarak elimden ne geliyorsa yapacağım. Sözüm söz, senin oğlun benim oğlum.”


Adam gözlerini karşısında sahi dost bildiği adama kaldırdı. Elini omzundaki eline koydu.


“Kardeşim,” diyebildi sadece.


“Kardeşimsin Atilla.”


Korkunç bir sahneye şahit oluyordu Aylin Akın, senelerce zihninden çıkmayacaktı. Senelerce korkutuculuğundan hiçbir şey kaybetmeyecekti. Atilla Akın masanın üzerinden sigara aldı, önce karşısındakine uzattı sonra kendisi bir dal aldı ve iki sigarayı da yaktı.

“O piçin babası…” demeye kalmadan adam, “Tekme tokat gönderdim evden,” diye karşılık aldı. “İçin rahat olsun. Gün yüzü görmeyecekler bu şehirde. Bir lokma ekmek yiyeceklerse ikinci lokman…”


“Bir lokma ekmek yedirmeyeceğim Atilla,” büyük cümlelerin üstü daha büyük cümlelerle kapatıldı. Aylin Akın yine müthiş bir karmaşanın içine düştü. Zihni ona durmadan oyunlar oynuyordu. Ona belki arkadaş olmamış ama bu eve çok faydası olmuş, gönlü rahat defalarca kez çocuklarını emanet etmiş o kadını düşündü. Doğumda ölmüştü, belki de öldüğü için böylesine ruhuna çöküyordu. O kadının geride bıraktıklarını yok ediyorlardı. Suçsuzlarken üstelik. Peki onun oğlu? Suçluydu. Ama oğluydu. Her ne pahasına olursa olsun oğlu için yapmayacağı ne vardı? Hiçbir şey. Bu vicdan azabıyla baş ederdi ama oğlunun yokluğuyla edemezdi.


Atilla Akın yanıt vermedi yalnızca sigarasını içti bir süre. “Çocuk,” dedi sonra. “Yaşı küçük. Ceza alacak mı?”


“Alacak,”


Gözlerini kıstı ve eşini bakmamak için çok zorladı kendini. “Ne var aklında?”


“Yaşı kaç?”


“Üç gün evvel on oldu,”


“Artık on iki,”


Yapamadı, Aylin Akın’a baktı. Karısı tutulmuştu, kontrolsüz bir tepki verecek diye çok korkuyordu. Gitmesi için bir işaret yaptı. Devamını duymasını istemiyordu ama kadın hareket edemedi.


“Kaç yıl yatar?”


“Önce çocukluğunu sonra gençliğini orada bitirecek,”


“Kardeşim,” dedi Atilla ve biraz yaklaştı ona. Sigarasını içmiyor, külleri yere düşüyordu adamın. O sigarayı içine çekecek kadar bile derin bir nefes alacak kuvveti bulmuyordu kendinde. “Bu koşullarda mümkün değil biliyorsun,” dedi. Yaşını iki yaş büyütmek onlar için zor olmasa gerekti ama kanun belliydi. Ne yaparlarsa yapsınlar o bir çocuktu, yatarı belliydi.


“On iki yaşındaki bir çocuk ne yaparsa cezada indirime gidilmez Atilla?”


Atilla Akın yutkundu. Onu aşmaya başladı. Bu korkunç öfke, kararan gözler, alınacak kararlar onu aşmaya başladı. Kafasında küçülttüğü şeyler, bir çığa dönüşmeye başladı. “Ne yaparsa?” dedi.


“Sen söyle Atilla. Sen bunu benden de iyi bilirsin. Her şeye af getiren bu devlet, neyi affetmez? Söyle. Sözüm söz dedin

bana, söyle kardeşim. Söyle. Ben bu ciğer yangınıyla her yeri yakacağım yoksa. Söyle…”


“Vatana ihaneti.”


Adamın yüzünde korkunç bir gülümseme oluştu. Beyni yüzlerce kişi öldürecek bir zehri salgılıyor, kalbi bir toplumu katledecek kanı pompalıyordu. Evde sinir krizleri geçiren karısı vardı, oğlu soğuk toprak altında yatıyordu. Hiçbir sebep o katili oradan çıkarsın istemiyordu. Başını salladı ve gözlerini yumdu.


Başını koltuğa yasladı, sigaradan son ve ilk nefesini aldı. Aylin Akın yalnızca eşine bakarak başını sallıyordu. Bu çok fazlaydı. Daha da fazlası çıktı duman süzülen dudaklardan.

“İki sene önce Bülent’in,” Atilla Akın taktığı maskeyi elinden kaydırdı ve korkuyla gözleri kapalı adama baktı. “Bir eylemden kaçarken yüzü gözükmeyen, bu eve girerken çekilen birkaç fotoğrafını getirmiştim sana hatırlıyor musun?


Oğlunun kulağını çek yoksa devlet çekecek demiştim,” sigarayı kendinden uzaklaştırdı. “O fotoğrafları saklıyorsun değil mi hâlâ kardeşim?”


“Bu çok…”


“Benim oğlum öldü, bahçedeki havuzdan cesedini ben çıkardım. Hangisi daha fazla?”

“Bak kardeşim… Anlıyorum seni ama bu ikisi bambaşka olaylar. Aynı dosyada bile sunamayız bunu. İki farklı dava, iki farklı soruşturm…” adam tüm bu söylenenleri eliyle savurdu.


“Önemli olan vatandaşın düşüncesi, halkın vicdanı değil mi Atilla? Sen söylesene bu kadim halk ister mi bir vatan haini katilin aralarında dolaşmasını. Sen bilirsin bu halkın ciğerini. Ne yaparlar? Söyle kardeşim, söyle hadi,” dedi ısrarla. Karşısındaki adam bu alçakla işlere çok hakimdi, biliyordu bu.


“İstemez. İstemediği gibi de baskı uygular, hâkim bu baskıyı mutlaka hisseder.”

Savcı keyiften uzak bir halde başını salladı ve gülümsedi. “Harika, bir de çocuklar. Bülent de Firuze de şahitlik yapacaklar.” Başını arkaya çevirdi ve Aylin Akın’a baktı. “Değil mi Aylin?”

“Firuze çok küçük…” diyebildi. Bu cümleyi ona kurduran şey tam olarak neydi? Firuze’nin sahiden küçük oluşu mu yoksa Ecevit’in aleyhine yalan söylemeyeceğini, yalancı şahitlik yapmayacağını bildiği için mi söyledi bunu bilmiyordu.


“Benim oğlum da çok küçüktü,” bahçeye baktı, havuzu görmeye çalıştı. “Artık yok.”


“Aylin sen çocukların yanına çık,” dedi Atilla araya girerek. Çocuklarını da karısını da uzak tutmak istiyordu. Aylin Akın savcıya yanıt veremedi, söyleyecek tek kelimesi yoktu. Gözyaşları yeniden akmaya başlarken hızla yukarı çıkmaya başladı. Adımları kızının odasına doğruydu. Camın önündeki koltuğa tırmanmış, küçük çenesini koltuğa yaslamış Ecevit’in evini izliyordu. Koşup gitmek için bir kıpırtı bekliyordu, bir hareketlilik arıyordu. Boynunda Ecevit’in ona verdiği kolye vardı. Eli oradan hiç kopmuyordu, oyun arkadaşını bekliyordu dört gözle. Kapı açıldığı an heyecanla döndü, annesi onda hayal kırıklığı yarattı. Ecevit değildi.

Koştura koştura indi koltuktan “Anne anne!” dedi tezcanlılıkla. “Ecevit mi geldi?” Aylin Akın bir satranç oyununun içindeydi. Kızı bir piyondu, kazanmaları için o piyonu da kullanmalıydı. Kızını yem etmeyecekti ama kullanmaktan geri de durmamalıydı. Yoksa oğlundan olacaktı.

“Daha değil,” dedi kızının saçlarını okşarken.


“Onun gelmesi için bazı şeyler yapmamız gerekebilir. Yapar mısın sen?”


Firuze hızla başını salladı. Daha yedi yaşındaydı, okula bile başlamamıştı, kötülükle tanışmamıştı. “Her şeyi yaparım anne!” dedi. Tek bir isteği vardı. Ecevit gelsin istiyordu. Başka da bir şey istediği yoktu.


2010- GÜNÜMÜZ


“Şahitsin Firuze,”


Kulağıma fısıldadığı son şey bu oldu beni babama itene kadar. Bedenim babama doğru savruldu, babamın kolları bana sarıldı. “Kızım,” dedi. “Firuze iyi misin?”


Bana sarılan kolları bir yılandan kurtulmak ister gibi ittim ve çıktım babamın kollarından. Yüzüne bile bakmadım. Bana iyi misin diye sormaya hakkı olan son kişi bile değildi. “Bırak,” dedim sadece. Adımlarım hızla kapıya varırken “Ecevit,” dedim. Babam peşimden geldi, annem Ecevit’in peşinden giden adımlarımın önüne geçti ama kimse tam olarak engel

olamadı. “Ecevit!” diye bağırdım yine. Yalın ayak çıktım evden, adımları o kadar hızlıydı ki ben ona gittikçe uzaklaşıyordu benden ve bu hâl tümüyle gerçek bir anlam içermiyordu.


“Ecevit!”


“LAN NE VAR NE?”


Aramızda çok uzun bir mesafe varken durdu ve bana döndü. Hâlâ evin bahçesindeydik. Annem ve babam bana, ben Ecevit’e yetişememiştim. Kapıya çok yakında. Herkes Ecevit’in üzerine üşüşmeye kalkıştığında elimi kaldırdım durmaları için. Durdular da. Elleri silahlarına gitti ama çıkarmadılar. Ecevit çevresini kuşatan adamlara baktı. “Sik beyinli duvardan atladım da görmedin,” dedi rastgele birine. Ona yaklaşmak için büyük bir gayret gösterdim, başaracaktım da. Olmadı. Büyük, metal ve gösterişli kapı iki yana açıldı. Bir araba farı yüzümüze vurdu ve içindeki Bülent’i gördüm. Kapısının açılmasını beklemeden kuduz bir köpek gibi kendini arabadan attı ve Ecevit’in üzerine doğru saldırdı.


“Senin ne işin var lan burada?”


Bülent’in hoyrat atlayışına Ecevit avucununiçiyle karşılık verdi. Onu tıpkı babamın tutuklandığı gece gibi yüzünden itti ve geriye doğru savurdu.

“Siktir git sen de,” dedi ve yeniden arkasını dönüp gitmeye çalıştı. Bülent’in “Yakalayın!” emrine karşılık babamın hemen arkamızdan gelen “Bırakın gitsin!” cümlesi duyuldu ve elbette ki babam dinlendi. Ecevit elini kolunu sallayarak çıktı evden. Çılgına dönmüş bir Bülent’in ilk hedefi ben oldum. “Kızım sen ne ayaksın?!” Elleri havalanarak bana doğru yürüdü. Benim çıkıp gittiği kapıya bakıyordum. Omuzlarım çökmüş, ayak tabanlarım yürüdüğüm yolda ne kadar sivri şey varsa hepsine basmış, ellerim üşümüştü. Bülent’ten bir adım bile uzaklaşmadım. Annem aramıza girdi.


“Saçmalama Bülent!” dedi. Onu böyle bana karşı korkusuz yapan kendileri değilmiş gibi davranıyorlardı. Vicdan rahatlatıyorlardı. Beni kendi yarattıkları canavardan korumaya çalışıyorlardı. Onlar da canavarlardı görmüyorlar mıydı?


“Bırak anne! Bırak! O orospu çocuğunu eve kadar soktu mu bu? Bırak, elimde kalaca…”

“BÜLENT!” Babam, lanet olsun ki sözü dinlenen bir adamdı. Annemin çırpınarak yapamadığı şeyi durduğu yerde tek bir kelimeyle yaptı. Sesi sertti, bir kaya gibi devrildi Bülent’in üzerine. Bülent bana zarar vermesin istedi, bunu engelledi. Yanağımda beş parmak izi vardı, dudağım patlamıştı. Midem bulandı. Öyle alçak bir dünyanın içine doğmuştum ki herkes yalnızca kendinden kötüsünü engelliyordu. İyi yoktu. İyi olan hırpalanıyordu. Dün bana tokat atan o adam, oğlunun vereceği zarardan beni aklınca korudu ve iyi bir baba olduğunu sandı.


“Geç içeri.”


“Baba!”


“Bülent sana geç içeri dedim! İkiletme sözümü!”

Bülent olduğu yerde pasif agresif tavırlarla, on beş yaşında bir ergen gibi bir yerleri tekmeledi. Ağzının içinde bana küfürler etti. Biraz daha yüksek sesle söylemeye cesareti yoktu. Sol omzuma çarptı giderken, fiziksel acı bir bıçak gibi saplandı ama yüzümde hiçbir değişiklik hissedilmedi. Omzum canımı yaka yaka iyileşecekti. İnsanlar benim canımı çok yakıyorlardı ama bilmelilerdi ki benimle yarışamazlardı. Bu benim onurumu korumak için geliştirdiğim bir yöntemdi. Canımı en çok ben yakacaktım. Birinciliği onlara hiç vermeyecektim.


Babamın “Firuze,” dediğini ben bana dokunduğunu fark ettiğim an “Bana dokunma!” diye çıkıştım bir adım geriye çıkıp. Bunlar alçakça uyguladığı, ona oy veren bir seçmeni kandırmaktan daha öteye gitmeyen ucuz pişmanlıklardı. Babam yanağıma baktı, kendi eserine baktı. Onun böyle pişman gözüktüğüne bakmamak gerekirdi. İki gün sonra bana yine o tokadı atmaya yeltenebilirdi. Biliyordum çünkü, bir kez cesaret edilen her şey alışkanlığa yüz tutardı.


“Firuze,” dedi babam yeniden. Bana sarılmak istedi, belki küçük bir kız çocuğu gibi şefkatle saçlarımı okşayacaktı ama hayır bunu istemiyordum. Buna ihtiyacım olduğunu da düşünmüyordum artık. Babam en kötü anında, evden polisler eşliğinde çıkarken dönüp bir kez olsun bana bakmamış bir adamdı. Babam tüm çocuklarına döndüğünde sevgi gösterileri yaparken beni şiddetle karşılamış bir adamdı. Babam artık bir ihtiyaç değildi, babam artık bir zaruriyetti.


“Sakın bana yaklaşma,” dedim işaret parmağımı ona doğru sallarken. Yanından geçip gittim. Annem kolumdan tuttu sıkıca benimle yürümeye çalıştı.


“Firuze bir lokma bir şey ye, lütfen.”


“Anne bırak kolumu,”


“Yalvarıyorum, lütfen. En son ne zaman yemek yedin… Lütfen Firuze, söz babanı yaklaştırmayacağım yanına.”


Hızlı adımlarıma yetişemedi, koşarak çıktım merdivenlerden. Odaya girdim, kapımı kilitledim. Şahitsin Firuze.


Avuçiçlerimi gözlerime bastırdım. “Değilim,” dedim odanın içinde bir ileri bir geri giderken. Şahitsin Firuze. “Değilim.” Odanın içinde iki yana gidip durdum, gözlerime uyguladığım baskıyla tek bir gözyaşı bile akmadı gözlerimden. Dakikalar sürdü bu halim. Şahit değildim ben. Yanlış biliyordu. Şahit değildim. Benden olsa olsa yalancı şahit olurdu zaten.


Kıyafet dolabımı açtım hızla en arkaya sıkıştırdığım orta boyda ahşap bir kutu vardı. Yere çöktüm, açtım kutuyu. Hüseyin amcanın bana verdiği tokayı sardığım kâğıttan çıkardım. Gözlerim baskıdan kurtulduğu gibi biriktirdiği yaşları akıtmaya başladı. Bordo renginde bir kile kelebek şekli verilmişti. Her bir ayrıntısı ilmek ilmek işlenmişti. Üzerinde kabartma gibi duran kendinden yaprakları, lacivert renginde çiçekler vardı.


“Aynısından Melike’ye de yaptın mı Hüseyin amca?”


“Onun daha saçları çok az, tutmaz ki. Büyüyünce ona da yapacağım.”


“Aynısından yap ama olur mu? Toka kardeşi oluruz hem.”


“Olur. Sakla sen bu tokayı ama yoksa aynısını yapmak zor olur. Unuturum.”


Tokanın üzerine damlıyordu yaşlarım, iç çekiyordum izlerken, yaşları siliyordum. Ölmüş çiçekleri canlı gözyaşları sulayamazdı. Tokayı aldım, birbirine karışmış saçımdan bir tutama taktım. Ecevit unutmuştur muhakkak ama ben hatırlıyordum. Ona tokamı gösterdiğimi ve nispet yaptığımı. Bak tokama. Baban büyüyünce Melike’ye de yapacakmış.

Senin yok ama bizim var. Ne bu tokayı yapan adam yaşıyordu ne de bu tokayı takacak kişi.


Melike ölmüştü.


Biliyordum. Melike ölmemiş olsaydı, en azından onu bulurdum. Ecevit’i bulamamıştım ama onu bulurdum. Bu tokayı ona hediye ederdim. Bunu Ecevit’e nasıl söyleyecektim bilmiyordum ama Melike ölmüştü. Ölmemesi için avucumda ne var ne yok verirdim, Ecevit’e Melike’yi vermek için veremeyeceğim çok az şey vardı ama yaşamıyordu. Biliyordum.


***

Sanat sanatçıya değil ama sanatı sanatçıya acı verir. O yüzden birçok sanatçının; ölmeden hemen önce sanatı üreten değil, sanatı tüketen olarak ömrünü tamamlamamanın pişmanlığına düştüğünü düşünürüm. Bunu fakültenin ilk yılında katıldığım ilk derste dile getirmiştim en arka sıradan. Gözlüklerini indiren profesör ayağa kalkmamı söylemişti. “Van Gogh’un bir ressam değil de din adamı olarak ölmesi onu mutlu mu ederdi demek istiyorsun?” diye sormuştu çizgisi düz bir sesle. Evet, demiştim. Tam olarak bunu düşünüyorum. Ömrünü resme adamış ve tüm ömrü boyunca tek bir resmi satılmış bir adam, eminim anne babasını dinleyip bir din adamı olsaydı çok daha mutlu bir ömür sürerdi. Çünkü sanat sanıldığı gibi bireysel değildir, sanat sanatçı için karşılık getirmelidir.


Sınıftaki tüm gözlerin bana çevrildiğini, profesörün gözlüklerini çıkarırken beni izlediğini hatırlıyordum. Bana otur demeden uzunca bir süre yüzüme bakmıştı. “Van Gogh diye biri hiç olmazdı böyle bir durumda,” demişti. Namını okula başlamadan duyduğumuz bir adamdı, belki oturmak ve bu konuşmayı çok devam ettirmemek gerekiyordu ama fikrimi savunmak istemiştim o an. Babamın Atilla Akın olduğu henüz ortaya çıkmamıştı, konuştuklarıma o kadar dikkat etmem gerekmiyordu.


“Öldükten sonra var olmak sadece kalanlar için önemlidir. Ölen için değil. Biraz bencil düşünmeli. O hiç böyle değer gördüğünü bilmedi, ne önemi kaldı kendisine çektirdiği ıstırabın?” diye sormuştum. Yine oturduğu yerden yüzüme bakmıştı.


“O zaman sana göre bir yazar satmıyorsa yazmamalı, bir ressam tanınmıyorsa çizmemeli. Sanatçı tüketicisini aramaz, sanat arar,” demişti. Ses çizgisini tepelere doğru kaydırıyordu. Hissedebiliyordum.


“Hayır, sanatı sanatçıya zarar verir, bir karşılık da alamıyorsa kendisine bu işkenceyi çektirmesin başka bir şeye yoğunlaşsın belki daha mutlu olur diyorum. Kendini olmadığı bir karakterle kandırsın demek daha doğru hatta. Bu sayede daha az acı çekmiş olur.”


Bunları söylerken uygulanmayacağını da biliyordum. Gogh nasıl bir din adamı olsa daha vasat ama daha acısız bir hayat yaşayacaksa ben de daha acısız bir gece hatta bir hayat geçirebilirdim. Resim yapmak benim ölümümü uzatıyordu. Çizmeyi bırakırsam yaşamaya başlamayacaktım, ölmeye yaklaşacaktım ama bu ıstırap son bulacaktı. Dün geceden beri çizdiğim hiçbir şey beni mutlu etmemişti çünkü dedim ya sanatı sanatçıya zarar verirdi.

Çok hızlı kilo verirdim. Bir haftada kilolarca verirdim ve bu rahatça yüzüme yansırdı. Çökmüş yüzümden verdiğim üç dört kiloyu hissedebiliyordum. Üzerimdeki açık renk, önden bağlamalı kabanımın ipini bağladım. Yüzümde hiç de ince olmayan bir fondöten vardı. Bazı izlerin iyileşmesini beklemek istemiyordum, ben görünen yaraları sevmiyordum. Büyük çantamı koluma taktım ve çıktım odamdan. Saçlarım derli topluydu artık, Hüseyin amcanın yaptığı kil tokaya yakışır vaziyetteydi. Ecevit’in gelişi bana bazı ufak cesaretler de yüklemişti. Bu tokayı saçıma takabilmişti. Vicdan azabım mı azalmıştı? Hayır ama gerçek sebebi neydi ben de bilmiyordum.


Çatal ve bıçak seslerini duyuyordum. Onlar benim önüme geçmeden ben onların yanına gittim. Dün geceden beri kafamda savaş veren düşünceleri keyifle kahvaltı ettikleri masaya bırakıp öyle çıkmak istedim. Çünkü onların keyifle yaptıkları her şey bana vicdan azabı olarak dönüyordu. Masa beni görünce hareketlendi. Oturacağımı sandılar ama baş köşeye oturan babamın tam karşısında, masanın diğer baş köşesinde durdum ve kimseye bakmadım. Bana ait olan boş yere baktım.


“Size tek bir şey soracağım,” dedim. Bu boşa sorulmuş bir soruydu. Biliyordum. “Gel Firuze, hadi gel otur kızım,” dedi annem.


“Melike yaşıyor mu?” dedim hiç uzatmadan, kelime oyunlarına girmeden. Bu sorunun en büyük muhatabıyla masanın iki başını kaplıyorduk. O bana bakıyordu ama ben ona bakmıyordum. “Böyle bir ihtimal var mı? Bu konu hakkında bir şey biliyor musunuz?”


“Firuze masaya otur,” dedi babam.


“Melike yaşıyor olabilir mi?” diye tekrar ettim. Yanıt gelmedi. Kimse benim sorumu cevap vermeye bile layık görmedi. Sesli bir nefes verdim. “Peki…” dedim ve arkamı dönüp gitmek istedim. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu babamla annem aynı anda.


“Atölyeye anne, engel mi olacaksınız?”


“Evet,” dedi Bülent hadsizce. “Gidemezsin hiçbir yere. Çık git odana, kahvaltı ediyoruz. Asabı…”


“Sen biraz daha konuşursan ettiğin kahvaltıyı burnundan getireceğim,” dedim.


“Bak baba senin hatırına susuyorum ama,”

“Bülent karışma,” dedi babam yalnızca. Gözlerini yalnızca bana dikmişti. Başka hiç kimseye bakmıyordu. Babam yerinden kalktı ve bana doğru yürüdü. Üzerinde takım elbisesi vardı. Buradan meclise ya da partiye gidecekti. Tam önümde durduğunda parmaklarıyla yüzümü yüzüne kaldırdığında ilk kez göz göze geldik. Ona nasıl bakıyordum bilmiyorum ama “Bana düşmanınmışım gibi bakma Firuze,” dedi sakince. Dünden önceki gece, dün gece… Hiç yaşanmamış gibiydi. Ya her şey kontrolü altındaydı ya da öyleymiş gibi davranıyordu. Atilla Akın korkunç iyi bir siyasetçiydi. Ülkesini bile kaybedecek hale gelse çıkar bas bas yaptığı yatırımlardan, gelecekte ülkesini bekleyen güzelliklerden bahsederdi.


“Benim düşmanım olsan bana daha az zarar verirdin,” dedim sesim titremeden ama bu cümle içimdeki tüm yayları titretti. Ben bir zamanlar babasının küçük kızıydım. Bu his bana senelerce uzaktı ama bir zamanlar vardı. Hafıza unutmuyordu.


Bir gün her şeyi unutacaktım ve can verecektim. Bunun inancıyla yaşama katlanabiliyordum. Yaşayabilmek için sancısız bir ölüm fikrine tutunabiliyordum, annem buna sanatçı ruhu derdi ama ben buna tümüyle çaresizlik derdim.


“Yanılıyorsun kızım, bu dünya üzerinde baban sana düşman olmayacak tek kişidir.”


“Yanılıyorsun, bu dünya üzerinde en büyük zararı düşmanın babansa görüyorsun.”

Bu söylediklerim ona acı çektirmiyordu, biliyordum. Sadece zoruna gidiyordu. Atilla Akın acı çekmezdi, olsa olsa ancak sindiremezdi bazı şeyleri. Bir şeyin en iyisi olmamayı, en iyi baba, en iyi eş, en iyi siyasetçi, yönetici… Şimdi bu söylediklerim onda sadece güç zedelenmesi yaşatıyordu. Benim çektiğim acının birazını bile çekmiyordu. Çenemde olan parmakları ellerine dönüştü, yanaklarımı avuçladığında geri çekilmek için an kolladım.


“Fazla dokunma,” dedim babama. “Bıraktığın izleri zor kapattım, silinmesin.”


O zedelenme biraz sarsıldı, gözlerinde bir kırılma yaşandı. Elini çekecek gibi oldu ama çekmedi. “Firuze,” dedi.


“Yapmamam gerekirdi.”


“Özür dilemek seni alçaltacak sanıyorsun değil mi?”


“Senin için dünyaları yakacak babanı, başka babalarla kıyaslamamalıydın.”


“Her fikrimin arkasındayım,” dedim ve birkaç adım geri çekildim. Babamın gözlerindeki kırılma yok oldu, o belki yaptığı hareketin arkasında durmuyordu ama ben kurduğum cümlenin arkasındaydım. Tokama dokunmak istedim ama babamın o tokayı hatırlama korkusuyla dokunup dikkatini çekmedim.


“Yeniden tokat mı atacaksın?” diye sordum.


“Yoksa oğlun gelip saçlarımdan sürükleyerek beni odaya mı çıkarsın? Odamın pencerelerinde trabzan yok.

Kendimi atarım,” dedim korkutucu bir sesle. Bu cümleyi söylemek bana bu dünya üzerindeki en basit cümle gibi geldi. Tüm ailenin nasıl tedirgin olduğunu görebiliyordum. Herkes neredeyse hareketlendi. İnci’nin yanında bu cümleyi kurmak bile canımı yakmadı. Üzerimde hafiflik vardı, öylesine kurmadım bu cümleyi.


“Bak nasıl korktunuz, sebebini hepimiz biliyoruz. Doğru bir sebep,” dedim başımı sallayarak. Yüzümde bir gülümseme vardı. Onlara korkunç dönemleri hatırlatıyordum. Ecevit’ten daha çok nefret ediyorlardı. Benimle en başa döndüklerini sanıyorlardı ama ben oradan bir adım bile uzaklaşmamıştım zaten. Dehşetle beni izliyorlardı. Çünkü onlara kahvaltıda ya portakal suyu ya çay içeceğim diyordum sanki. “Alt katta bir odaya kapatırsanız, bulduğum ilk camı parçalarım. Parçaların üzerinde yürür durur yürür dururum,” annemin korkuyla ayaklandığını gördüm ve babamla benim arama girdi. Eli ağzıma doğru bir örtü oldu. “Firuze neler diyorsun sen?” dedi, neredeyse ağlayacaktı. Sınandıkları her şeyle onları yeniden sınardım. Annemin elini ittim. Sadece babama bakıyordum. “Beni ya bir yatağa bağlayın ya da şimdi çıkıp atölyeye gideceğim. Tercih sizin. Hangisini istersin babacığım?”

Annemin tüm çırpınışlarına rağmen babam kıpırdamadan bana bakıyordu. Bakışlarını sesli okudum. “Babam şu an beni doğurmadığın o ihtimali hayal ediyor anne. Ne üzücü, sen de öyle mi düşünüyorsun? Ben de babamla aynı şeyi dilerdim sanırım.”


Annemin gözyaşları ve serzenişleri arttı. Annem sanırım bazı anlarda beni nasıl kaybettiklerini görüyordu. O yüzden ağlıyordu böyle. Sonra unutuyordu ama olsun, en azından bu gerçeğe ağlayarak tepki gösteriyordu. Babam gibi değildi. Babamın eli telefonuna gitti ve birine gelmesini söyledi. Dakika ulaşmadan bir adam belirdi yanımda.


“Firuze Hanım’a atölyeye kadar eşlik et. Kendisini yalnız bırakma ve dönmek istediğinde eve kadar bırak,” dedi. Göz devirdim yalnızca. Yatağa bağlamıyordu ama kendisine bağlıyordu, sıkı iplerle. Bu duygusal bir bağ değildi, bu bedenimde kesik bırakan çirkin bir ipti. “Kızımın kılına zarar gelirse onu koruyamadığın silahla kendi beynine sıkacaksın. İntihar etmek istiyor musun?”


Adam olağanüstü normal bir soru almış gibi “Hayır Atilla Bey,” dedi.

“Güzel,” dedi babam. “Manşetler için biraz da rakiplere fırsat verelim. Hep biz hep biz olmaz, adaletli bir yarışı savundum zaten hep.”

Babam bana baktı ve gülümsedi, “İyi çalışmalar güzel kızım,” dedikten sonra masaya doğru ilerledi. Bülent’in omzuna dokundu, ben gittikten sonra neler söyleyeceğini ve onları kışkırtmak için çabalayacağını biliyordum, İnci’nin saçlarından öptü ve inci kızım, diyerek sevdi. Oturdu masaya, kahvesinden keyifle bir yudum aldı.


***


Babamın ipleri bir aidiyet hissettirmediği gibi bedenimde kesikler de bırakıyor demiştim. Araba kullanmak, sadece benim duyabildiğim şekilde bir müzik eşliğinde yolu defalarca kez uzatmak ve gideceğim yere öyle varmak bana özgürlüğü hissettirirdi çoğu zaman. Özgürlük, bir savaştı. Kazanmak için de kaybetmek için de bedel ödeniyordu ve bu bedel hiç bitmiyordu. Bir araba sürmenin bile bana çok görüldüğü gündü. Aracın kapısı bana açıldı ve inmem için beklendi. İndim, sabah babamdan intihar tehdidi almış adama baktım. O benim yüzüme bakmıyordu. “Merak etme,” dedim yalnızca. “Bugün senin için yaşayacağım.”

Bu onun için belki çok şey belki hiçbir şey ifade etmedi ama yine de söylemek istedim. Bahçe kapısından girdim. Atölyem dört yanı cam duvarlarla kaplıydı ama üç tarafı dış tarafı görüyordu. Dördüncü duvar atölyenin geriye kalan kısmına açılıyordu. Merdivenlerden çıktım ve kapıyı açtım. Geriye kalan üç camı boylu boyunca siyah perdeyle kapattım. Dördüncü duvarın açıldığı yer minik bir tezgâhtan oluşan bir mutfak ve küçük bir masadan ibaretken geriye kalan kısımlarda üst üste koyduğum tablolarım vardı. Bu alan da dışarıdan dolap gibi gözüken bir parçayla son kısma açılıyordu. Dolabın kapağını iter gibi ittim ve son kısma geçtim. Burada da yatağım ve küçük bir banyo vardı yalnızca. Burası benim evimdi. Çok büyük değildi ama nefes aldığım tek yerdi. Ailemin yaşamama şükrettiği bir dönem beni hayata bağlamak için yaptırdığı bir yerdi, belki de bana tek faydalarıydı.

Yatağın üzerine oturdum, Ecevit’i aradım açmadı. Tam da tahmin ettiğim gibi. Elim kolum babam kadar uzun olmasın, biraz uzundu. En azından elimde bir telefon numarası varsa onun nerede olduğunu biraz zorlarsam bulabiliyordum. Babama söylemeyeceğine inandığım nadir insanlardan birini aradım ve birkaç yalanla bu numaranın şu an nerede olduğunu, sinyali nereden aldıklarını bulmalarını istedim. Sağ olsun kırmadı beni, telefonum çalana kadar cenin pozisyonda yatağın köşesinde yattım. Varla yok arasında bir uykuya daldım, karnım gurulduyordu açlıktan ama kalkıp bir yudum bile su içmedim. Çok açtım ama sadece hissediyordum. İcraata geçmiyordum. Kötü olan her şeyi hissetmek bana iyi geliyordu. Bunu kasti olarak hissetmeye devam etmek de bana iyi geliyordu.

Zamanın geçip geçmediğini bilmediğim bir aralıkta telefonum çaldı ve bana gerekli adresin mesaj olarak iletileceği söylendi. Hava kapalıydı ve siyah perdelerle kapatılmış atölye geceyi anımsatıyordu. Yerimden kalktım ve yatağın karşı kısmında kalan, zamanında şömine yapılmak için düşünülen ama uzun bir süredir arka bahçeye açılan küçük bir kapı olarak varlığını gösteren yere yaklaştım. İlk kez kullanıyordum burayı. İçinden bedenim geçebilir diye düşünüyordum. Üstüm başım biraz kirlendi ama geçebildim. Avucumu yere çok bastırdığım için biraz zedelendi ama üstüme sürttüm yapışmış tozları ve yürüdüm. Arka duvarlar alçaktı, omzumda yara olmasa daha rahat atlayabilirdim ama tüm yükü sağ omzuma vermeye çalışırken daha çok canım yandı. Düştüğüm yerde birkaç saniye kalkamadım. Aldığım nefeslerin acımı dindirmesini bekledim. Gözlerimin önü kararıyordu, açlıktan mı acıdan mı bilmiyordum.

Caddeye doğru yürüdüm taksi bulmak için. Neyse ki çok geçmeden bir taksinin koltuğuna bırakabildim bedenimi. Bana gönderilen adresi şoföre gösterdim ve cam kenarına yasladım kendimi. Kulaklığım açıp şarkı dinlemek istedim ama daha çok karışmıştı, takamadım bile, pes edip çantama koydum. Avucumun içindeki silik kan lekelerini ıslak mendille sildim ve sabırla yolun bitmesini bekledim. Çok yolumun düşmediği, belki hayatım boyunca bir iki kere geldiğim bir semtti. Ücreti ödeyip indim arabadan. Beni gördüğüne hiç sevinmeyecekti. İnsanlara sora sora yürüyordum. Bir kenar mahalleydi. Aradığım bir yol muydu onu bile bilmiyordum. Telefon sinyali buradan geliyordu en son hâlâ burada mıydı onu da bilmiyordum. Burada olmadığım belli oluyordu galiba, insanlar yürüdükleri yolda durup bir an bana bakıyordu. Mesajda yazan kapı numarasına baktım. Önünde durduğum marangozcuyla aynı numaraydı. Doğru yere gelmiştim. Daha girmeden ortalığın nasıl ahşap tozuyla kirli olduğunu görebiliyordum. Masada marangoz olduğunu söylemişti, işin doğrusu çok ciddiye almamıştım. Bir isim yazmıyordu üzerinde, sadece marangoz yazıyordu. Üstünde bir kağıt parçasına yazılmış bir numara vardı, Ecevit’e ait değildi.

Çekingen adımlarla kapıya yaklaştım. Çok bir eşya yoktu gördüğüm kadarıyla. Bir duvara boylu boyunca aletler asılmıştı. Bir başka yer tümüyle boştu. İçeride bir vurma sesi geliyordu. Çivi çakılıyordu galiba. Boğazımı temizledim ve

“Kolay gelsin,” dedim içeride kim olduğunu bilmeden. Ses durdu ama yanıt gelmedi. O zaman anladım Ecevit olduğunu. Bir başka esnaf olsaydı bana mutlaka cevap verirdi. Birkaç adım daha attım ve tamamen içeri girdim. İki tane küçük ahşap oturaklar vardı. Epey alçaklardı. Ecevit onlardan birine oturmuş önündeki bir ahşap parçasıyla uğraşıyordu. Önündeki küçük sehpada bir bardak çay ve bir paket bisküvi vardı. Yuvarlık, içi kremalı olanlardan. Hareketleri durmuştu ama bedeninin şeklini değiştirmemiş sadece kafasını kaldırmıştı. Üzerinde siyah bir kazak ve kot pantolon vardı. Üstü kirli değildi, burada çalışmadığı her halinden belliydi.

“Senin ne işin var burada?”

Kabul, bu cümleyi bekliyordum. “Kolay gelsin,” dedim yüzsüz gibi.

“Ne işin var Firuze burada? Nereden buldun beni?”

Çekindiğim belli olmasın diye yavaş yavaş ilerledim ve yanına vardım. “Aradım açmadın,” dedim. Boş olan tabureyi gösterdim ve “Oturabilir miyim?” diye sordum beni kovacağını bile bile. Başını oynattı ve “Allah’ım sen bana gani gani sabır ver,” dedi, oturmam için izin vermedi, yaptığı işe geri döndü. Bana bağırmasını göze alıp oturdum tabureye. Tepki vermedi, yokmuşum gibi davrandı. Elindeki önümüzdeki gibi küçük bir sehpaydı. Ayağına çivi çakıyordu. Çiviyi parmaklarının arasına sıkıştırıyor, üstten çekiçle vuruyordu. Her darbede çekiç parmaklarına gelecek diye yüreğim ağzımda izliyordum onu ama yapma diyemiyordum. O çiviyi sabit tutmaktan daha önemliydi canı ama o gelişine vuruyordu. İlk çivi sorunsuzca girdi yerine. Çayından bir yudum aldığında hızlıca “Kızım kalkıp gitsene, hasta mısın sen?” dedi iki yudum arasında. Ellerimi kucağıma koydum. Burası biraz soğuktu.

“Bana da çay verebilir misin?”

Mesnetsiz bakışları üstümde dolandı. Her an kopup gidecek gibiydi, ilk an kopup gitti de zaten. Kucağımdaki ellerimi izledi sonra sabır dileyerek kalktı yerinden. Az ötemizde duran küçük çay ocağına yanaştı. Bir bardağın içine önce sıcak su koydu çalkaladı ve döktü. Sonra çay doldurup bardağı altlığa koydu ve önüme çarparak bıraktı. “İç çayını kalk git hadi.”

Gitmeyecektim ama çaya uzandım. Sırtını dönmedi ama artık oturduğu yerde yüzünü değil omzunu görüyordum. Oturduğu yerden bir kaleme uzandı ve elindeki ahşaba birkaç düz çizgi çekti. “Bisküviden yiyebilir miyim peki?” diye sordum bu kez. Sadece benimle ilgilensin değil, yüzüme baksın istiyordum.

“Firuze ne yiyip ne içecekse ye iç git, konuşup durma yanı başımda.”

Yutkundum. Tamam… Bunu zaten biliyor ve bekliyordum. Çay vermesi bile mucizeydi. Ecevit yenebilecek her şeyi paylaşıyordu. Düşmanıyla bile. Bisküvi paketini açtım ve saydım içindekileri. “On tane var, beşini ben yiyeyim beşini sen,”

“İstemez.”

“Niye ki sen çaya banmayı severdin? Hatırlıyor musun sen çaya ben süte ba…” dedim anlık bir gafletle. Beni sesiyle değil gözleriyle susturdu. Başını öylesine sert çevirdi ki bana, boynu acımıştı biliyordum.

“Hatırlamıyorum,” dedi bastıra bastıra. “Kızım sen ne ayaksın? Bir şeyi kaç kerede anlayacaksın? Her yanıma geldiğinde aynı zırvalıklar. Yok şunu hatırlıyor musun yok bunu hatırlıyor musun? Hatırlamıyorum anlamıyor musun?” dedi. Benim hiçbir şey zoruma gitmiyordu bana böyle bakması kadar. Bana her şeyi söyleseydi ama yalvarıyordum bakmadan söyleseydi. “Sırıtıyor Firuze, sırıtıyor üzerinde. Ne sen eskisi gibisin ne ben. Anla artık bunu. Kıytırık bir bisküviyi açmışsın yemeye çalışıyorsun, mideni bozar senin. Buradaki çay da mideni bozar. Burası da bozar seni.

Kabanın kirlenir, ağzının tadı bozulur. Git babanın malikanesinde beyaz çayını içip kruvasanını ye. Gelmez sana buralar hadi. Çık git. Karnın mı aç gelip burada iki bisküviye tamah ediyorsun, benden bu kadar laf işitiyorsun iki yudum çay için?” dedi. Bunları söylerken çok hiddetliydi, her an kalkıp kolumdan tutacak ve beni dışarı atacak gibiydi ama bunu yapmıyordu. Yapmamasındaki tek sebep belki de koluma dokunmak istememesiydi.

Belki onlarca cevap kurdu kafasında ama hiçbiri eminim ki “Evet karnım aç,” olmadı. O yüzden tutuldu kaldı. Hiçbir şey söyleyemedi. Bir bisküviyi aldım ve çaya batırdım. Günler sonra ilk kez ağzımın içine bir şey girdi. Tat tomurcuklarım bile birkaç saniye algılayamadı, tatlı mı tuzlu mu ayırt edemedi. Yumuşamış bisküviyi damağıma bastırdım. Ona göre kıytırık ama benim için günler sonra gelen muhteşem bir tattı. Gülümsedim istemsizce. Kalan yarımı da batırdım çaya. Bir süre sadece beni izledi sonra başka bir şey demeden işine geri döndü. Beş bisküvi hakkım vardı, beşini de yedim sonra sadece çayımı içtim. Biraz soğumuştu ve içine bisküvi kırıntıları düşmüştü ama yine de içtim. O bilmiyordu ama evde içtiğim beyaz çay ya da yediğim bisküvi bu kadar güzel gelmiyordu bana. Sehpayı izliyordum bana baktığını görmedim.


“Ye hepsini ben yemeyeceğim,” dedi. Beş tane kalmıştı. Başımı iki yana salladım. “Yok o senin hakkın,” dedim yine de. “Çay koyabilir miyim kendime?” diye sordum sadece. Başıyla çay ocağını işaret ettim. Bu evet demek değildi, ne yaparsan yap Allah’ın belası demekti. Kalktım bardağımı yıkadıktan sonra yeniden çay koydum kendime. Ecevit’inkini de tazeledim. Geri oturdum yerime. “Burada mı çalışıyorsun?”

Cevap vermedi. Kalan bisküvilere baktım.

“Yoksa burası senin mi?”

Cevap vermedi. Beş tane bisküvi kalmıştı. Aç gözlü bir insan hiç olmamıştım ama sanırım günler sonra ilk kez bir şey alan midem daha fazlasını istiyordu.

“Bu oturduğumuz şeyleri de sen mi yaptın?”

Cevap vermedi. Kalktı yerinden, çay bardağını aldı. Buraya gelirken yanında sakın ağlama ikazımı yerle bir edecek bir şey yaptı. Ona doldurduğum çayı bir çırpıda döktü ve yeni bir bardağa çay doldurdu. Ense kökümden bir darbe yedim, dik duramadım, nefes alamadım saniyelerce. Elimdeki bardağı sıkıyordum, bileğimde derman olsa bardak avucumda patlayacaktı. Elimden bir bardak çay bile içmedi.

Daha soracak çok soru bulurdum ama dudaklarım titriyordu. Küçükken benimle oynadığı evcilik oyunları geldi aklıma.

Pembe bir oyuncak setim vardı, içinde tüm mutfak malzemelerinin oyuncak halleri bulunurdu. Kocaman bir setti.

Onunla oynamayı çok severdim, Ecevit pek sevmezdi ama benim hatırıma eşlik ederdi bana. Çay içmeye gelirdi bana. Ona oyun hamurlarından arası kremalı bisküviler yapardım. Kapıyı çalardı, açardım hemen. Bizim için hazırladığımız köşeye alırdım onu. Çay mı içmek istersin kahve mi diye sorardım. Neredeyse hep çay derdi. Pembe çaydanlığımla, pembe bardaklarımıza çay doldururdum hayali bir şekilde.

Şimdi doldurduğum çayı içmeyen, döküp yenisini dolduran adam zamanında küçük pembe çay bardaklarıyla olmayan çayı içerdi benimle.

Bunu kendime neden yapıyordum bilmiyordum ama oturduğum yerde gözyaşlarım içinde kalan bisküvileri de yedim. İçimde bir kıymık vardı kalbime batıyordu durmaksızın. Göğüs kafesim önüne cinayet işlenmiş bir duvar gibiydi. Kan izleri vardı. Önünde değil ama içinde bir cinayet işleniyordu. Kimse duymuyordu beni. Nefes alamıyordum. Kimse görmüyordu. Yine sokaklarda dolaşırken çığlık çığlığa bunu haykırmak istedim. Nefes alamıyorum diye bağırmak istedim. Bakın diye sarsmak istedim insanları. Nefes alamıyorum, görmüyor musunuz?

Kalan bisküvileri yedim tek çırpıda ağlarken. Nefret ediyordu benden ve bu baki kalacaktı. Benim çocukluk arkadaşıma duyduğum bu özlem gibi baki kalacaktı. En zoru da o sadece yirmi beş yaşındaki Firuze’den değil yedi yaşındaki halimizden de nefret ediyordu. Bununla başa çıkmak çok zordu. Bununla nasıl yaşanırdı bilmiyordum. Yedi yaşındami Firuze’den nefret ettiğini o geri dönünde öğrenmiştim.

“Senin hakkını da yedim,” dedim.

“İlk değil meraklanma ama bu helali hoş olsun.”

“Ecevit…”

“Hadi yedin kalk git,” kendisi de kalktı yerinden. Tabureyi bıraktı ve birini aradı, çıktığını söyledi. Oturduğum yerden onu izliyordum. “Kalkma otur burada, sahibi gelecek şimdi. Ne istiyorsan ona söylersin.”

Söylediklerinin tam aksini yapmaya ant içmişim gibi bu kez kalktım ve peşinden çıktım. Elleri cebinde hızlı hızlı yürüyordu. Koşar adım peşinden gidiyordum, yağmur yapıyordu ve tahmin ettiğim kadarıyla çiseleyip durmayacaktı. “Ecevit!” diye bağırdım. Durmadı. “Melike yaşamıyor Ecevit!” dedim o durmadıkça. Eğer ki bu cümleyi hızlıca kurmazsam, duyamayacağı kadar mesafe girecekti aramıza. Adımları bacakları kesilmiş kadar hızlı durdu. Bana baktı hızla, beni öldürmek istiyordu sanki. Acaba ölürken kollarında olsam ya da ellerinde ölsem, ölmeden hemen önce bana nasıl bakacaktı? Bu soru bana gecelerce çizdirebilirdi. Çizecektim.

“Ne dedin sen?” dedi nefretle. Bu cümleyi tekrar edersem beni olduğum yere gömecekti sanki. Aramızdaki mesafeyi biraz kısalttım.

“Bak bunu asla annemi babamı temize çıkarmak için söylemiyorum. Yemin ederim sana. Yemin ederim biraz bile onları savunma içgüdüm yok sadece biliyorum. Çok isterdim Ecevit. Sana yemin ederim aksi olsun diye çok isterdim. Çok şeyden vazgeçerdim, Melike yaşasın di…” Bana ne zaman bu kadar çok yaklaştı, eli enseme ne zaman böyle yapıştı da başımı koparmak ister gibi yukarı kaldırdı bilmiyordum. Enseme bir ağrı girdi, yüzüm çektiğim ağrıyla buruştu. Dudaklarından ateş parçaları düşüyordu, burun burunaydık.

“Seni gebertirim Firuze,” dedi açıkça. Bundan bir an bile şüphe duymadım. Korkmadım ama şüphe de duymadım.

Yağmur damlaları şiddetini arttırıyor, bulutlar yukarıdan baskılanıyormuş gibi tüm birikintiyi yeryüzüne bırakıyordu. Gökyüzü griydi, üzerimize kara bulutlar çökmüştü. Onun saçlarına benim yüzüme damlıyordu taneler. “Anneni, babanı, abini, kardeşinin... Hepsinin canını alırım. Sana ne yaparım biliyor musun?” bana soru sormuyordu. Bana olacakları anlatıyordu yalnızca. “Kanını akıtmadan alırım o canını. Kanın bile akmayacak senin. Şimdi o cümleni tamamlama, Melike’nin adını ağzına alma.”

“Beni ölümle mi korkutacaksın Ecevit?” diye sordum. Yüzüm sırılsıklam olmuştu. “Sen ister kabul et ister kabul etme ben Melike’nin yaşamasını çok isterdim tamam mı?” beni iterek bıraktı, birkaç adım geriye savruldum. Ellerini ıslak saçlarına daldırdı.

“Hâlâ konuşuyor, hâlâ konuşuyor,” dedi kendi kendine. Olduğu yerde volta atıyordu.

“Konuşuyorum çünkü içimi biliyorum tamam mı? Ya niye Ecevit!” dedim, sonlara doğru nefesim kesildi, dudaklarım büzüldü. “Niye beni de canavar belledin? Sen sanıyorsun ki ben babasının biricik kızıyım! Babamın malikânesinde oturup beyaz çayımı içiyorum! Sence ben öyle biri miyim Ecevit? Öyle bir hayat mı yaşıyorum ben?” hıçkıra hıçkıra ağlıyordum, sesimden çok onlar duyuluyordu. Yüzümü sildim avuçlarımla, sonra saçlarımı çekiştirdim, sonra avuçiçlerimi vurdum başıma. “Ya ben nefes alamıyorum artık! Duyuyor musun beni? Nefes alamıyorum ben!” günlerdir istediğim şeyi boş bir sokakta şimdi yapıyordum. Tam da istediğim gibi kimseler duymuyordu beni. “Madem bu kadar nefret ediyorsun benden neden beni o gece kurtardın! Girmeseydin havuza peşimden! Girmeseydin! Boğulup gidecektim. Kanım da akmayacaktı!”

“Ölmek o kadar kolay mı?” dedi bana. Parmak uçlarımı birleştirdim ve önümde tuttum. Acıyla yerimden zıpladım adeta.

“Yaşamaktan daha kolay benim için!” nefesim yetmiyordu cümlelerime. Gözyaşlarım kelimelerden daha fazlaydı. “Ya sen bile dört duvar arasında bu yaşına gelmişsin ben koca bir malikanenin içinde sekiz yaşıma varamamışım Ecevit! Sence ben, senin sandığın gibi bir hayat mı yaşıyorum?” başımı gökyüzüne kaldırdım, omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım. “Nefes alamıyorum!” dedim yine. “Nefes alamıyorum! Bana kız, benden nefret et, bana her kötülüğü yap ama sensiz hayatıma devam edebilmişim gibi davranma! Buna katlanamıyorum! Anlıyor musun? Ben çocuktum Ecevit! Kötü bir insan değildim çocuktum. Ben kötü bir insan değilim Ecevit, Melike’nin yaşamasını istediğime inan bari. Benim. Benim Ecevit. Firuze. Ben kötü bir insan değilim.”

Gözlerim yağmur damlalarına direnemedi, kapandı. “Nefes alamıyorum,” dedim inleyerek. “Nefes alamıyorum.” Gözlerim kapalı bunu söyledim sadece. Kısa bir süre de değil üstelik. Gözlerimi açtığımda Ecevit gitmiş olabilirdi. Yeterli bir vakitti bunu görmemem için ama o durduğu yerde beni izliyordu. Yüzüme bakıyordu yalnızca.

“Melike yaşıyor,” dedi. “Bunu senin o baban da biliyor.”

Çok emindi. Biraz bile soru işareti yoktu. Tereddüt etmiyordu. Bu kanıya nereden varmıştı, elinde nasıl bir kanıt vardı bilmiyordum ama çok emindi kendinden. “Bana bir dayanak ver, babamı sıkıştıracağım bir kanıt ver. Nereden ulaştın buna?”

“Aptal mı yazıyor benim alnımda?” dedi. “Sen kötü bir insan olmasan ne olacak? Atilla Akın’ın kızısın! Faille mağdur aynı kişi olamaz Firuze. Sen ne olursa olsun o adamın kızısın!”

“Bu gerçeği değiştirmek için her şeyi yapardım,” diyebildim. “Sana yemin ederim bunu değiştirebilmek için her şeyi yapardım,” gözleri dikkatle yüzümde dolanıyordu. Çok cesurdu, ben ona bu kadar uzun bakamıyordum. “Lütfen Ecevit, her şeyi düşün benim için ama güllük gülistanlık bir hayat yaşadığımı ne olur düşün…” eli bana doğru kalktığında vurmasından korkmadım ama refleks olarak bir an geri çekileceğimi sandım. Parmak uçları çenemin soluna baskı yaptı ve yüzümü çevirdi biraz. Neye baktığını o an anlamadım. İki parmağına bir yenisi eklendi, baş parmağı usulca dudağımdaki patlağın altına baskı yaptığında anladım neyi gördüğünü. Ben açıkta olan yaraları sevmezdim, yüzümü ayırdım parmaklarımdan ama o görmüştü. Yağmur yüzümdeki tüm yağmurları akıtmıştı.

“Bunu sana kim yaptı?”

Dudaklarım büzülmesin diye bastırdım birbirine. Çantam çırpınırken düşmüştü galiba. Cevap vermedim sorusuna. “El bebek gül bebek bir hayat yaşamadım ben,” dedim sadece. “Bunu bil, benden nefret et ama bunu bilerek nefret et.” Çantamı almak için eğildiğim yerden kalktığımda dip dibe kaldık. Bana doğru gelmişti. Bu kez saçımdaki tokaya bakıyordu. Hatırlamaz sanıyordum ama sanırım bu kez hatırladı. Dokundu tokaya, alacak diye çok korktum ama çekti elini yeniden yanağıma baktı.

“Orospu evladı abin mi?” dedi. Çantamdan kulaklığımı çıkardım. Gitmek istiyordum. Babamla konuşacaklarım vardı. Bulmam gereken biri daha vardı artık.

“Bir gün bile yoktu seni düşünmediğim, nerede olduğunu merak etmediğim, sana yaptığımız kötülükle boğuşmadığım. Ama ben çocuktum. Biliyorum sen de çocuktun. Biliyorum yaşadıklarımız kıyaslanamaz ama…”

“Firuze benim sorduğuma cevap ver!” dedi sabrının sonunu görmüş gibi. Kaçtığım gözlerine baktım. Dudaklarımı gizlemeye yetmedi. Ağladığımı yağmur bile gizlemiyordu. Yedi yaşında nasıl ağlıyorsam öyle ağlıyordum. O bunu hatırlamazdı ama bu benim canımın çok yandığı bir andı.

“Ben Atilla Akın’ın kızı olmamak için her şeyimi verirdim,” dedim sadece. Bunu sanırım beklemiyordu. Babam olduğunu anladı. Ecevit sanıyordu ki babamla olan ilişkim de yedi yaşımda kalmıştı. Yanlıştı. Yedi yaşında kalan tek şey bendim. Bedenim bile büyümüştü. Kulaklığımı çözmeye çalıştım. “Ama onun kızıyım işte. O malikanenin en güzel odasında yaşayan,” ama o odaya zamanında kilitlenen. “Sınırsız yemekler içinde istediğini seçen,” ama sadece kuru bir ekmek ve bir bisküvide gözü olan, “Varlık içinde büyüyen bir insanım ben. Lanet olsun ki Atilla Akın’ın kızıyım!” kulaklık açılmadıkça öfkem de arttı. Biraz daha çözemezsem kabloları koparacaktım. “Böyle aptal burjuvazi zevklerim var benim. Yağmur altında giderken müzik dinleyeceğim çünkü ben buyum, böyle büyütüldüm.”

Pes ettim kabloyu koparmak için ilk hamlemi yaptım ama aldığım ilk günden beri karman çorban olan, benim gibi nefes almayan kulaklığım elimden çekilip alındı. Tırnakları dibine kadar kesilmiş el, altı hamlede çözdü düğümü ve kulaklığım nefes aldı. Kabloları sarkmaya başladı, Ecevit bana uzattı. Artık kulaklığım bile nefes alıyordu, tek çırpınan ben kalmıştım. Kulaklığımı taktım, döndüm arkamı gittim. Bugün ölmemem lazımdı, birine söz vermiştim. Ben kötü bir insan değildim. Atilla Akın’ın kızı olsam da kötü bir insan değildim.

***

Bugün intihar etmemek için beni korumak zorunda kalan adama kapımı açtığı için teşekkür ettim ve indim arabadan. Bana açılmayan tek kapı odamın kapısıydı. O vakte kadar tüm kapılar birer birer açıldı. Annem kapıda bekliyormuş gibi bana kapı açılmadan bitti kapı önünde. Üstüm başım biraz ıslak bolca kirliydi. “Firuze,” dedi hiç bıkmadan. “Bu ne hâl?”

“Bugün biraz kirli çalışmak istedim,” dedim sadece daha fazla o soruyu tekrar etmesin diye.

“Çamurla mı?”

“Niye bu sanatıma dahil olamaz mı?”

Annem adımlarıma yetişemeyince benim önüme geçti ve yürümemi engelledi. “Kızım,” dedi ve elini yanağıma koydu.

“Dinle beni,”

“Efendim anne? Dinliyorum.”

Bunu beklemiyor olacak ki biraz afalladı. “Siz sanatçılar gerçekten seviyorsunuz ters köşeleri,” dedi ağzının içinde ama çok üstelemedi bu kez. Sanırım daha önemli şeyler söyleyecekti. “Baban çok pişman Firuze. Bak babandır yapar kesinlikle söylemiyorum. Bir daha sana el kaldıramaz. Çok özür dilerim, o an engel olamadığım için çok özür dilerim ama çok pişman Firuze. Gecelerdir uyumuyor,”

“Anne gecelerdir tek uyumayan benim bu evde, sen bile uyuyorsun niye yalan söylüyorsun ki bana?”

“Firuze çok pişman diyorum sana. Yemin ederim, ona da söyledim. Bir daha böyle bir şeye yeltenirse kızlarımı da alacağım ve terk edeceğim seni dedim.”

Güldüm biraz buna. “Çok incesin anne ama lütfen babamı terk etme yalanını söyle. Katiyen inanmam. Yatakları ayırırım falan de en azından,”

“Firuze sen benim kızımsın,” dedi. Ona babam kadar ağır konuşamadım ama yine söyledim.

“İyi ki demeyi çok isterdim,” dedim. Duygularını çok açık yaşamaya alışıktı, yaşadığı hayal kırıklığını görebildim bu yüzden.

“İşte tam olarak bunu yapıyorsun. Babana çok daha ağırını yaptın. Bunu hak ettin demiyorum ama…”

“Ama?” diye sordum. Şaşkın değildim. Kurduğum cümleden sonra bunu biraz olsun hak ettiğimi düşünüyordu.

“Ama herkes aynı duygularla tepki vermiyor. Ben şu an çok kırıldım, muhtemelen birazdan ağlayacağım ama baban öfkelendi. Üzülmekten öte sinirlendi,” dedi. Bana tam olarak neyi anlatıyordu? Babamla empati mi kurmalıydım?

“Babam duygularıyla tepki vermedi anne, babam şiddetiyle tepki verdi. Zamanında bir çocuğun canını almış oğluna bile el kaldırmamış bir adam, haysiyetli ve şu an kendini savunamayacak, onurlu bir adamın arkasından söylenmemesi gereken cümleler kurdu küstahça. Ben de ona gerçeği söyledim. Tamam mı anne? Bitti mi oynadığın tiyatro?” dedim ve onu yeniden geçtim.

“Seni bu dilin öldürecek Firuze,” dedi arkamdan.

“Beni öldürecek olan her şeye minnet duyuyorum anne.”

Odama geçtim, üzerimi değiştirdim. Bugün biraz daha az zorlandım bandajlarımı değiştirirken. Bu halde babamın karşısına çıkarsam birilerini intihara zorlamayacağının bir garantisi yoktu. Bunu beni cezalandırmak için bile yapabilirdi. Babam gözü kara bir adam değildi, babam kalbi katran karası bir adamdı. Üstemi temiz kıyafetler giydim, yediğim bisküviye güvenerek düzensiz içtiğim ilaçlarımdan aldım ve babamın çalışma odasına geçtim.

Kapıyı çalmadım, girdim içeri. Bundan hiç hoşnut olmazdı ama hiçbir şey söylemedi. Başını kaldırdı ve bana baktı. Gözünde çalışırken taktığı gözlükleri vardı, Burnun kemerine yaslanmıştı, bana bakarken çıkardı. Ayakta birbirimize baktık bir süre. “Kızım,” dedi mest olmuş bir sesle. Aslında öyle sanmadı, öyleymiş gibi yapmak istedi. “Geleceğini biliyordum. Gel bakalım yanıma, çok özlettin kendini.”

Geçtim karşı koltuğuna oturdum. Tam karşısına hem de her zaman yaptığım gibi. “İnsanlardan oy alma mekanizman da bu değil mi? Önce onlara zarar verip sonra onlara şefkat gösteriyorsun. Babalığınla siyasetin çok benziyor. Zaten sana bu yüzden baba diyorlar. Onları hem dövüp hem sevmek istiyorsun,”

“Yanlış,” dedi dirseğini masaya yaslarken. “Ben hem halkımı hem de çocuklarımı çok seviyorum.”

Ellerimi kısa bir an birbirine çarptım ve alkışladım. “Miting bitti Atilla Akın. Kapalı duvarlar arasındasın. Ne onları ne de bizi seviyorsun. Sen sadece sana tapmamızı seviyorsun. O yüzden sana tapmayan herkesi ezmek istiyorsun. Diyorum ya babalığınla siyasetin çok benziyor diye. Tapmayınca onları terörle, hainlikle suçluyorsun, bizi de nasıl sindirmeye çalıştığını zaten gördük.”

“Ah benim güzel kızım,” dedi içli içli. “Her şeye duygusal bakman benim sınavım. Ben de beklemiyordum benden bir sanatçı çıkacağını, her şeyi böyle süslü püslü yorumlayacak, böyle benzetecek… Sen hep sürprizlerle dolu oldu…” “Bana Melike öldü dedin.”

O siyasetçi ağzını kesip attım. Beni bu cümlelerle kandıramazdı. Bu halkın yarısından fazlasını kandırırdı ama beni kandıramazdı. “Evet. Ne çok ağlamıştın. Annen bana kızmıştı söylediğim için.”

“Baba,” dedim. “Melike’nin öldüğüne emin misin?”

“Firuze,” dedi sıkılmış bir sesle. Ne çabuk sıkılıyordu benden. “Ben seneler önce sadece oğlumu korudum. Bülent yerinde sen olsaydın, senin için de aynılarını yapardım. İnci olsun yine aynılarını yapacağım. Çünkü ben babayım. Mesleğim siyaset de olsa, hizmetli de olsa ben babayım. Tek amacım Bülent’i korumaktı. Oğlumu korudum ama daha fazlasını yapmadım. O adam sana neler diyor, senin beynini nasıl yıkıyor bilmiyorum ama sen akıllı bir kadınsın. Düşün. Ben her istediğimi yaptırdıktan sonra, eti budu olmayan, kendi oğlunu bile koruyamamış, kimsesiz bir adamdan ne isteyebilirim? Bana öyle bir adamın gücü yeter mi korkup, ona da kızına da bir şey yapayım? Benim için risk teşkil ediyorlar mı?”

“Ecevit’in bildiği bir şey var!” dedim yaslandığım yerden öne doğru eğilip. İşaret parmağımı ona doğru salladım. “Durup dururken kardeşinin peşine düşmedi baba! Bildiği bir şey var! Neden babam yaşıyor demiyor da kardeşim yaşıyor diyor?”

“Çünkü babasının cenazesine katıldı kelepçeli de olsa, buna izin verdik.”

Kelepçelerle bir cenazeye mi katılmak? Ecevit o cenaze kalkarken daha küçüktü. Çocuktu. Bunu kırptım cebime koydum, şimdi değildi.

“Melike nasıl öldü hatırlıyor musun?”

Babam gözlüğün ucunu çenesine sürttü. “Yanlış hatırlamıyorsam bir hastalık yüzünden. Yazık oldu tabi, benim el kadar kızla ne derdim olabilir? Ama o ailenin yok olmasından ben sorumlu değilim.”

“O ailenin yok olmasından biz sorumluyuz baba!” dedim bastıra bastıra. Vicdanı ne rahattı öyle! Bu ailenin bütün vicdani yükü bana verilmişti, bir tek ben kambur olmuştum. Herkes dimdikti. “Her şeyden biz sorumluyuz! Hüseyin amca çok güzel bakıyordu çocuklarına. Eşini kaybetmişti ama yetiyordu çocuklarına. Anlıyor musun? O aileyi biz yok ettik.”

“Güçsüz olan yok olur Firuze, doğanın kanu…”

“Ya baba kes sesini!” Elimi ortadaki sehpaya vurdum ve bu iğrenç cümleyi tamamlamasını engelledim.

“Firuze çık dışarı.”

“Sus! Böyle ilkel cümlelerle mi kendini kandırıyorsun? Evrimle doğa değişti, senin şu vicdanın biraz olsun düzelmedi. Ne kanunu baba? Bak! Bir şey biliyorsan söyle! Melike yaşıyor mu? Her şeyini aldık Ecevit’ten. Her şeyini aldık. Biz aldık baba. Çocukluğunu, gençliğini. Babasını. Hayatını aldık. Kendi oğlunuzun hayatı için hiç suçu olmayan bir çocuğu yaktınız. Eğer ki kardeşi yaşıyorsa, bari onu geri verelim. Baba,” dedim ve kalktım yerimden. Yirmi beş yaşındaydım. İlk kez bunu yapacaktım. Yedi yaşından sonra ilk kez babamın dizlerine bu kadar yakın duracaktım. Dizlerinin önünde diz çöktüm, ellerini tuttum. Yaşadığı şoku atlatamadı saniyelerce.

“Sana yalvarıyorum,” dedim. Sesim de kirpilerim de titriyordu. Ağlamaktan çok sıkılmıştım. Yaşamaktan çok sıkılmıştım. Acı çekmekten çok sıkışmıştım. Ölememekten çok sıkışmıştım. “Sana yalvarıyorum baba. Eğer ki Melike yaşıyorsa, eğer ki bir şey biliyorsan söyle baba. Ne olur… Ecevit’e kardeşini geri verelim. Ne olur… Yalvarırım, her şeyini çaldık onun.”

Alnımı dizinin üzerine koydum. “Firuze bana onlar için mi yalvaracaksın?” duymadım, kızmadım.

“Ne olur baba… Söz veriyorum sana bir daha sözünden çıkmayacağım. Sana söz veriyorum bir daha asla istemediğin o evlat olmayacağım. Ne olur bir şey biliyorsan söyle. Ne olur... Biz Ecevit’ten her şeyini aldık. Bari kardeşi olsun. Nasıl istersen öyle yaşayacağım. Yapacağım meslek, görüşeceğim insanlar, evleneceğim insan… Sana söz veriyorum sen nasıl istersen öyle yaşayacağım.”

“Firuze onlar için ağlama, kalk yerden.”

Beni kaldırmaya kalkıştı ama ben paçalarına yapışmıştım. Bu vicdanımı yaşayacak kadar susturmanın son çaresiydi. Bu biraz olsun telafi etmemin tek yoluydu. Melike yaşıyorsa onu Ecevit’e bulmalıydık.

“Sana yalvarıyorum. Şimdiye kadar olan kavgamızı söz sonlandıracağım. Hayatım boyunca nasıl istersen öyle bir evlat olacağım. Söz. Lütfen. Biz onun her şeyini aldık, biz onun her şeyini aldık baba. Kimsesiz bıraktık baba. Onu bile aldık ondan. Her şeyini kaybetti. Melike’yi ona verelim. N’olur söyle. Ne olur… Yalvarıyorum sana. Küçük Firuze olarak yalvarıyorum. Baba küçük kızın olarak yalvarıyorum sana, Melike nere…” kolumdan tuttu beni. Tüm yalvarışlarıma inat sürükleyerek kaldırdı. Çok çabaladım paçalarından kurtulmamak için. Sanki biraz daha yalvarsam, çok daha yalvarsam ikna olacaktı. Söyleyecekti. Açtığı kapının dışına itti. Parmak salladı kapıyı yüzüme kapatmadan önce.

“Bir daha o haysiyetsizler için yalvarırsan bana o adamı öldürürüm!”

Kapı suratıma kapandı. “Öldürürüm o adamı!” diye haykırdı kapının gerisinde. Kapının önünde diz çöktüm ama yalvaramaya devam edemedim. Alnımı yasladım kafaya. “Benim kızım kimse için yalvaramaz. Öldürürüm. Sen Firuze Akın’sın! Kimseye yalvarmayacaksın! Seni bu hallere düşüren herkesi öldürürüm!”

Beni bu hallere onlar düşürmüştü. Aklımı kaçıracaktım, görmüyorlar mıydı? Kapı dışarı edilmediğim hiçbir yer kalmamıştı. Babamın kapısının önünde sadece ağladım. Bağırıyordum olmuyordu, ağlıyordum olmuyordu, meydan okuyordum olmuyordu, yalvarıyordum olmuyordu. Ne yapacaktım? Tanrı bile sesimi duymuyordu sanki? Ona bile ulaşamıyordum. İnsanlar çevreme gelmeyene kadar kalkmadım yerimden. Kendim gittim odama. Kilitledim yine kapıyı, çöktüm karanlıkta bir köşeye. Çıkmaz içimdi. Çıkmaz kalbimdi ve çıkmaz zihnimdi. Çıkamıyordum. Kendimle boğulacaktım. Çırpınamıyordum. Bir başkası sizi boğmaya kalkarsa kurtulmak için kuvvetiniz olurdu ama sizi boğan kendinizse, söz geçiremiyordunuz. Ölüm yanı başımdaydı, ona ulaşamıyordum, ondan kaçamıyordum. Yoruldum, olduğum yere uzandım. Yoruldum ama uyuyamadım. Yine kapım çaldı, yine açılmadı. Güneşin doğuşunu yattığım yerde, güneşin batışını uzandığım yatakta izledim. Ölüm benimle yatıyordu ama uykuya dalmıyordu. Ölüm benimle uzanıyordu ama uykuya dalmama izin vermiyordu.

Can çekişiyordum.

Zaman zaman yalvarırken buluyordum kendimi. Kime yalvardığımı bile bilmiyordum. Ecevit’i varlığını hissediyordum, halbuki odada benimle olan tek şey ölümdü. Hüseyin amcanın tokası hâlâ başımdaydı, onu hiç çıkarmıyordum. Gözlerimi yumuyordum, yedi yaşımda oynadığım oyunları oynuyordum. Ecevit bana çay içmeye geliyordu ben ona oyun hamurlarından kremalı bisküvi yapıyordum sonra Ecevit ona koyduğum çayı döküyor hazırladıklarımı yemiyordu. Babam geliyordu saçlarımı seviyordu ama bana tokat atıyordu. Annem geliyordu çayımı içiyordu, benimle resim çiziyordu ama ağzımı açtığımda çeneme saplanıyordu parmakları. Bir var bir yok. Evvel zaman kalbur saman. Develer tellal pireler berber. Ecevit on yaşında, Firuze yedi, Melike bir. Yalancı şahitler kaybolmuş. Kutup yıldızının sivri uçları parmaklarımı kanattı. Gecenin bir vakti saat bilmem kaç. Telefonu aldım elime. Babama yalvarışımın üzerinden neredeyse 24 saat geçmişti. Zihnim çok bulanıktı.

Seninle konuşmam lazım. Melike hakkında.

Bir yerin açık adresini buldum ve ona attım.

Bir saat içinde oradayım.

Yerimden kalktım, üzerime sadece bir mont aldım. Bir de arabanın anahtarını. Pencereden kapıyı kontrol ettim. Ecevit’in atladığı yere baktım. Çok yüksekti. Kapıdan çıkmaktan başka çarem yoktu. Ayakkabılarımı giydim ve hızla indim aşağıya. Kapıya çıktığım gibi bahçedeki birkaç adamın dikkati bana yöneldi ve hızla bana doğru gelmeye başladılar. “Arka bahçede bir şey var,” dedim korkuyla. “Benim camıma fener tutuyor. Hatta birden fazla kişi. Dışarıdan geliyor olamaz, ışık çok kuvvetli. Bakar mısınız?” Üst üste birden fazla konut verildi ve kulaklarındaki kulaklıktan haberleştiler ve sayıları aniden arttı. Arka arkaya bahçenin arkasına gidiyorlarken eve giriyor gibi yaptım ama son kişi de ayrılınca koşar adım çıkış kapısına doğru gittim. Adımlar kapıya gittikçe yavaşladı. Kapıda kalanlar da bana bakmaya başladı. “Duymuyor musunuz sesleri?” dedim dehşetle. “Arka bahçede birileri var! Sesleri duymuyor musunuz? Babam size uçan kuşu bile göreceksiniz demedi mi?”

Sesim herkesi telaşa düşürdü ve buradan çıkmam sandığımdan da kolay oldu. Yokluğum tahminimce fark edilecekti, belki tüm ev ayağa kalkacaktı ama umurumda değildi. Amacım çıkmaktı, görülmemek değildi. Çıktım. Arabamı hiçbir zaman içerideki otoparka bırakmazdım zaten. Onlar olmayan insanları ararlarken dışarıda ben çoktan atladım arabaya uzaklaştım oradan. Ecevit’e bir saat dedim ama ne o ne de ben vaktinde geldik. Gecenin bir vakti ikimiz de yarım saati görmedik.

Vakit vardı gece yarısına, Ecevit ve Firuze denk geldi aynı masada. Ankara’nın tepesinde açık bir alandaydık. “Ne oldu?” dedi Ecevit. “Ne konuşacaksın benimle?” “Kardeşinin yaşadığından emin misin?”

“Eminim Firuze, beni bunun için mi çağırdın?”

Bir gündür zihnimin bulanıklığında tek bir netlik vardı. Ona sunacaktım. “Zulme karşı mukavemet,” dedim açıkça. “Babama karşı mukavemet. Sana babamda olan ne lazımsa, babama karşı neye ihtiyacın varsa her şeyi ben sana sağlayacağım. Melike’yi bulalım, sana yardım edeceğim,” dedim. Yalvarışlarıma kulak tıkanmıştı. İhanet şarttı, ben babama engel olamıyorum. Buraya gelen meraklı hali biraz olsun sarsılmadı, bana üç karış mesafeden baktı. Gördüm, onun dikkatini ilk kez çekebildim.

“Melike’yi bulmak için babama ihanet edeceğim. Babama onun evladı değilmiş gibi ihanet edeceğim. Melike’yi bulalım Ecevit. Ben seninleyim, senin yanındayım.” 



***

Instagram; dilanduurmaz

 uzumbugusuofficial 

Twitter; bosverdilaan

 
 
 

6 comentarios


mormantar03
06 feb

yarın cuma inşallah bölüm gelir. tüm hafta üzüm buğusu üzüm buğusu diye sayıkladım neredeyse adskhasf hikaye bitiyor ama ben hikaden çıkamıyorum

Me gusta

Mukaddes Keleş
Mukaddes Keleş
01 feb

İkiside bu yaşanılanı hak etmedi😥

Me gusta

Hayali biri
Hayali biri
01 feb

Canım firuzem hiç kimse görmüyor neler yaşadığını. O kadar yalnız ki. Derdini anlatacağı bir Allah in kulu yok. Ne olacak onun haline çok üzülüyorum. Ecevitte görmüyor kizi zaten. Her laf edisinde ben bile kahroluyorum. Ne var o çayı içseydin sanki. Ben bile yıkıldım o sahne de. İlerde firuzenin verdiği bir bardak suya ihtiyaç duy diyecegim ama sana da üzülüyorum o kadar şey yaşadın ki ecevit. İkinizde hak etmiyorsunuz aslında bu yaşanılanlari. Öyle sardı ki keşke hemen bölüm gelse ilerde ne olacak acaba.

Me gusta

Pınar Temizer
Pınar Temizer
31 ene

Bu hikayede Ecevit'ten çok Firuze'ye üzülmem normal mi kahroluyorum :(

Me gusta

yildizhatice0lll
31 ene

Ecevit daha sana ne diyeyim ben şoklar içindeyim Allah'ım

Me gusta

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page